30 Kasım 2012
Derviş Doğan - İntihal iddialarını unutmadık (Havadis Kıbrıs)
Bundan bir müddet önce ortaya atılan intihal iddiaları YÖDAK tarafından araştırılmaya devam ediyor.
Konu hassas olduğu için bu araştırmalar kamuoyuyla şimdilik paylaşılmıyor.
Akademik ortamlarda intihal büyük bir suç olarak algılanmaktadır.
Sebebi de gayet açık.
Bir başkasına ait çalışmaların, ki bu çalışmalar yıllarca sürdürülen uğraşlar sonucunda ortaya çıkmaktadır. Başka birileri tarafından kullanılması olayıdır.
Yani bunun diğer bir adı hırsızlıktır.
Bu tanımı yaparken kullandığım kelimelerle ifade etmeye çalıştığım intihal hadisesini herkesin anlayacağı şekilde izah etmeye çalıştım.
Bunu yapmamın sebebi de konunun aslında ne kadar önemli olduğunu ve toplumsal bir sorguya ihtiyaç duyulduğunu anlatmaktı.
Üniversite adası olma hedefinde olan ve bu hedefe hızlı adımlarla ilerleyen ülkemizde böylesi konuların ciddiyetle ele alınması ve söz konusu iddiaların araştırılarak bir sonuca varılması akademik bağlamda büyük çabalar harcanarak kaliteli eğitim perspektifini yakalamaya çalışan üniversitelerimiz için de büyük öneme haizdir.
Şu ana kadar konuyla ilgili olarak elde ettiğim bilgilerde YÖDAK konuyu ciddiyetle ele almaktadır.
Fakat buna rağmen endişelerim de yok değildir.
Zira günün sonunda bağımsız işlev yapması gereken bir kurum olan YÖDAK’ın siyasi inisiyatifin gölgesinde faaliyetlerini sürdürdüğünü biliyoruz.
Takdir edersiniz ki bu da sağlıklı bir yapı değil.
Fakat buna rağmen YÖDAK’ın bu konuda üzerine düşen sorumluluğu yerine getireceğine olan inancımı korumak istiyorum.
En azından bu konuyla ilgili olarak bugüne kadar yürütülen çalışmaların hassasiyetle ele alındığını gözlemlemek bile bu bağlamda çok önemlidir.
Yukarıda da belirttim.
Konu son derece hassastır.
O nedenle etik gereği bu tür soruşturmalar büyük bir gizlilik içerisinde yapılmaktadır.
Bu doğal olanıdır.
Hatta bu aşamalarda yapılması gereken.
O nedenledir ki konuyla alakalı kamuoyuna pek bilgi verilmemektedir.
Fakat buna rağmen konunun toplumsal sorgulamaya ihtiyacı vardır.
Bunun sebebi de gayet açıktır.
Unutma ve unutturulma kaygısı.
Özellikle de siyasi baskı altında bulunan kurumlarımızın en büyük sıkıntısı bu!
Şu gerçek ki adı bu iddialarla anılan insanların görev yaptığı üniversiteler durumdan rahatsızlık duyabilirler.
Doğaldır ki hiçbir üniversite bu bağlamda bünyesinde görev yapan bir akademisyenin adının intihalle anılmasını istemez.
Bunun üniversiteye zarar verebileceği düşünülür.
Bunlar haklı gerekçelerdir.
Fakat söz konusu olan iddialar da bir ülkedeki akademik yapıyı derinden etkiler.
Temennim bu iddiaların dayanakları olmamasıdır.
Lakin eğer bu yolla birileri de akademik kariyer sahibi olma yoluna gitmişse bunun vebalini üniversitelerimiz çekmemeli.
Her birey bu anlamda kendi hesabını vermelidir.
Daha önce de ifade ettim.
Akademisyen kimliği taşımak çok kolay değildir.
Meşakkat ister.
Fedakarlık ister.
Emek ister.
Zaman alır.
Para gerektirir.
Deyim yerindeyse tam anlamıyla dirsek çürüttürür.
Birileri yanlış yollardan yürüyerek böyle bir unvana sahip olmuşsa, elbet bunun bir bedeli olacaktır.
YÖDAK’ın da bu ciddiyet içerisinde gerekeni yapacağına inanıyorum.
Konunun takipçisiyiz...
16 Kasım 2012
Murat Bardakçı - Akademik tez üniversitenin malıdır (HABERTÜRK)
YÖK'ün internette bir tez sitesi var...
Türkiye'deki
üniversitelerde son senelerde yapılmış ne kadar master ve doktora tezi
varsa, hepsinin biraraya getirilmesine çalışılıyor.
Araştırdığınız veya merak
ettiğiniz konu hakkında kaynak aramak yahut aynı alanda daha önce
çalışılıp çalışılmadığını mı öğrenmek istiyorsunuz? Siteye girip anahtar
kelimeyi yazınca şimdiye kadar kimin ne yazdığını, ne ettiğini
görebiliyorsunuz... Sizi alâkadar eden tezi PDF olarak bilgisayarınıza
indirebiliyorsunuz ama öyle hepsini değil... İndirme kutusunu
tıkladığınız zaman ekranda sık sık "Bu teze çoğaltma veya yayımı için
izin belgesi olmadığından erişilmemektedir" diyen bir yazı çıkıyor.
Yani, tezin sahibi çalışmasına ulaşmanıza, okumanıza ve istifade
etmenize müsaade buyurmuyor!
Bu izin vermemenin
sebebi, meçhul... Tez sahibinin akademik kıskançlığından mı, tezinde
başkalarından birşeyler makaslamış olduğu için intihalinin ortaya
çıkması endişesinden mi yoksa diğer bütün araştırmacıları hırsız gibi
görüp kendi çalışmasını da yürütebilecekleri zannından mı, Allah
bilir... Kaleme aldığı ve "tez" denen o metin sanki ilmî araştırma falan
değil, devlet sırrı mübarek!
İhtiyaç duyduğumda
yurtdışındaki üniversitelerden bazı tezleri senelerden buyana rahatça
getirttiğim için yakinen biliyorum: Dünyanın hiçbir yerinde akademik
tezler için "izin belgesi" diye birşey sözkonusu değildir. Uygulamada
üniversitesine göre değişen bir "telif hakkı" meselesi vardır, parasını
öder, istediğiniz tezi getirtip istifade edersiniz ve karşınıza "Bu
çalışmaya ulaşmanıza sahibi izin vermiyor" gibisinden bir garabet asla
çıkmaz!
YOK BÖYLE BİR LÜKS!
YÖK'ün bu şekilde bir
sınırlamaya gitmesinin sebebinin ne olduğunu, tez sahiplerinden bir
şikâyet mi geldiğini yoksa hukukçularının "Tezlerin de telif hakkı
vardır, kamuya açarsanız başınıza iş gelir" gibisinden görüşleri ile mi
yanıltıldığını bilmiyorum...
Akademik tezlerin de
telif hakları vardır ama o hakkın karşılığı akademik unvan olarak
ödenmiştir ve dünyadaki uygulama bu şekildedir...
Diyelim ki üniversitede
bir konuda tez yapacaksınız, oturdunuz, çalışıp ortaya bir eser koydunuz
ve teziniz üniversitenin jürisi tarafından kabul edilip size "master"
yahut "doktora" unvânı verildi..
Yaptığınız çalışmaya
ödenen telif bedeli, size verilen işte bu unvandır... Tezlerde "satış
fiyatının yüzde bilmemkaçını tirajla çarp, çıkan meblâğdan yüzde şu
kadar stopajı yahut gelir vergisini düş, hakkın olan telif ücreti aha
işte bu kadardır!" gibisinden hesaplamalarla belirlenen maddî meblâğlar
değil, "unvan olarak ödeme" sözkonusudur. Tezin sahibi telif hakkını
unvan şeklinde almış olduğu için artık "Çalışmamı okuyucuya açmam,
YÖK'ün sitesinde benim iznim olmadan yayınlanamaz, keyfimin kâhyası
mısınız, cân-ı azîzim yazdıklarımı okumanızı istemiyor" gibisinden
sınırlamalar koyma lüksüne sahip değildir. Çalışmayı kitap halinde
yayınlama hakkı tabii ki eserin sahibine aittir ama tezlerin okuyucuya
ve araştırmacıya açılması hakkı da eserin entelektüel bedelini unvan
şeklinde ödemiş olan üniversiteye aittir ve dünyanın her tarafındaki
uygulama bu şekildedir.
YÖK'e nâçizane hatırlatayım dedim...
YÖK'e nâçizane hatırlatayım dedim...
31 Ekim 2012
Doç. Dr. Kudret Özersay - İntihal iddialarında Neredeyiz?
İntihal akademik yaşamda işlenebilecek en ağır suçlardan birisidir.
Suçun tespiti halinde kişilerin örneğin titrilerini yitirmeleri durumu
veya daha da önemlisi mesleğe devam etmelerinin dahi mümkün
olmayabileceği durumlar ortaya çıkarabilir. Öte yandan intihal
iddiasının ortaya konuluş şekli pek çok ülkede ilgili akademik kurumun
kendi iç mevzuatında düzenlenmiştir ve suçun işlendiği tespit edilinceye
dek iddia konusundaki araştırma belirli bir gizlilik içerisinde
yürütülür. İntihal iddiası yaparken yürürlükteki prosedüre uygun
davranılmadığı hallerde hakkında iddiada bulunulan kişinin kişilik
haklarına bir saldırı yapıldığı mahkemelerce saptanabilir. Zaten bu
yüzden ülkemizde kısa süre önce ortaya atılan ve YÖDAK’ın da gündemine
gelen intihal iddiaları konusunda bir yandan bunun ciddiyetle
araştırılmasını ve suçlu varsa cezalanrırılmasını, diğer yandansa
“suçsuzluk karinesi”ne saygı gösterilmesini talep ettik.
İşte yukarıdaki bu iki hassasiyetin gereği olarak aşağıda, süreç içerisinde yer alan bazı akademisyenlerle yaptığım görüşmeler sonucunda elde ettiğim bilgiler ışığında intihal iddialarının ne aşamada olduğunu kişilerin ya da kurumların isimlerini kullanmadan (en azından bu aşamada) özetlemeye çalışacağım. >>>
İşte yukarıdaki bu iki hassasiyetin gereği olarak aşağıda, süreç içerisinde yer alan bazı akademisyenlerle yaptığım görüşmeler sonucunda elde ettiğim bilgiler ışığında intihal iddialarının ne aşamada olduğunu kişilerin ya da kurumların isimlerini kullanmadan (en azından bu aşamada) özetlemeye çalışacağım. >>>
28 Ekim 2012
Semuhi Sinanoğlu - Makalesepeti.com
Hikâyenin tüm detaylarını hatırlamıyorum ama bir derste Koray Çalışkan hocamız anlatmıştı. Öğrencinin biri bir gün makale teslim ediyor. Hoca okuyor, okuyor; içinden diyor ki, “Çocuk ne de güzel yazmış…” Ama makale bir yerlerden de tanıdık geliyor. Sonra hatırlıyor ki hocanın zamanında bir yere isimsiz gönderdiği makalelerden biri bu! Çocuktaki şansa bakın…
Artık akademide işler böyle şansa bırakılmıyor tabi. İntihal dedektörleri icat edildi. Sosyal bilimler okuyan öğrencilerin korkulu rüyası şimdi, “turnitin” ve benzeri internet siteleri. Bilinçli veya bilinçsiz yaptığınız intihali hiç acımadan fark ediyor. Geçen seneki öğrencinin ödevine mi kepçe salladın, dünyanın bir başka ucundan öğrencinin ödevini çok beğendin de fazla mı “kaçırdın”… Bir bir ortaya döküyor.
Son zamanlardaysa yeni bir piyasa peyda olmaya başladı: Makalenin konusunu söyle, makaleden almak istediğin harf notunu belirt, kaç tane referans istediğini ve ne zamana yetiştirilmesi gerektiğini bildir; makalen senin için uzman eller tarafından yazılsın! Yüksek not almak istediğinde, acil yetiştirilmesi gereken bir ödevin olduğunda ya da fazladan referans istediğinde, ödediğin ücret artıyor bu piyasada. Ödev, yalnızca senin için hazırlanıyor. Hazırlayan kişi de aldığı ücret karşılığında kendi adının zikredilmemesini kabul ediyor. Dolayısıyla intihal dedektörleri bu piyasada işe yaramıyor. Zaten ödevi kimin hazırladığını da bilmiyor siparişi veren. Fakat istediği kalifikasyonda ödevi alacağı garanti… Ödevi hazırlayan da ancak o şart dâhilinde parasını alabiliyor.
Kimisi bu işi internet siteleri üzerinden kurmuş. Kimisi ise üniversite yakınlarındaki fotokopi merkezlerinde açmış tezgahını. Duyduğum kadarıyla piyasada da epey para var. Başarılı olduğu duyulan makale yazarları için rekabet bile söz konusuymuş.
Böyle bir iş için piyasa tesis edilebilir mi? Talebin olması, arzı meşrulaştırır mı? Tabi ki hayır. Bir notlandırma söz konusu olduğu için ve günün sonunda aldığınız o not, transkriptiniz ve referans mektuplarınız aracılığıyla gelecek kariyerinizi de etkileyeceği için etik değil böyle bir alışveriş. Kişisel gelişim hususlarına girmiyorum bile. Richard Gunderman’a göre bu sorunun kökeninde, yükseköğrenime piyasa mantığının girmesi yatıyor.* Hakkı var.
Peki bu sorun nasıl çözülebilir? “Eğitim şart” deyip sadece “bilinçlendirme” odaklı rehberlik hizmeti ile ya da başarması çok zor bir denetim sistemi ile aşılabilecek bir durum değil bu. Farklı teşvik mekanizmaları tesis edilmeli. Tek bir ders için, hocanın büyük ihtimalle üstün körü okuyacağı bir makale için bu kadar emek vermeye gerek var mı diye soruyor öğrenciler. Nispeten de haklılar. Bu yüzden bu makaleleri prestijli yayınlarda yayınlayabilseler yahut bunları lisans düzeyinde kongrelerde sunmak durumunda kalsalar; kişiye özel makale piyasasının biraz önüne geçilebilir diye düşünüyorum.
Bir kişinin makale yazımı sürecinde yardım almasında, nereye bakması gerektiğini sormasında bir sorun yok. Gerekirse bunu para karşılığında da yapabilir, mühim olan günün sonunda ortaya çıkan ürünün kendi emeği olması. Bu açıdan bakıldığında, dürüst konuşmak gerekirse, bu tarz piyasaların doğmasında akademisyenlerin de kabahati var. Doğru düzgün ofis saati ayarlanmazsa, daha önce hiç makale yazmamış bir çocuk “denize düşsün yüzmeyi öğrenir” mantığıyla tek başına bırakılırsa olacağı da budur.
Yazının başlığında geçen domain alınmış, baktım. Bu yazıdaki iş için mi kullanacaklar acaba? Merak ettim doğrusu.
Artık akademide işler böyle şansa bırakılmıyor tabi. İntihal dedektörleri icat edildi. Sosyal bilimler okuyan öğrencilerin korkulu rüyası şimdi, “turnitin” ve benzeri internet siteleri. Bilinçli veya bilinçsiz yaptığınız intihali hiç acımadan fark ediyor. Geçen seneki öğrencinin ödevine mi kepçe salladın, dünyanın bir başka ucundan öğrencinin ödevini çok beğendin de fazla mı “kaçırdın”… Bir bir ortaya döküyor.
Son zamanlardaysa yeni bir piyasa peyda olmaya başladı: Makalenin konusunu söyle, makaleden almak istediğin harf notunu belirt, kaç tane referans istediğini ve ne zamana yetiştirilmesi gerektiğini bildir; makalen senin için uzman eller tarafından yazılsın! Yüksek not almak istediğinde, acil yetiştirilmesi gereken bir ödevin olduğunda ya da fazladan referans istediğinde, ödediğin ücret artıyor bu piyasada. Ödev, yalnızca senin için hazırlanıyor. Hazırlayan kişi de aldığı ücret karşılığında kendi adının zikredilmemesini kabul ediyor. Dolayısıyla intihal dedektörleri bu piyasada işe yaramıyor. Zaten ödevi kimin hazırladığını da bilmiyor siparişi veren. Fakat istediği kalifikasyonda ödevi alacağı garanti… Ödevi hazırlayan da ancak o şart dâhilinde parasını alabiliyor.
Kimisi bu işi internet siteleri üzerinden kurmuş. Kimisi ise üniversite yakınlarındaki fotokopi merkezlerinde açmış tezgahını. Duyduğum kadarıyla piyasada da epey para var. Başarılı olduğu duyulan makale yazarları için rekabet bile söz konusuymuş.
Böyle bir iş için piyasa tesis edilebilir mi? Talebin olması, arzı meşrulaştırır mı? Tabi ki hayır. Bir notlandırma söz konusu olduğu için ve günün sonunda aldığınız o not, transkriptiniz ve referans mektuplarınız aracılığıyla gelecek kariyerinizi de etkileyeceği için etik değil böyle bir alışveriş. Kişisel gelişim hususlarına girmiyorum bile. Richard Gunderman’a göre bu sorunun kökeninde, yükseköğrenime piyasa mantığının girmesi yatıyor.* Hakkı var.
Peki bu sorun nasıl çözülebilir? “Eğitim şart” deyip sadece “bilinçlendirme” odaklı rehberlik hizmeti ile ya da başarması çok zor bir denetim sistemi ile aşılabilecek bir durum değil bu. Farklı teşvik mekanizmaları tesis edilmeli. Tek bir ders için, hocanın büyük ihtimalle üstün körü okuyacağı bir makale için bu kadar emek vermeye gerek var mı diye soruyor öğrenciler. Nispeten de haklılar. Bu yüzden bu makaleleri prestijli yayınlarda yayınlayabilseler yahut bunları lisans düzeyinde kongrelerde sunmak durumunda kalsalar; kişiye özel makale piyasasının biraz önüne geçilebilir diye düşünüyorum.
Bir kişinin makale yazımı sürecinde yardım almasında, nereye bakması gerektiğini sormasında bir sorun yok. Gerekirse bunu para karşılığında da yapabilir, mühim olan günün sonunda ortaya çıkan ürünün kendi emeği olması. Bu açıdan bakıldığında, dürüst konuşmak gerekirse, bu tarz piyasaların doğmasında akademisyenlerin de kabahati var. Doğru düzgün ofis saati ayarlanmazsa, daha önce hiç makale yazmamış bir çocuk “denize düşsün yüzmeyi öğrenir” mantığıyla tek başına bırakılırsa olacağı da budur.
Yazının başlığında geçen domain alınmış, baktım. Bu yazıdaki iş için mi kullanacaklar acaba? Merak ettim doğrusu.
S.S. - Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler & Ekonomi
A. Murat Eren - ?
Geçtiğimiz ay "Türkiye Akademisinin Arka Sokaklarından Tez Manzaraları" başlıklı bir yazı kaleme almış, çeşitli üniversitelerden etik açıdan problemli tezlere örnekler vermiştim:
http://subjektif.org/2012/09/turkiye-akademisinin-arka-sokaklari/
Yazının Cumhuriyet Gazetesi'nin Bilim ve Teknik ekinde yer almasının ardından ODTÜ Cumhuriyet Gazetesi'ne bir tekzip yazısı yayınlatmayı uygun görmüş.
Yazının gazetede yayınlandığı hali burada:
http://subjektif.org/2012/09/turkiye-akademisinin-arka-sokaklari/
Yazının Cumhuriyet Gazetesi'nin Bilim ve Teknik ekinde yer almasının ardından ODTÜ Cumhuriyet Gazetesi'ne bir tekzip yazısı yayınlatmayı uygun görmüş.
Yazının gazetede yayınlandığı hali burada:
ODTÜ'den tam 11 profesörün bir araya gelip bu içerikte bir yazı kaleme almış olmalarından tam anlamı ile utanç duydum.
Bırakın "saygın bir üniversite" olmanın verdiği sorumlulukla Türkiye'deki akademik problemlerin doğasına dair ortaya atılan iddialar üzerine fikir beyan etmeyi, ya da ne tür adımlar atılması gerektiğine dair tartışmaya katılmayı, metin açık açık bu tür kanaât yazılarının örtbas edilmesini salık veriyor. Gerekçe de ODTÜ'nün "çok saygın bir üniversite" olması.
Yazının özeti benim gözümde şöyle:
Metinde tezler içerisindeki "tekrarlanan içerik" yetkin kişilerce değerlendirilmelidir diyorlar. Yetkin kişi olmak için ne gerekiyor bilmiyorum. Ama benim ya da yazıdaki raporları kaleme alan anonim akademisyenlerin harcı olmadığı belli. Belki de ODTÜ gibi saygın bir üniversitenin bir araya getirdiği etik kurulunda yer almak gerekiyordur yetkin sayılmak için? Bu durumda ODTÜ'ye sormak istiyorum: ODTÜ'nün etik kurulundaki yetkin kişiler Dr. Sinan Bilikmen ile ilgili şikayetlere dair ne yaptı? İddialar değerlendirdi mi? Bir sonuca varıldı mı? Varılmadı değil mi. Peki neden varılamadı?
İnsan merak ediyor.
19 Ekim 2012
AÇIKLAMA - Bilim Teknik 19.10.2012 (CBT)
Sayın A. Murat Eren
Cumhuriyet Bilim ve Teknoloji (BT) Eki
21 Eylül 2012 tarihli Cumhuriyet gazetesinin aynı tarihli “Bilim ve Teknoloji” ekinde “Türkiye’den Tez Manzaraları: öğrenciler ve Danışmanlar” başlıklı yazınızda ; İstanbul Teknik Üniversitesi: Tezlerin tamanını fotokopi olarak gönderiyorlar! şeklinde bir bilgi yayımlanmıştır.
Kamuoyunun net bir biçimde bilgilendirilmesini sağlamak üzere, aşağıdaki açıklamanın yapılmasına ihtiyaç duyulmuştur:
İstanbul Teknik Üniversitesi bünyesinde üretilmiş ve
üretilmekte olan yüksek lisans ve doktora tezlerinin İstanbul Teknik
Üniversitesi kütüphanelerinde araştırma amaçlı çoğaltılması; telif
nedeniyle tamamının değil yazar izniyle tezin en fazla %10-15’ini
geçmemesi şartıyla kütüphane içerisinde mümkün olabilmektedir. Ancak
bazen tezlerin fotokopi edilmesi sırasında fiziksel koşulların neden
olduğu kısıtlar(fakültelerin fotokopi hizmetleri) kullanıcı ihlallerine
neden olabilmektedir.
Sonuç olarak, İTÜ Kütüphanesi tezlerin “tamanının” fotokopi
yoluyla kopyalanmasına kesinlikle izin vermemektedir. Cumhuriyet BT
Ekinde yer alan sözkonusu bilgilerin yukarıdaki açıklamalar çerçevesinde
düzeltilmesini ayrıca bu açıklamanın 5817 sayılı Basın Kanunu’nun 14.
maddesine istinaden aynı sayfada, aynı başlık altında yayımlanmasını
kanuni haklarımız saklı kalmak suretiyle rica ederiz.
İTÜ Kütüphane ve Dokümantasyon Daire Başkanlığı
18 Ekim 2012
Işıl Öz - 'Akademik çevre kendi içinde özeleştiri yaparken sesini yükseltmeli' (T24)
A. Murat Eren, 'Öğrenciler, akademisyenler, gerek yazarak gerek dışarıya çıkarak bilim etiğini hiçe sayan meslektaşlarını ve gevşek tutum ortaya koyan yöneticilerini protesto etmeli' dedi.
‘Türkiye Akademisinin Arka Sokaklarından Tez Manzaraları’ başlığı ile subjektif.org’da yayımlanan yazının dikkat çekeceğini daha önce T24’te yazmış, bu eleştirileri açıkça dile getirmenin öneminin altını çizmiştik. Yazıyı hazırlayan bilgisayar bilimleri alanında doktora sahibi, mikrobiyal ekoloji alanındaki çalışmalarını doktora sonrası araştırmacı olarak Amerika Birleşik Devletleri’nde sürdüren A. Murat Eren, çoğunlukla e-posta ile gelen görüşlerde ortak bir ruh hali olduğundan bahsetti. Eren, akademik çevrenin kendi içinde özeleştiri yaparken sesini yükseltmesi gerektiğinin altını çizdi: Söz konusu akademi olunca herkes yorgun, dertli ve karamsar. Dışarıda akademideki muhtemel bir düzelme için bu konuda daha fazla ses çıkarılması gerektiğini idrak etmiş geniş bir kitle olduğunu düşünüyorum.
Eren, yurtiçi ve yurt dışıdaki birçok akademisyenden teşekkür içerikli mesaj aldığını söyledi yalnız bu tepkilerin çoğunun özel iletişime sıkışıp kalmasının üzüntü verici olduğunun altını çizmekten de kaçınmadı: “Türkiye’de akademinin daha istikrarlı bir gelişim sürecine girmesinin, özel iletişim kanallarından verilen tepkiler ile açıktan verilen tepkiler arasındaki orantısızlığa bir denge gelmesi ile mümkün olabileceğine inanıyorum. Öğrenciler, akademisyenler, gerek yazarak gerek dışarıya çıkarak bilim etiğini hiçe sayan meslektaşlarını ve gevşek tutum ortaya koyan yöneticilerini protesto etmeli. Öte yandan ifade özgürlüğünü tam olarak özümseyememiş bir toplumda problemleri açıkça dile getirmenin risklerini kariyerinin henüz ilk basamaklarında öğrenmiş kişilerin bir anda eleştiren, tartışan bireylere dönüşmeye ikna olmalarını beklemenin haksızlık olduğunun da farkındayım. Bununla beraber zaman içerisinde bir düzelme ummaktan başka bir alternatif göremiyorum. Çünkü akademinin bugününü hazırlayan tepkisizlik yarınının da bugünden farklı olmayacağının garantisi.”
'Kötü akademi kendi kendisini finanse ediyor'
Yazıda, etik ve bilimsel açıdan kusurlu tezlerden örnekler sunuluyor. Birçoğu aynı danışmanın farklı öğrencilerinin tezlerindeki benzerlikleri göz önüne seren bu örnekler, bu öğrencilerin öğrencilerinin de benzer eğilimlerden muzdarip olabileceğini örnekliyor. Türkiye’de akademik ahlaksızlıklara net tepkiler verilmediğinin altı çiziliyor. Yayınlanan tezlere erişimdeki zorluklardan bahsediliyor. Akademik problemlere verilen tepkilerin yetersizliğine ve buna sebep olan yasama ve yürütme problemlerine değiniliyor.
Bilimsel çalışmalarını yakından takip ettiğim birkaç akademisyene ulaştım, bakın konu ile ilgili neler dediler:
Boğaziçi Üniversitesi Çevre Bilimleri Enstitüsü’nden Yard. Doç. Dr. Raşit Bilgin: A. Murat Eren’in özellikle tezlerle ilgili bahsettiği noktalar dikkat çekici idi. Tezler aslında bilimsel makalelere göre çok daha az görünürlülüğe sahip, şu anda makalelere global olarak ulaşmak görece bayağı kolay olmasına rağmen, tezlere ulaşmak daha zor. Bunun bir sebebi, araştırmacıların belli bir konuda genel olarak katalog taraması yaptıklarında (google scholar’dan mesela), tezlere makaleler kadar rahat ulaşamaması ile ilgili. Yani makaleler ile ilgili genel olarak neredeyse global olabilecek bir kontrol mekanizması varken, tezler için durum böyle değil, neredeyse dünyada her üniversitenin kendine özel, dijital olarak tez paylaşma(ma) politikaları var. Tezlerin görünürlüğünü ve ulaşılabilirliğini arttırmak gerekli. YÖK’e artık yapılan her tezin dijital kopyaları da gönderilmekte, belki bu tezlerin veritabanlarıyla bağlanarak daha ayrıntılı olarak incelenmesinin önünü açmak ve intihale karşı kontrol etmek, kısmi bir çözüm olabilir. Ama sorumluluğun büyük bir kısmı tez danışmanlarına ve öğrencilere düşüyor. Danışmanların tez öğrencilerine intihalin ne olduğunu çok iyi anlatması, öğrencilerin de tezlerini yazarken buna son derece dikkat eder bir şekilde tezlerini yazmaları gerekiyor. Bazen öğrencilerin alıntılamalarını bilmeden eksik yapıp, sonrasında da hocaların gözünden kaçma ihtimali de var. Ama bunu önemsemeyen ve bilerek intihal yapan kişilerle ilgili belki Eren’in yaptığı gibi bir bakıma dedektiflik içeren önlemler gerekli olabilir.
Yeditepe Üniversitesi’nden Yard. Doç. Dr. Kaan Öztürk: Bilimsel ahlâksızlık yapanlar ceza almak bir yana, yükselerek dekan, rektör, hatta bakan olabiliyorlar. Mahkemeler akademik anlayışa uymayan gerekçelerle intihalcileri beraat ettiriyor. Öte yandan ahlâksızlıklara karşı ses yükseltmek isteyen dürüst bilimciler “başıma birşey gelir mi” korkusu içindeler. Bu durum tersine dönmeli. Dünyada akademik ahlâk, açık kontrol ve sert eleştiri mekanizmalarıyla muhafaza edilir.
Bilimsel çalışmalar (tez, tebliğ, makale, vs.) herkesin değerlendirmesine açık olmalıdır. Ahlâksızlıklara dikkat çekenlerin kariyerlerinin baltalanması korkusu ortadan kaldırılmalıdır. Ve nihayetinde, akademik ahlâksızlık yapanların ciddi cezalar alması sağlanmalıdır. Bu bağlamda yargıçların da akademik etik prensipleri konusunda eğitilmesi, gerekirse yasalardaki tanımların değiştirilmesi önemlidir.
Bu şartlar sağlandığında, akademik dünya kendi dinamiği içinde ahlâksızlıkları dışlayabilecektir.
Harvard Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden Dr. Ömer Gökçümen: Türkiye akademisinin birçok problemi olduğu doğru. Daha önceki yayınlar intihalin ne kadar yaygın olduğunu gözler önüne sermişti. Bunun dışında, benim gördüğüm kadarı ile Türkiye’deki en büyük sorunlardan birisi, akademi içindeki güç dinamiklerinin, genel olarak akademik nitelikten ziyade politik ve daha önemlisi kişisel ilişkiler üzerinden yapılanması. TÜBA’daki yeni düzenlemeden, rektör seçimlerine, doçentlik sınavlarından asistanlıkların dağıtılmasına kadar bunu örneklendirmek mümkün. Bu durum, hem nitelikli araştırmacıların yükselmesini zorlaştırıyor, hem de üniversitenin hedeflerinin ve kültürünün şekillenmesinde tepeden inme bir kültür yaratıyor. Kanımca şu andaki yönetimin üniversitelerden beklediği, politik olarak suya sabuna dokunmayan, ekonomik gelişime odaklı ve temelde teknoloji ve nitelikli çalışan, üreten bir kurum olarak kendini yenilemesi. Ancak, bu çok sığ ve kısa dönemli bir düşünüş. Ne yazık ki Avrupa ve Amerika akademisinin finansal sıkıntıları ve Çin'in farklı, daha az özgür bir akademik modelle akademik dünyayı değiştirmeye başlamış olması, ortaya bir ideal model koymayı zorlaştırıyor. Yine de, üniversiteyi, bilgiyi üreten ve koruyan, toplumun ahlaki pusulası olarak güvenilen, değer üreten, nitelikli vatandaşlar yetiştiren ve belki de en önemlisi, özgür, gerektiğinde radikal fikirleri bünyesinde barındıran bir kurum olarak düşünmemiz gerektiğine inanıyorum.
Çözüm aslında konsept olarak çok basit: Akademik özgürlük
“Özellikle genç ve kariyerlerinin başlangıcında olan akademisyenlerin ve lisans ve lisans-üstü öğrencilerinin, kendi kariyerlerinin etkileneceğinden korkmadan özellikle üniversite ile ilgili olan eleştirilerini seslendirebilmeleri gerekli. Çünkü üniversitenin uzun vadeli önemini, neden özerk üniversitelerin önemli olduğunu akademisyenlerden başka kimsenin inandırıcı bir şekilde anlatabileceğini zannetmiyorum. Ancak şu andaki üniversite ikliminde, insanların bu tip bir söylemi şekillendiremediğini düşünüyorum. O yüzden yapılması gereken en büyük ve etkili reformun akademik özgürlüğün, sadece devlet kurumlarıyla ve hükümetle olan ilişkilerde değil, üniversite içinde yerleşmiş hiyerarşi bağlamında da sağlanması şart. Bunun da en pratik yolunun, şu andaki atama, kurum içinde yükselme, doçentlik vb. gibi insanların kariyerleri ile ilgili dinamiklerin yeniden düzenlenmesi olduğu kanaatindeyim.”
16 Ekim 2012
Akademik hırsızlıklar mahkemelik (KIBRIS)
Yükseköğretim Planlama, Denetleme, Akreditasyon ve Koordinasyon Kurulu (YÖDAK) Başkanı Prof. Dr. Hasan Ali Bıçak, intihal ve kopyalama iddialarının kurulca yakından takip edildiğini açıkladı.
Bıçak, iki yıldır yapılan çalışmalar çerçevesinde üniversiteler bünyesinde etik kurullar oluşturulmasında görüş birliği sağlandığını, konunun son olarak 10 Ekim’de rektörlerle görüşüldüğünü açıkladı.
Bıçak, “intihal ve kopyalama iddiaları” konusunda yaptığı yazılı açıklamada, akademik çevrelerde ve medyada tartışılan intihal ve kopyalama konusuna YÖDAK’ın ilgisiz kaldığı yönündeki yazıları üzüntüyle karşıladıklarını belirtti.
Yükseköğretim kurumlarının saygınlığının korunması açısından intihal ile mücadelenin çok önemli olduğuna inandıklarını ifade eden Hasan Ali Bıçak, iki yıl önce YÖDAK Üyesi Prof. Dr. Umay Günay’ın koordinatörlüğünde üniversitelerin temsilcilerinin de katılımıyla bir dizi “Etik Danışma Kurulu” toplantısı yapıldığını ve intihalle mücadele için üniversiteler bünyesinde “Etik Kurulları” oluşturulması ve bu konudaki hukuki düzenlemelerin tamamlanması hususunda genel bir konsensüs sağlandığını anlattı.
Bıçak, akademisyenlerin ve üniversitelerin saygınlığını korumak ve haklarında iddia ortaya atılan akademisyenlere de kendilerini savunma olanağı sağlamak üzere, “Etik Kurulların” iddiaları inceleyerek sonuçları YÖDAK’a iletmesi konusunda 26 Eylül 2012 tarihinde tüm üniversitelere yazılar yazdıklarını ve hassasiyet istediklerini bildirdi.
“ÜNİVERSİTELER ARAŞTIRIYOR… BAZILARI YARGIYA İNTİKAL ETTİ”
10 Ekim’de üniversite rektörleriyle YÖDAK’ta toplantıda da konunun ele alındığını kaydeden Prof. Dr. Bıçak, şu bilgileri aktardı:
“Rektörlerimizin de konu üzerinde hassasiyetle durdukları memnuniyetle müşahade edilmiştir. Gelinen aşamada bazı üniversitelerimizde “Etik Kurulları” çalışmaları halen sürdüğü, bazı üniversitelerimizde ise bahse konu iddiaların yargıya intikal ettiği ve işlem yapmak için yargı sürecinin sonucunun beklendiği öğrenilmiştir.
65/2005 Sayılı Yükseköğretim Yasası’nın verdiği yetkiler çerçevesinde üniversiteler bünyesinde ele alınıp değerlendirilen iddiaların YÖDAK tarafından da yakından takip edildiğinin kamuoyunca bilinmesinde fayda vardır.”
“ABARTILAR ZARAR VERİR… HERKES DİKKATLİ OLMALI”
YÖDAK Başkanı Prof. Dr. Hasan Ali Bıçak, intihal olaylarının istisnai olaylar olduğunu ve sistemin bütününü kapsayan bir durummuş gibi abartılı şekilde gündemde tutulmalarının yükseköğretim kurumlarına zarar vereceğinin bilinciyle konuyla ilgilenen herkesin son derece dikkatli davranması gerektiğini vurguladı.
Bıçak, meselenin son derece şeffaf bir şekilde ele alındığını ve sonuca ulaştıkça hem akademik çevreler, hem de kamuoyuyla paylaşacaklarını da duyurdu.
Derviş Doğan - YÖDAK intihal iddialarını araştırıyor mu? (Havadis Kıbrıs)
İntihal!
Şiir ya da bilimsel çalışmaların çalınması, yani bir nevi düşünce hırsızlığı.
Kısacası bir suç.
Hatırlayacaksınız bundan bir müddet önce ülkemizde akademisyen kimliği taşıyan birtakım insanların intihal yaptıklarına dair iddialar ortaya atılmış ve bu iddialar bazı argümanlarla da desteklenmişti.
Peki bu iddialar doğru muydu?
Elbette bu sorunun cevabı bende değil.
Ama böylesi iddiaların dayandığı nokta her neyseydi bunun araştırılması da gerekirdi.
Hangi kurum tarafından?
YÖDAK!
Ve doğal olarak Eğitim Bakanlığı tarafından.
Ama görüyorum ki, ülkenin en büyük sorunlarından bir tanesi olan hasıraltı etme becerisi burada da etkili olmuş.
En azından bana ulaşan bilgilerde böyle bir soruşturmanın şu ana kadar yapılmadığıdır.
Halbuki iddiaların ortaya atıldığı gün itibarıyla bu araştırmalar başlatılmalıydı.
Bu hem YÖDAK için gerekli bir adımdı.
Hem de bu iddialarda adı geçen insanların töhmet altında kalmamaları adına önemliydi.
YÖDAK işlevi itibarıyla bugün hala siyasi otoritenin gölgesinde işlev gören ve yüksek öğrenimi denetleyen bir mekanizmadır.
Ne kadar denetler?
Ya da ne kadar etkili olur.
Bu tartışılır.
Kuşku yok ki her şeyden önce bu kurum siyasetin inisiyatifinden arınmalı ve özerk bir yapıyla bu işlevini sürdürmelidir.
Ancak her şeye rağmen bu iddialar karşısında hiçbir açıklamayı kayda değer bulmayan, araştırmayan bir zihniyetle de bu gibi kurumların adil bir yapı oluşturması pek mümkün değildir.
Burada profesörler, doçentler, doktorlar kısacası akademik kariyer yapmış insanlar görev yapmaktadır.
Konuya bu bağlamda ilgisiz kalmalarını doğrusunu isterseniz anlamak mümkün değildir.
Kaldı ki intihal önemli bir suçtur.
Bilgi hırsızlığıdır.
Başkasının düşüncesini gasbetmektir.
Sırf bu nedenle Macaristan Cumhurbaşkanı’nın görevinden istifa ettiğini biliyoruz.
Birçok akademisyenin aynı nedenle görevlerinden el çektirildiği de biliniyor.
Fakat her şeyden önemlisi bu insanlar başkalarına da bilgi aktarma gibi bir de misyona sahiptirler.
Yani öğreticidirler.
Tek başına bu bile söz konusu iddiaların araştırılması için bir nedendi!
O yüzden diyorum ki.
YÖDAK ve nihayetinde bağlı bulunduğu siyasi mevki.
Hiç vakit kaybetmeden bu konunun üzerine gitmelidirler.
Eğer bu anlamda tespit edilen intihal suçu da varsa gereğini hiç vakit kaybetmeden yapmalıdırlar.
Bu ülkede her türlü yanlışın üzerini örterek bir yere gelinmeyeceği aşikardır.
Artık bir yerden başlayıp temiz bir toplum için herkes yüreğini ortaya koymalıdır.
Aksi takdirde bu yanlışların yarattığı pislikte gırtlağına kadar batmış bir toplum olarak yaşayıp gitmeye mahkumuz.
Burada da tercih YÖDAK’ın!..
Orada akademik kariyer yapmış insanlar var.
En azından biz öyle biliyoruz.
Bu suskunluğun, eğer ortada böylesi bir suç varsa onları da ortak ettiği bilinmelidir.
Ama denilebilir ki üzerimizde siyasi baskı var.
Olsun.
Çıkın açıklayın.
Deyin ki araştırmamızı istemeyenler var.
Deşifre edin.
Bu toplumda akademik kariyer yapmış insanlarsınız.
Nihayetinde görevden el çektirseniz ne olacak ki?
Kaldı ki böyle bir nedenle görevinizden alınacaksanız bu sizlerin onuru olur.
Zira günün sonunda ifa edilen mesleğin itibarı söz konusudur.
Ve Eğitim Bakanlığı!
Bunca iddiaya rağmen hala YÖDAK’tan bu konuda bir araştırma talep edilmemişse.
Vay halimize diyorum!
Eğer durum böyleyse o zaman da işin içinde olan akademisyen kimliği taşıyan cesur yüreklere ihtiyaç vardır.
Çıkın, araştırın, ispatlayın toplumun önüne koyun.
Koyun ki töhmet altında kimse kalmasın.
Akademisyen kimliği taşımak öyle göründüğü kadar kolay değil.
Ki bunu en iyi bilen yine sizlersiniz.
Yıllarca çalış, didin, ailenden al, çocuğundan al sağlığından al.
Bir yerlere gel.
Sonra bir başka birileri de senin yaptığını çalsın, senin düşünceni düşüncesiymiş gibi sunsun.
Var mı böyle bir şey?
Evet maalesef varmış.
15 Ekim 2012
İstifa Edecek Mi? Federal Eğitim Bakanı Schavan’a intihal şoku (ZAMAN Almanya)
TAYFUN GİRGİN (Berlin)
Hıristiyan Demokrat Partili (CDU) ve Federal Eğitim Bakanı Annette Schavan’ın 32 yıl önce Düsseldorf Üniversitesi Felsefe Fakültesi’nde yazdığı “Kişi ve Vicdan” konulu tezini Düsseldorf Üniversitesi, iddialar üzerine incelemeye alarak, tezin bazı bölümlerinde ‘kasıtlı aldatma’ yapıldığını ortaya çıkardı.
Hıristiyan Demokrat Partili (CDU) ve Federal Eğitim Bakanı Annette Schavan’ın 32 yıl önce Düsseldorf Üniversitesi Felsefe Fakültesi’nde yazdığı “Kişi ve Vicdan” konulu tezini Düsseldorf Üniversitesi, iddialar üzerine incelemeye alarak, tezin bazı bölümlerinde ‘kasıtlı aldatma’ yapıldığını ortaya çıkardı.
Anonim intihal avcılarının Schavan’ın doktora tezinde temiz bir
çalışma sergilemediğini iddia etmesinden sonra Spiegel’de yayınlanan bir
habere göre Düsseldorf Üniversitesi’nde yapılan incelemede Schavan’ın
doktora tezinin bazı yerlerinde intihal yöntemleri kullandığı sonucuna
varıldı.
Önümüzdeki Çarşamba günü Düsseldorf Üniversitesi’nden üç profesör,
iki bilimsel araştırmacı ve bir de öğrenci temsilcisinden oluşan komite
toplanacak. Komite daha sonra aldığı kararı fakülte danışma kuruluna
sunacak ve kurul Schavan’ın doktora unvanını elinden alıp almamaya karar
verecek.
Schavan’ın sözcüsü ise, Bakan’ın Düsseldorf Üniversitesi’nin
raporundan haberdar olmadığını belirterek, Schavan’ın “Hakkımda yapılan
iddialar beni derinden etkiledi. Fakülte bana fırsatını verdiği anda
dikkatli bir inceleme sonrasında açıklamada bulunacağım.” sözlerini
aktardı.
Düsseldorf Üniversitesi ise Schavana yanıt olarak, “Bu süreci takip
eden organlar hiçbir zaman kamuoyuna yorum yapmadı veya spekülasyonlara
girmedi ve girmeyecektir de.” açıklamasını yaptı.
Annette Schavan’ın 1980 yılında Düsseldorf Üniversitesi’ne sunduğu
351 sayfalık doktora tezi aradan geçen 32 yıl sonra yeniden aynı
üniversite tarafından incelemeye alındı. Bakan Schavan’ın tezinde
kaynakların tamamını listelemediği ve bazı bölümlerde kaynakları
gizlediği öne sürülüyor. İddiaların doğru çıkması halinde Schavan’ın
istifası gündeme gelebilecek.
Daha önce de Federal Savunma Bakanı Karl Theodor zu Guttenberg benzer
bir intihal skandalı sonucu görevinden istifa ederek Almanya’dan
ayrılmıştı. Hıristiyan Sosyal Birlik Parti CSU’lu politikacı, ardından
Amerika’ya yerleşerek çalışmalarına burada devam edeceğini açıklamıştı.
Bilimsel Yayında Sahtekârlık (SABAH)
Yanlış hatta düzmece olduğu için geri çekilen bilimsel yayınların sayısındaki artış, dergi editörlerini ve etik uzmanlarını kaygılandırıyor. Geri çekilen yayınlar geçen yıl çıkan muazzam sayıdaki yayının küçük bir kısmını oluştursa da, bunlar birçok bilim insanını uygunsuz davranışa iten baskılar hakkında anlamlı bir fikir veriyor. Bilim dergisi Nature geçen yıl, basılıp geri çekilen yayınların sayısı son on yılda 10 kat artarak yılda 300'ü geçerken, yayınlanan makale sayısının sadece yüzde 44 arttığını hesapladı. Dergi bu yayınların yarısının utandırıcı yanlışlar; diğer yarısının da intihal, sahte veri ve değiştirilmiş imajlar gibi suiistimaller nedeniyle geri çekildiğini belirtti. ABD Ulusal Bilimler Akademisi'nin dergisinde yayınlanan yeni bir bilimsel çalışma, suiistimallerin düzeyinin sanılandan da kötü olduğu sonucuna vardı. Biyomedikal ve yaşam bilimleri alanlarında yayınlanıp geri çekilen 2 bini aşkın makaleyi inceleyen araştırmacılar, sebebi belirleyebildikleri vakaların dörtte üçünde gerekçenin suiistimal olduğunu buldu. Sorun dünyanın her yerinde görülüyor. Geri çekilen makaleler 50'yi aşkın ülkede yazılırken, sahtekârlıkların veya şüpheli vakaların çoğu ABD, Almanya, Japonya ve Çin'de meydana geldi. Araştırmacılara göre çoğu dergi bir makalenin neden geri çekildiğini açıklamadığı için, sorun yeni tahminlerin gösterdiğinden daha büyük olabilir. Yayın çekme ve sahtekârlık vakalarının niçin arttığı konusunda birçok görüş var. İyimser açıklamaya göre, dergiler artık internet üzerinden yayınlandığı ve daha geniş bir kitleye ulaştığı için uzmanların hatalı ve hileli yayınları belirlemesi kolaylaştı. Kötümser açıklamaya göre, bir keşfi yapan ilk kişi olma ve bunu saygın bir dergide yayınlama yönündeki baskı, bilim insanlarını saçma hatalar yapmaya hatta verileri çarpıtmaya itiyor. Çözümler belli olmasa da, editörler ile hakemlerin daha dikkatli olması gerektiği çok açık.
8 Ekim 2012
30 Eylül 2012
Tufan Erhürman - İNTİHAL (YENİ DÜZEN)
Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde yüksek lisansa başladığım ilk dönemde, en az zamanda en çok ve önemli şeyi “Bilimsel Araştırma Teknikleri” dersinde öğrenmiştim. Bu derste, o zamanın teknolojisiyle (henüz internet yoktu) bilimsel araştırmanın ve bir makalede ya da kitapta atfın nasıl yapılması gerektiğini öğretmişti hocamız bize. Konular birkaç haftada bitmiş olmasına karşın, haftalarca süren bazı derslerde öğrendiklerimi unuttum da, o derste öğrendiklerimi meslek hayatım boyunca hep kullandım.
Özellikle makale ya da kitap yazılırken atfın nasıl yapılacağını bilmek çok önemliydi. Bir kitaptan ya da makaleden alıntı yaparken, aynen alıntı yapılıyorsa, bu tırnak içinde gösterilmeli ve mutlaka dipnot verilmeli, aynen alıntı yapılmadığı durumlarda da görüşlerinden yararlanılan yazarlardan ve eserlerinden dipnotta söz edilmeliydi.
Belki fazla saf oluşumdandır, o gün bu gündür, hâlâ, bu kadar kolay öğrenilebilen bir şeyin neden öğrenilemediğini ya da öğrenilmesine karşın neden uygulanmadığını anlayamıyorum. Anlayamama sebebim şu: Ben, bir akademisyenin başta gelen özelliğinin, durmadan okumak, alanındaki, hatta alanına yakın alanlardaki yeni yayınları sürekli takip etmek olduğunu düşünüyorum. Bu özelliğe sahip olan bir kişi için, okuduğu ve yararlandığı yayınlara atıf yapmak üzücü değil, sevindirici bir şeydir. Eğer birilerine bir şey göstermek ya da kanıtlamak gerekiyorsa, göstermekle ya da kanıtlamakla en çok övünülecek şey, bir makaleyi ya da kitabı yazmadan önce, o alanda yazılmış olan pek çok eseri okuduğunuzu ortaya koymaktır. Bu da, ancak çok sayıda atıf yapmakla mümkündür.
Sanırım böyle düşündüğüm içindir ki Yenidüzen’in “adres” ekinde yazdığım, iki sayfalık, çoğunlukla uzmanlık alanıma ilişkin olmayan, dolayısıyla akademik hayatta bana unvan ya da başka herhangi bir şey kazandırması ihtimal dahilinde bulunmayan yazılarda bile, bazen yedi-sekiz esere atıf yapmaktan gocunmam, hatta açıkçası mutluluk duyarım. Hadi tevazuu bırakayım bir yana, açık söyleyeyim: Bununla övünürüm. Hep söylerim, yazdıklarımla övünmek haddim değildir, onların iyiliklerini, kötülüklerini okuyucu takdir edecektir ama okuduklarım ve iyi bir okuyucu olduğum konusunda asla mütevazı değilim.
İşte son zamanlarda ülkemizde her nedense gittikçe yaygınlaşan intihal olayına da bu noktadan baktığım için yapılanları anlamakta güçlük çekiyorum. Özellikle isimlerini takdirle anmadan geçilmemesi gereken iki akademisyen, Umut Özkaleli ve Ömür Yılmaz, bu konuya hassasiyetle eğilmekte, her gün yeni intihal iddialarını (ortada mahkeme kararı olmadığı için “iddia” diyorum ama bu iki akademisyenin iddialarını her zaman dikkatle incelenmesi gereken belgelerle birlikte ortaya koyduklarını da belirtmek istiyorum) gündeme getirmektedirler.
Akademik yükseltme kriterlerinin çoğu zaman içerikten bağımsız bir biçimde birtakım dergilerde yayınlanan makalelerin getirdiği puanlara göre belirlendiği bir sistemde, insanların bu dergilerde yayın yapmak için kendilerini paralamalarını, kabul etmesem (ve bunu ısrarla reddetsem) de anlayabiliyorum. Yrd. Doç., Doç., Prof. olmak, dahası bu unvanların karşılığı olan maaşları alabilmek bence bu mesleğin sağlayabileceği birçok başka tatminin karşısında geri plandadır ancak kimileri için çok önemli olabilir. Amenna! Ama bunları yapabilmek için başkalarının yazdıklarını ilk kez kendiniz yazıyormuş gibi kullanmanın, başkalarının emeğini, düşüncesini çalmanın (hadi günümüzdeki genel yozlaşma çerçevesinde bunları da anlamlandırdık diyelim), “ben bunları da okudum” demenin keyfinden, gururundan kendinizi mahrum bırakmanın sebebi nedir?
İş bu kadarla kalsa, belki de kapitalizm, yozlaşma, hırsızlığın her alanda meşrulaştırılması, rekabet, para hırsı gibi sebeplerle açıklanabileceğini düşünüp, “lanet olsun, ne hâlleri varsa görsünler” diyebilir insan. Oysa intihal hadisesi öyle boyutlara vardı ki bu ülkede, artık bir sosyal olgu olarak ele alınıp üzerinde düşünülmesi gerekiyor galiba. Akademisyenler, yalnızca kendilerine “puan” getirecek akademik yayınlarda değil, günlük ya da haftalık gazete yazılarında bile intihal yapabiliyorlar. Dahası, akademisyen olmayanlar da kapılmış durumda bu rüzgâra. Onlar da, onun bunun yazdıklarından kırptıklarını alt alta yapıştırarak, gazete sayfalarında boy gösteriyorlar. Buna benzer bir iki olayı gaile de yaşamak zorunda bırakıldı geçmişte. Yayın Kurulu olarak sudan çıkmış balığa döndük. Böyle çirkin girişimlere alet edildiğimize mi yanalım, insanların ne yapmaya çalıştıklarına bir türlü kafamızın basmamasına, bu toplumda olan biteni anlamakta her gün biraz daha başarısız olduğumuza mı, bilemedik!
Elbette, KKTC’deki akademisyenlerin tek sorununun intihal olduğunu düşünmemek lazım. Akademisyenliğin öğretmenlik, hatta memuriyet gibi icra edilmesinden tutun da, okumamaya, kendini geliştirmemeye, yazıp çizmemeye, diplomayı aldıktan sonra “oldum” sanmaya, fil dişi kulelere kapanıp toplum sorunlarıyla ilgilenmemeye, üniversitede yöneticilik yapmayı akademisyenlik saymaya, karşılığında para ya da unvan olmaksızın kılını kıpırdatmamaya, bilimsel araştırmayı projeciliğe indirgemeye varana kadar pek çok sorunu var ülkemiz akademisyenlerinin. Ama bunlar var diye, akademide en kabul edilemez davranışlardan biri olan intihali görmezden gelmek mümkün değil elbette.
Bu noktada, bu ülkede gitgide bir ekonomik sektörden ibaret hâle gelmeye başlayan üniversitede, bu sektörün baronlarını karşılarına alma riskini de göze alarak intihal vakalarını ortaya çıkarmayı kendilerine görev bilen Umut Özkaleli ile Ömür Yılmaz’a teşekkür borçluyuz hepimiz. Belki onların sayesinde, cehaletse bunun sebebi, yazıp çizmeye soyunanlar bir bilimsel araştırma el kitabı okumak, ahlaksızlıksa, bunun bedelini ödemek zorunda kalırlar.
Ama ben bitirirken, bana göre bu işin sırrı olan noktanın altını bir kez daha çizmek istiyorum: Gazetecilerin, politikacıların, öğretmenlerin, akademisyenlerin, hatta edebiyatla uğraştığını iddia edenlerin bile okumayı zül addettiği, birileriyle konuşarak her şeyin öğrenilebileceğinin sanıldığı bir ülkede anlamsız gelebilir söyleyeceğim şey ama ben hâlâ inanıyorum ki okumaksızın doğru dürüst yazmak imkânsızdır. Okuyan insanın doğal davranışı da, okuduğunu saklamak değil, paylaşmak ve çok okumakla gurur duymaktır. Bu konuda mücadele verenlerin çabalarını asla küçümsemiyorum ve çok önemsiyorum ama bu düşünce yerleşmedikçe, gazetelerde de, akademik yayınlarda da intihalin tamamen ortadan kaldırılması mümkün olmayacaktır bence. Paranın, içi boş olsa da unvanın, şanın, şöhretin bu kadar prim yaptığı bir ortamda, akademisyenin veya gazete yazısı yazanın intihal yapması, iş insanının vergi kaçırmasının, çalışanının sigortasını yatırmamasının, siyasetçinin para ve istihdam karşılığında oy istemesinin, sıradan yurttaşın oyunu satmasının akademideki yansımasından başka bir şey değildir. Kısacası, ahlaksızlık üzerinde kurulmuş bir sistemde, doğal olarak sistemin parçası olan akademisyenin de bu ahlaksızlıktan payını almasına, herhâlde ve maalesef şaşmamak gerekir!
Özellikle makale ya da kitap yazılırken atfın nasıl yapılacağını bilmek çok önemliydi. Bir kitaptan ya da makaleden alıntı yaparken, aynen alıntı yapılıyorsa, bu tırnak içinde gösterilmeli ve mutlaka dipnot verilmeli, aynen alıntı yapılmadığı durumlarda da görüşlerinden yararlanılan yazarlardan ve eserlerinden dipnotta söz edilmeliydi.
Belki fazla saf oluşumdandır, o gün bu gündür, hâlâ, bu kadar kolay öğrenilebilen bir şeyin neden öğrenilemediğini ya da öğrenilmesine karşın neden uygulanmadığını anlayamıyorum. Anlayamama sebebim şu: Ben, bir akademisyenin başta gelen özelliğinin, durmadan okumak, alanındaki, hatta alanına yakın alanlardaki yeni yayınları sürekli takip etmek olduğunu düşünüyorum. Bu özelliğe sahip olan bir kişi için, okuduğu ve yararlandığı yayınlara atıf yapmak üzücü değil, sevindirici bir şeydir. Eğer birilerine bir şey göstermek ya da kanıtlamak gerekiyorsa, göstermekle ya da kanıtlamakla en çok övünülecek şey, bir makaleyi ya da kitabı yazmadan önce, o alanda yazılmış olan pek çok eseri okuduğunuzu ortaya koymaktır. Bu da, ancak çok sayıda atıf yapmakla mümkündür.
Sanırım böyle düşündüğüm içindir ki Yenidüzen’in “adres” ekinde yazdığım, iki sayfalık, çoğunlukla uzmanlık alanıma ilişkin olmayan, dolayısıyla akademik hayatta bana unvan ya da başka herhangi bir şey kazandırması ihtimal dahilinde bulunmayan yazılarda bile, bazen yedi-sekiz esere atıf yapmaktan gocunmam, hatta açıkçası mutluluk duyarım. Hadi tevazuu bırakayım bir yana, açık söyleyeyim: Bununla övünürüm. Hep söylerim, yazdıklarımla övünmek haddim değildir, onların iyiliklerini, kötülüklerini okuyucu takdir edecektir ama okuduklarım ve iyi bir okuyucu olduğum konusunda asla mütevazı değilim.
İşte son zamanlarda ülkemizde her nedense gittikçe yaygınlaşan intihal olayına da bu noktadan baktığım için yapılanları anlamakta güçlük çekiyorum. Özellikle isimlerini takdirle anmadan geçilmemesi gereken iki akademisyen, Umut Özkaleli ve Ömür Yılmaz, bu konuya hassasiyetle eğilmekte, her gün yeni intihal iddialarını (ortada mahkeme kararı olmadığı için “iddia” diyorum ama bu iki akademisyenin iddialarını her zaman dikkatle incelenmesi gereken belgelerle birlikte ortaya koyduklarını da belirtmek istiyorum) gündeme getirmektedirler.
Akademik yükseltme kriterlerinin çoğu zaman içerikten bağımsız bir biçimde birtakım dergilerde yayınlanan makalelerin getirdiği puanlara göre belirlendiği bir sistemde, insanların bu dergilerde yayın yapmak için kendilerini paralamalarını, kabul etmesem (ve bunu ısrarla reddetsem) de anlayabiliyorum. Yrd. Doç., Doç., Prof. olmak, dahası bu unvanların karşılığı olan maaşları alabilmek bence bu mesleğin sağlayabileceği birçok başka tatminin karşısında geri plandadır ancak kimileri için çok önemli olabilir. Amenna! Ama bunları yapabilmek için başkalarının yazdıklarını ilk kez kendiniz yazıyormuş gibi kullanmanın, başkalarının emeğini, düşüncesini çalmanın (hadi günümüzdeki genel yozlaşma çerçevesinde bunları da anlamlandırdık diyelim), “ben bunları da okudum” demenin keyfinden, gururundan kendinizi mahrum bırakmanın sebebi nedir?
İş bu kadarla kalsa, belki de kapitalizm, yozlaşma, hırsızlığın her alanda meşrulaştırılması, rekabet, para hırsı gibi sebeplerle açıklanabileceğini düşünüp, “lanet olsun, ne hâlleri varsa görsünler” diyebilir insan. Oysa intihal hadisesi öyle boyutlara vardı ki bu ülkede, artık bir sosyal olgu olarak ele alınıp üzerinde düşünülmesi gerekiyor galiba. Akademisyenler, yalnızca kendilerine “puan” getirecek akademik yayınlarda değil, günlük ya da haftalık gazete yazılarında bile intihal yapabiliyorlar. Dahası, akademisyen olmayanlar da kapılmış durumda bu rüzgâra. Onlar da, onun bunun yazdıklarından kırptıklarını alt alta yapıştırarak, gazete sayfalarında boy gösteriyorlar. Buna benzer bir iki olayı gaile de yaşamak zorunda bırakıldı geçmişte. Yayın Kurulu olarak sudan çıkmış balığa döndük. Böyle çirkin girişimlere alet edildiğimize mi yanalım, insanların ne yapmaya çalıştıklarına bir türlü kafamızın basmamasına, bu toplumda olan biteni anlamakta her gün biraz daha başarısız olduğumuza mı, bilemedik!
Elbette, KKTC’deki akademisyenlerin tek sorununun intihal olduğunu düşünmemek lazım. Akademisyenliğin öğretmenlik, hatta memuriyet gibi icra edilmesinden tutun da, okumamaya, kendini geliştirmemeye, yazıp çizmemeye, diplomayı aldıktan sonra “oldum” sanmaya, fil dişi kulelere kapanıp toplum sorunlarıyla ilgilenmemeye, üniversitede yöneticilik yapmayı akademisyenlik saymaya, karşılığında para ya da unvan olmaksızın kılını kıpırdatmamaya, bilimsel araştırmayı projeciliğe indirgemeye varana kadar pek çok sorunu var ülkemiz akademisyenlerinin. Ama bunlar var diye, akademide en kabul edilemez davranışlardan biri olan intihali görmezden gelmek mümkün değil elbette.
Bu noktada, bu ülkede gitgide bir ekonomik sektörden ibaret hâle gelmeye başlayan üniversitede, bu sektörün baronlarını karşılarına alma riskini de göze alarak intihal vakalarını ortaya çıkarmayı kendilerine görev bilen Umut Özkaleli ile Ömür Yılmaz’a teşekkür borçluyuz hepimiz. Belki onların sayesinde, cehaletse bunun sebebi, yazıp çizmeye soyunanlar bir bilimsel araştırma el kitabı okumak, ahlaksızlıksa, bunun bedelini ödemek zorunda kalırlar.
Ama ben bitirirken, bana göre bu işin sırrı olan noktanın altını bir kez daha çizmek istiyorum: Gazetecilerin, politikacıların, öğretmenlerin, akademisyenlerin, hatta edebiyatla uğraştığını iddia edenlerin bile okumayı zül addettiği, birileriyle konuşarak her şeyin öğrenilebileceğinin sanıldığı bir ülkede anlamsız gelebilir söyleyeceğim şey ama ben hâlâ inanıyorum ki okumaksızın doğru dürüst yazmak imkânsızdır. Okuyan insanın doğal davranışı da, okuduğunu saklamak değil, paylaşmak ve çok okumakla gurur duymaktır. Bu konuda mücadele verenlerin çabalarını asla küçümsemiyorum ve çok önemsiyorum ama bu düşünce yerleşmedikçe, gazetelerde de, akademik yayınlarda da intihalin tamamen ortadan kaldırılması mümkün olmayacaktır bence. Paranın, içi boş olsa da unvanın, şanın, şöhretin bu kadar prim yaptığı bir ortamda, akademisyenin veya gazete yazısı yazanın intihal yapması, iş insanının vergi kaçırmasının, çalışanının sigortasını yatırmamasının, siyasetçinin para ve istihdam karşılığında oy istemesinin, sıradan yurttaşın oyunu satmasının akademideki yansımasından başka bir şey değildir. Kısacası, ahlaksızlık üzerinde kurulmuş bir sistemde, doğal olarak sistemin parçası olan akademisyenin de bu ahlaksızlıktan payını almasına, herhâlde ve maalesef şaşmamak gerekir!
28 Eylül 2012
Türkiye’de 5 üniversitede 'çalıntı tez' skandalı! (T24)
Akademisyen Murat Eren'in Bahçeşehir, Fırat, Haliç, Trakya, Uludağ ve Balıkesir üniversitelerindeki çalıntı tez iddiaları karşılaştırmalı fotoğraflarla yayımlandı. >>>
26 Eylül 2012
Kuzey Kıbrıs Üniversiteleri intihal olayları ile sarsılıyor (AFRİKA Gazetesi)
Geçtiğimiz günlerde Uluslararası Kıbrıs Üniversitesi'nden Prof. Dr. Semra Galip Paşazade'nin intihal örnekleri kamuoyu ile paylaşılmıştı. İddialar çok ciddi, üstelik kanıtlarla desteklenmiş. Paşazade'nin Turkish Policy Quarterly adlı akademik dergide yayınlanan "küreselleşme" makalesinde çok sayıda intihal örneği mevcut. Paşazade yazısında meşhur sosyolog Anthony Giddens'tan, filozof Charles Taylor'a ve Uluslar arası Çalışmalar Birliği eski başkanı Oommen'e kadar çok sayıda yazardan "izinsiz, atıfsız" alıntılar yapmış. Kopyalamış-yapıştırmış…
Paşazade, UKÜ'nün ilk "intihal" vukuatı değil… Geçen dönem Psikoloji Bölüm Başkanı Ayşe Başel apar-topar görevden uzaklaştırılmıştı. Ancak UKÜ yönetimi duruma sessiz kaldı. Başel'i niçin işten attığını, sebeplerini kamuoyu ile paylaşmadı. Böylece Başel'in doktorasının sahte olduğu iddiaları havada kaldı. Başel'e hangi komite tarafından, nasıl "yardımcı doçent" payesi verildiği de anlaşılamadı.
İntihal (plagiarism) bir akademisyenin işleyebileceği en büyük suç. TC Yüksek Öðretim Kurumu "YÜKSEKÖĞRETİM KURUMLARI YÖNETİCİ, ÖĞRETİM ELEMANI VE MEMURLARI DİSİPLİN YÖNETMELİĞİ" intihali, "bir başkasının bilimsel eserinin veya çalışmasının tümünü veya bir kısmını kaynak belirtmeden kendi eseri gibi göstermek" olarak tanımlıyor. Bunun cezası çok ağır: Üniversite Öğretim Mesleği'nden çıkarılıyor intihalciler. UKÜ de Başel konusunda bunu yaptı. Sessizce ama kesin bir şekilde. Paşazade'nin ismi de yine sessizce kaldırıldı Üniversite'nin "hoca" listesinden…
Ancak UKÜ intihalci hocalar konusunda yalnız değil ne yazık ki.
Lefke Avrupa Üniversitesi'nin dört hocasının birden intihale bulaştığı iddiası ile çalkalanıyor.
Yrd. Doç Dr. Özlem Salman Günalp, Hacettepe Üniversitesi Öðretim Üyesi Gülsüm Depeli'den intihal yapmış. Kopyalamış yapıştırmış Gülsün Hoca'nın makalesinden bol miktarda.
Doç. Dr. Okan Veli Şafaklı ile Dr. Mustafa Ertan’ın daha geniş kapsamlı bir intihale bulaşmışlar. 8 ayrı eserden kesip kesip yapıştırmışlar.
Eski Büyükelçi ve TİKA Başkanı Yrd. Doç. Dr. Umut Arık milliyetçi görüşleri ile biliniyor; ancak birden bire "Marksizm" konusuna merak sarmış. Ancak Marksist kuram zor… O da kısa yoldan gerçek bir Markistten alıvermiş paragrafları. Benno Tecshke'nin Oxford Siyaset Bilimi El Kitabı'ndaki Marksizm bölümü harmanlamış, karıştırmış kendine mal etmiş.
Üstelik bütün bu intihal örnekleri Üniversite'nin kendi Sosyal Bilimler Dergisi'nde yayınlanmış. Derginin sahibi Rektör… Baş Editörü Dekan Şinasi Aksoy…
Nasıl bir editörlük sürecinden geçtiği belli değil. Hakemlerden bu yazılar nasıl geçmiş,açıklanamıyor. Çünkü dergi "akademik"… Hakemleri var yani…
Bir de intihal olayına adı geçen hocaların Doçentlik ve Profesörlük beklentileri var. Dekanlık, bu yayınlarla akademik yükseltilmeleri de desteklemiş… Burada Dekanlığın ağır bir ihmali var gibi. Onun da YÖK'teki cezası "görevden ayırma"…
İntihal örnekleri bununla da sınırlı değil.
Kamuoyunun uluslar arası ilişkiler konusunda yorumlarının sıklıkla dinlediği, özellikle Kıbrıs konusunun uzmanlarından bir başka milliyetçi Prof. Dr. Ata Atun'un adı çok sayıda intihal olayına karışıyor. Zaten bu konuda daha önce kendisini suçlayan da olmuş. Pek çok çalışmasında o da "kopyala-yapıştır" tekniğini kullanmış. Bu makalelerini ciddi yayın organlarında da basmış Atun. Mesela Today's Zaman içinde… ODTÜ Profesörü Meliha Benli Altunışık mağduru oluvermiş Ata Beyin. Profesör Altunışık yazmış, "Profesör" Atun kopyalamış. Yalnız kaynağın ismini atlayarak…
Kuzey Kıbrıs intihale yabancı değil. Daha önce Birol Ertan ismi karışmıştı bu işe. Ertan DAÜ'den ayrıldı…
YÖK'ün bu konuda tavrı çok net: "Atın" diyor hocalıktan. YÖDAK ise sessiz. Çünkü mevzuatı yok…
Oysa intihal ve sahtecilik sadece UKÜ, LAÜ veya YDÜ'nün sorunu değil.
Kuzey Kıbrıs'ta akademik hayatın tamamını ilgilendiren çok önemli bir konu.
UKÜ bir intihalciyi işten atıyor, ama aynı anda başka birini Profesör olarak işe alıyor…
LAÜ Dekanlığı bir dergi çıkarıyor; içindeki yayınlarda önemli sayıda intihal örneği var…
Denetim yok, kontrol yok. Kim nasıl hoca oluyor, doçentlik, profesörlük nasıl dağıtılıyor belli değil…
Bu konuda YÖDAK sessiz kalmamalı. İşi, YÖK'e bırakmamalı. Gereğini kendisi yapmalı. Kanıtlar apaçık ortada…
Paşazade, UKÜ'nün ilk "intihal" vukuatı değil… Geçen dönem Psikoloji Bölüm Başkanı Ayşe Başel apar-topar görevden uzaklaştırılmıştı. Ancak UKÜ yönetimi duruma sessiz kaldı. Başel'i niçin işten attığını, sebeplerini kamuoyu ile paylaşmadı. Böylece Başel'in doktorasının sahte olduğu iddiaları havada kaldı. Başel'e hangi komite tarafından, nasıl "yardımcı doçent" payesi verildiği de anlaşılamadı.
İntihal (plagiarism) bir akademisyenin işleyebileceği en büyük suç. TC Yüksek Öðretim Kurumu "YÜKSEKÖĞRETİM KURUMLARI YÖNETİCİ, ÖĞRETİM ELEMANI VE MEMURLARI DİSİPLİN YÖNETMELİĞİ" intihali, "bir başkasının bilimsel eserinin veya çalışmasının tümünü veya bir kısmını kaynak belirtmeden kendi eseri gibi göstermek" olarak tanımlıyor. Bunun cezası çok ağır: Üniversite Öğretim Mesleği'nden çıkarılıyor intihalciler. UKÜ de Başel konusunda bunu yaptı. Sessizce ama kesin bir şekilde. Paşazade'nin ismi de yine sessizce kaldırıldı Üniversite'nin "hoca" listesinden…
Ancak UKÜ intihalci hocalar konusunda yalnız değil ne yazık ki.
Lefke Avrupa Üniversitesi'nin dört hocasının birden intihale bulaştığı iddiası ile çalkalanıyor.
Yrd. Doç Dr. Özlem Salman Günalp, Hacettepe Üniversitesi Öðretim Üyesi Gülsüm Depeli'den intihal yapmış. Kopyalamış yapıştırmış Gülsün Hoca'nın makalesinden bol miktarda.
Doç. Dr. Okan Veli Şafaklı ile Dr. Mustafa Ertan’ın daha geniş kapsamlı bir intihale bulaşmışlar. 8 ayrı eserden kesip kesip yapıştırmışlar.
Eski Büyükelçi ve TİKA Başkanı Yrd. Doç. Dr. Umut Arık milliyetçi görüşleri ile biliniyor; ancak birden bire "Marksizm" konusuna merak sarmış. Ancak Marksist kuram zor… O da kısa yoldan gerçek bir Markistten alıvermiş paragrafları. Benno Tecshke'nin Oxford Siyaset Bilimi El Kitabı'ndaki Marksizm bölümü harmanlamış, karıştırmış kendine mal etmiş.
Üstelik bütün bu intihal örnekleri Üniversite'nin kendi Sosyal Bilimler Dergisi'nde yayınlanmış. Derginin sahibi Rektör… Baş Editörü Dekan Şinasi Aksoy…
Nasıl bir editörlük sürecinden geçtiği belli değil. Hakemlerden bu yazılar nasıl geçmiş,açıklanamıyor. Çünkü dergi "akademik"… Hakemleri var yani…
Bir de intihal olayına adı geçen hocaların Doçentlik ve Profesörlük beklentileri var. Dekanlık, bu yayınlarla akademik yükseltilmeleri de desteklemiş… Burada Dekanlığın ağır bir ihmali var gibi. Onun da YÖK'teki cezası "görevden ayırma"…
İntihal örnekleri bununla da sınırlı değil.
Kamuoyunun uluslar arası ilişkiler konusunda yorumlarının sıklıkla dinlediği, özellikle Kıbrıs konusunun uzmanlarından bir başka milliyetçi Prof. Dr. Ata Atun'un adı çok sayıda intihal olayına karışıyor. Zaten bu konuda daha önce kendisini suçlayan da olmuş. Pek çok çalışmasında o da "kopyala-yapıştır" tekniğini kullanmış. Bu makalelerini ciddi yayın organlarında da basmış Atun. Mesela Today's Zaman içinde… ODTÜ Profesörü Meliha Benli Altunışık mağduru oluvermiş Ata Beyin. Profesör Altunışık yazmış, "Profesör" Atun kopyalamış. Yalnız kaynağın ismini atlayarak…
Kuzey Kıbrıs intihale yabancı değil. Daha önce Birol Ertan ismi karışmıştı bu işe. Ertan DAÜ'den ayrıldı…
YÖK'ün bu konuda tavrı çok net: "Atın" diyor hocalıktan. YÖDAK ise sessiz. Çünkü mevzuatı yok…
Oysa intihal ve sahtecilik sadece UKÜ, LAÜ veya YDÜ'nün sorunu değil.
Kuzey Kıbrıs'ta akademik hayatın tamamını ilgilendiren çok önemli bir konu.
UKÜ bir intihalciyi işten atıyor, ama aynı anda başka birini Profesör olarak işe alıyor…
LAÜ Dekanlığı bir dergi çıkarıyor; içindeki yayınlarda önemli sayıda intihal örneği var…
Denetim yok, kontrol yok. Kim nasıl hoca oluyor, doçentlik, profesörlük nasıl dağıtılıyor belli değil…
Bu konuda YÖDAK sessiz kalmamalı. İşi, YÖK'e bırakmamalı. Gereğini kendisi yapmalı. Kanıtlar apaçık ortada…
22 Eylül 2012
Y. Doç. Dr. Fatih Bayraktar - Kuzey Kıbrıs’ın Tüm Akademisyenleri… Birleşin! (StarKIBRIS)
Her yıl bu dönemler medya üniversitelerimizdeki öğrenci sayısı düşüşünü haber
yapar, kara tablo gözler önüne serilir, çeşitli paydaşlar göreve davet edilir...
Sorun genelde dışarıda aranır… Türkiye’de üniversite sayısının yıl geçtikçe değil ay geçtikçe artması, Kuzey Kıbrıs’ın pahalı olarak algılanması, yeterli tanıtımın yapılmaması hatta ve hatta şu meşhur ambargolar bile sorumlu ilan edilir ama… Ama nedense bu sonuçtaki bizim payımız nedir diye genellikle hiç sorulmaz… Tabloya biraz yakından bakalım:
Lisans ve yüksek lisans mezunlarından oluşan kadrolar mı istersiniz… Bizde çok… Akademiyle uzaktan yakından alakası olmayan bir arkadaşınızla konuşurken birden üniversitede ders verdiğini öğrenebilirsiniz mesela…
Üniversite sayımızla ürettiğimiz ve paylaştığımız bilgiyi karşılaştırmak mı? Bu konuya hiç girmeyelim isterseniz ama kısaca şu örnek verilebilir: yaklaşık 15 kişilik bir ekip 5 yılda 20 makale yazıyorsa ve bu gazetelerde “Büyük Başarı!!!” diye haber oluyorsa burada bir sorun var demektir. Bununla çok ilişkili bir konuyla devam edelim…
Eğer bir araştırma yapıyor ve bunun üzerine makale yazıyorsanız bilim dünyasının en temel kriteri bu üretimin özgün olmasıdır. Yani başka akademisyenlerce üretilen bilginin üzerine sizin kendi araştırmanıza özgü bilgileri koymanız ve size ait bir ürün ortaya koymanızdır. Bunu yaparken de doğal olarak bir çok kaynak kullanırsınız. Temel etik kural basittir: “Kaynak kullanıyorsan bunu açık olarak belirt”. Bunu yapmaz ve başkasının düşüncesini ya da ürettiği bilgiyi kendininmiş gibi sunarsan buna bilimsel hırsızlık ya da intihal denir. Bu etik ihlal bilim dünyasındaki en ciddi suçların başında gelir ve akademiden kesin olarak atılmanızla sonuçlanır. Peki bizde durum nedir?
Son bir haftadır iki cesur insan, Toplumsal Cinsiyet ve Azınlıklar Enstitüsü üyeleri
Dr. Ömür Yılmaz ve Dr. Umut Özkaleli sosyal medya üzerinden ortaya çıkardıkları bir intihal durumunu paylaşıyorlar. Ama akademidekiler biliyor ki bu vaka ilk değildir ve ortak bir tepki geliştirilmezse son da olmayacaktır. Üniversitelerimizde hala intihal yaptığı kanıtlanmış olmasına rağmen pişkinlikle hocalık yapmaya devam eden insanlar vardır. Sebebi de toplumsal hastalığımız nepotizmdir (akran-akraba kayırma). Şimdi başladığımız yere tekrar dönelim.
Kuzey Kıbrıs Üniversiteleri’nde öğrenci sayısındaki azalma yalnızca dış faktörlerle açıklanabilir mi? Cevap kesinlikle hayırdır. Üniversitelerimiz evrensel bilim ve etik ilkeler çerçevesinde kriterlerini oluşturmaz ve kaliteli eğitimi öne çıkarmazsa, üniversitecilik oynar ve bu ciddi kurumu “12 ay turizm” adıyla bakkal dükkanına çevirirse, aynı gemide yol aldığımızın farkına varmaz ve birbirlerinin kuyusunu kazmaya devam ederse, ne yazık ki birkaç sene sonra iflas ve kapanma haberleriyle karşılaşmamız çok büyük olasılık dahilinde. O yüzden yalnızca şu veya bu üniversitenin değil Kuzey Kıbrıs’ın tüm akademisyenleri; birleşin ve gidişata hayır deyin… Temiz, kaliteli ve yaşayabilir bir akademi için…
Sorun genelde dışarıda aranır… Türkiye’de üniversite sayısının yıl geçtikçe değil ay geçtikçe artması, Kuzey Kıbrıs’ın pahalı olarak algılanması, yeterli tanıtımın yapılmaması hatta ve hatta şu meşhur ambargolar bile sorumlu ilan edilir ama… Ama nedense bu sonuçtaki bizim payımız nedir diye genellikle hiç sorulmaz… Tabloya biraz yakından bakalım:
Lisans ve yüksek lisans mezunlarından oluşan kadrolar mı istersiniz… Bizde çok… Akademiyle uzaktan yakından alakası olmayan bir arkadaşınızla konuşurken birden üniversitede ders verdiğini öğrenebilirsiniz mesela…
Üniversite sayımızla ürettiğimiz ve paylaştığımız bilgiyi karşılaştırmak mı? Bu konuya hiç girmeyelim isterseniz ama kısaca şu örnek verilebilir: yaklaşık 15 kişilik bir ekip 5 yılda 20 makale yazıyorsa ve bu gazetelerde “Büyük Başarı!!!” diye haber oluyorsa burada bir sorun var demektir. Bununla çok ilişkili bir konuyla devam edelim…
Eğer bir araştırma yapıyor ve bunun üzerine makale yazıyorsanız bilim dünyasının en temel kriteri bu üretimin özgün olmasıdır. Yani başka akademisyenlerce üretilen bilginin üzerine sizin kendi araştırmanıza özgü bilgileri koymanız ve size ait bir ürün ortaya koymanızdır. Bunu yaparken de doğal olarak bir çok kaynak kullanırsınız. Temel etik kural basittir: “Kaynak kullanıyorsan bunu açık olarak belirt”. Bunu yapmaz ve başkasının düşüncesini ya da ürettiği bilgiyi kendininmiş gibi sunarsan buna bilimsel hırsızlık ya da intihal denir. Bu etik ihlal bilim dünyasındaki en ciddi suçların başında gelir ve akademiden kesin olarak atılmanızla sonuçlanır. Peki bizde durum nedir?
Son bir haftadır iki cesur insan, Toplumsal Cinsiyet ve Azınlıklar Enstitüsü üyeleri
Dr. Ömür Yılmaz ve Dr. Umut Özkaleli sosyal medya üzerinden ortaya çıkardıkları bir intihal durumunu paylaşıyorlar. Ama akademidekiler biliyor ki bu vaka ilk değildir ve ortak bir tepki geliştirilmezse son da olmayacaktır. Üniversitelerimizde hala intihal yaptığı kanıtlanmış olmasına rağmen pişkinlikle hocalık yapmaya devam eden insanlar vardır. Sebebi de toplumsal hastalığımız nepotizmdir (akran-akraba kayırma). Şimdi başladığımız yere tekrar dönelim.
Kuzey Kıbrıs Üniversiteleri’nde öğrenci sayısındaki azalma yalnızca dış faktörlerle açıklanabilir mi? Cevap kesinlikle hayırdır. Üniversitelerimiz evrensel bilim ve etik ilkeler çerçevesinde kriterlerini oluşturmaz ve kaliteli eğitimi öne çıkarmazsa, üniversitecilik oynar ve bu ciddi kurumu “12 ay turizm” adıyla bakkal dükkanına çevirirse, aynı gemide yol aldığımızın farkına varmaz ve birbirlerinin kuyusunu kazmaya devam ederse, ne yazık ki birkaç sene sonra iflas ve kapanma haberleriyle karşılaşmamız çok büyük olasılık dahilinde. O yüzden yalnızca şu veya bu üniversitenin değil Kuzey Kıbrıs’ın tüm akademisyenleri; birleşin ve gidişata hayır deyin… Temiz, kaliteli ve yaşayabilir bir akademi için…
Işıl Öz - Türkiye akademisindeki tıkanıklığın sorumlusu kim?
Bilgisayar bilimleri alanında doktora sahibi, mikrobiyal ekoloji
alanındaki çalışmalarını doktora sonrası araştırmacı olarak Amerika
Birleşik Devletleri’nde sürdüren A. Murat Eren’in subjektif.org’da ‘Türkiye Akademisinin Arka Sokaklarından Tez Manzaraları’ başlığı ile yayımladığı yazı ses getirecek.
Yazıda, etik ve bilimsel açıdan kusurlu tezlerden örnekler sunuluyor.
Birçoğu aynı danışmanın farklı öğrencilerinin tezlerindeki
benzerlikleri göz önüne seren bu örnekler, bu öğrencilerin
öğrencilerinin de benzer eğilimlerden muzdarip olabileceğini örnekliyor.
Türkiye’de akademik ahlaksızlıklara net tepkiler verilmediğinin altı
çiziliyor. Yayınlanan tezlere erişimdeki zorluklardan bahsediliyor.
Akademik problemlere verilen tepkilerin yetersizliğine ve buna sebep
olan yasama ve yürütme problemlerine değiniliyor.
Araştırmacı Emrah Göker‘in bu
yazı için kaleme aldığı bir özet de mevcut. Türkiye’de yayınlanan
tezlere erişmenin önünde çeşitli engeller olduğundan bahseden Göker,
bu engellerin kime hizmet ettiği, tez arşivlerini yönetmekle sorumlu
olan YÖK’ün ve kütüphanelerde bir kopyası bulundurulması gereken tezlere
erişimde problem çıkaran üniversitelerin yanıtlaması gereken bir soru
olduğunu belirtiyor: “Tez yazarları izin formunda erişime kısıtlarlarsa,
tezleri okumak mümkün olmuyor. İkinci alternatif, tezlere, savunulduğu
üniversitelerde, kütüphaneler aracılığıyla ulaşmak. Burada da
üniversiteden üniversiteye değişen uygulamalar var. Bazı yerlerde, yazar
izin vermemişse kütüphane erişimi de mümkün olmuyor; bazı yerlerde ise
keyfi biçimde tezler kütüphanenin katalog yönetiminden koparılıp,
fakülte veya enstitü bünyesinde, erişime kapatılan odalarda depolanıyor.
Yüksek lisans/doktora tezlerinin ancak yazarın izniyle kamusal erişime
ve çoğaltmaya açılmasında, kağıt üzerinde, yanlış bir şey yok. Bunun,
hangi bilimsel ve hukuki gerekçelerle yapıldığını kayda geçirmekle
ilgili bir sorun var.”
‘Kötü akademi kendi kendisini finanse ediyor’
A. Murat Eren: “İyi akademi nesilden nesile aktarılan bir gelenek.
Türkiye’deki derin akademik problemleri besleyen en önemli neden, iyi
akademi geleneğinin Türkiye’de kendisine yer edinememiş olması. Her an
kendinden bir sonraki nesli yetiştiren akademinin artık bir gelenek
halini almış çıkmazdan kurtulması uzun soluklu ve ciddi bir seferberlik
gerektirirken, intihal yapan kişilerin üniversite kurullarında
aklandığı, yüksek lisans ve doktora öğrencileri yetiştirmeye devam
ettikleri Türkiye’de hem yasal düzenlemeler hem de bu düzenlemeleri
hayata geçirme noktasında vazife almış kişiler gerçek problemi kabul
etmekten çok uzak.” (T24)
Dr. A. Murat Eren - Türkiye Akademisinin Arka Sokaklarından Tez Manzaraları (subjektif.org)
Türkiye akademisindeki tıkanıklığın
sorumlusu kim? Bu sorunun çok boyutlu, yanıtlaması güç, fakat
derinlemesine irdelenmesi gereken, kritik bir soru olduğuna inanıyorum.
Bu yazı bu soruya net bir yanıt vermekten aciz. Bununla beraber
Türkiye’de akademinin bu konuda bir zihin jimnastiğine, yanıtın
kendisinden daha çok ihtiyacı olduğu bir dönemdeyiz.
- 1 Giriş
1.1 İçerik
1.2 Feragatname
1.3 Teşekkürler
- 2 Önceki Yazılar ve Türkiye’nin Akademik Problemler Külliyatı
- 3 Türkiye’den Tez Manzaraları: Öğrenciler ve Danışmanları
3.1 Danışman: Dr. Güniz Gürüz, ODTÜ
3.2 Danışman: Dr. Sinan Bilikmen, ODTÜ
3.3 Danışman: Dr. Bekir Karlık, Fatih Üniversitesi
3.4 Danışman: Dr. Bekir Karlık, Sakarya Üniversitesi
3.5 Danışman: Dr. Halit Pastacı, Yıldız Teknik Üniversitesi
3.6 Danışman: Dr. Ali Okatan, Haliç Üniversitesi
3.7 Danışman: Dr. Ali Okatan, Bahçeşehir Üniversitesi
3.8 Danışman: Dr. İsmail Naci Cangül, Uludağ Üniversitesi / Balıkesir Üniversitesi
3.9 Danışman: Dr. Erdem Uçar, Trakya Üniversitesi
3.10 Danışman: Dr. Cevdet Emin Ekinci, Fırat Üniversitesi - 4 Türkiye’de Yayınlanmış Tezlere Ulaşmak Zor
4.1 Tezlere Erişim Güçlüğüne Dair Güncel Bir Örnek
4.2 Üniversite Kütüphanelerinin Keyfi Düzenlemeleri Tezlere Erişimi Zorlaştırıyor
4.3 YÖK Arşivlerinde Yayım İzni Olmayan Tez Sayısı Çok Fazla - 5 Türkiye’de Bilim Hırsızlığına Net Tepkiler Verilmiyor
5.1 Avrupa’daki Duruma Dair Güncel Örnekler
5.2 Yürütmedeki Sorunların Yarattığı Motivasyon Eksikliği
5.3 Akademideki Tepkisizlik Hastalığı Üzerine İki Örnek
5.4 Geriye Götüren Düzenlemeler ve Göz Ardı Edilen Devlet Denetleme Kurulu Raporu - 6 Sonuç
21 Eylül 2012
Y. Doç. Dr. Kaan Öztürk - "A. Murat Eren: Türkiye’den Tez Manzaraları"
Türkiye’de akademik sahtekârlıkların başka bir çeşidi de yüksek lisans ve doktora tezlerindeki etik ihlâlleri. Herkesin bildiği ama uluorta konuşulmadığı için boyutunun anlaşılamadığı bir kangren bu.
Cumhuriyet Bilim Teknoloji’nin bugünkü sayısında bu sessizlik kırıldı. Akademik ahlâksızlıklara açıkça karşı çıkan birkaç kişiden biri olan Dr. A. Murat Eren’in kaleme aldığı kapsamlı bir dizinin ilk kısmı yayınlandı. Yazıda bahsedilen tezlerin büyük bir kısmı yıllardır etik ihlâllerini takip eden Dr. Tansu Küçüköncü’nün samanlıkta iğne ararcasına çalışmasıyla ortaya çıkmış.
[Ekleme: Yazının genişletilmiş halini subjektif.org sitesinde bulabilirsiniz. Aşağıdaki PDF'lerden daha okunaklı, ayrıca ilgili belgelere bağlantılar veriyor.]
Yazının “Türkiye’den tez manzaraları: Öğrenciler ve danışmanları” başlıklı ilk kısmında (PDF) beş tane değişik tez çifti karşılaştırılıyor ve intihal edilmiş kısımlar gösteriliyor. Bu tezler gecekondu üniversitelerinde yazılmamış: Örneklerin ikisi ODTÜ’den, biri Fatih, biri Sakarya, biri de Yıldız Teknik Üniversitesi’nden.
Sayfadaki yer kısıtlaması kaçınılmaz bir eksiklik yaratmış.Tezlerin benzerliği ekran görüntüleriyle gösterilmeye çalışılmış, ama çözünürlük de seçilen kısımlar da okuyucunun kendi kararını vermesi için yeterli değil. İki sayfalık yerde başka türlü olması da maalesef mümkün değil. Bu yazı bir tartışmayı tetiklerse ve tezler bütün olarak paylaşıma açılırsa, isteyen herkesin kendi değerlendirmesini yapması mümkün olur.
Murat akademik ahlâkın bir gelenek olarak hocadan öğrenciye aktarılması gerektiğini vurguluyor. Etik ihlâli yaparak doktora alanın, kendi öğrencilerine de etik dışı çalışma aşıladığını örnekleriyle gösteriyor.
Yazının “Türkiye’de Yayımlanmış Tezlere Ulaşmak Zor” başlıklı ikinci bölümü (PDF 1, PDF 2), tez sahtekârlıklarının nasıl gizlenebildiğini açıklıyor. YÖK’ün bir ulusal tez veritabanı var, ama yazar özel olarak izin vermedikçe tezin tam metnine ulaşmak mümkün değil. Halen üç yüz binden fazla tezin yarısından fazlası erişime kapalı.
Henüz hakemli yayına dönüşmemiş tezlerin fikir hırsızlığı korkusuyla erişime kapatılmasını anlarım, ama bunun bir süresi olmalı. Nitekim 2006′dan sonraki tezler sadece üç yıl erişime kapalı, ama daha öncekilerin erişime açılması için yazarın form doldurup izin vermesi gerekiyor. Kapalı tezlerin bu kadar çok sayıda olmasının önemli bir sebebi de bu. Muhtemelen benim yüksek lisans tezim de şu anda kapalı, ama onun için form doldurup vermeye üşeniyorum. Tam tersi olmalı: Yazarı özel olarak talep etmedikçe bütün tezlere açık erişim sağlanmalı.
Murat’ı, Tansu’yu, ve katkıda bulunan herkesi tebrik ederim. Bu yazı vesilesiyle dönüştürücü bir tartışma açılmasını umut ediyorum.
Dr. A. Murat Eren - Türkiye’de Yayımlanmış Tezlere Ulaşmak Zor (Cumhuriyet BT)
Post-Doctoral Researcher, Marine Biological Laboratory Josephine Bay Paul Center; a.murat.eren@gmail.com, http://meren.org
Yayımlanan tezlerin bu tezlerden bir çıkarı
olmayan kişilerce muntazam bir şekilde incelenmesi, literatürün kopya ve
intihalden arındırılması ve bu tezleri yöneten ya da teslim eden
kişilerin kazandıkları akademik unvanların geçerliliğinin yeniden
değerlendirilebilmesi açısından çok önemli.
Fakat Türkiye’de yayımlanan tezlere erişmenin önünde
çeşitli engeller var. Bu engellerin kime hizmet ettiği, tez arşivlerini
yönetmekle sorumlu olan YÖK’ün ve kütüphanelerde bir kopyası
bulundurulması gereken tezlere erişimde problem çıkaran üniversitelerin
yanıtlaması gereken bir soru.
Konuya Türkiye’deki akademik problemler üzerine sık
sık yazan araştırmacı Emrah Göker’in bu yazı için kaleme aldığı bir özet
ile başlamak istiyorum. Bu özet, bu kısımdaki alt başlıklar
anlaşılmasını da kolaylaştıracağı için önemli:
YÖK’ün birkaç yıldır kullanıma açtığı “Ulusal Tez
Merkezi” portalı, dijital ortamda, Türkiye üniversitelerinde hazırlanmış
yüksek lisans ve doktora tezlerine erişim için çok önemli bir hizmet
oldu. Ne var ki bu web sitesinden tezlerin kısıtlı bir bölümüne
erişilebiliyor. Tez yazarları izin formunda erişime kısıtlarlarsa,
tezleri okumak mümkün olmuyor.
İkinci alternatif, tezlere, savunulduğu
üniversitelerde, kütüphaneler aracılığıyla ulaşmak.
Burada da
üniversiteden üniversiteye değişen uygulamalar var. Bazı yerlerde, yazar
izin vermemişse kütüphane erişimi de mümkün olmuyor; bazı yerlerde ise
keyfi biçimde tezler kütüphanenin katalog yönetiminden koparılıp,
fakülte veya enstitü bünyesinde, erişime kapatılan odalarda depolanıyor.
Yüksek lisans/doktora tezlerinin ancak yazarın
izniyle kamusal erişime ve çoğaltmaya açılmasında, kâğıt üzerinde,
yanlış bir şey yok. Bunun, hangi bilimsel ve hukuki gerekçelerle
yapıldığını kayda geçirmekle ilgili bir sorun var. Örneğin ABD’de
tezlerin UMI/ProQuest Electronic Theses and Dissertations sistemine
girmesi için yazarlara imzalatılan onay formunda erişimle ilgili üç
seçenek var: (1) tüm dünyanın erişimine açma; (2) 5 yıl boyunca sadece
tezin yazıldığı üniversitede, veya üniversitelerarası ödünç verme ile
erişime açma — ki yazar neden bu kısıtlamayı talep ettiğinin formda
açıklamak zorunda, açıklaması reddedilebiliyor; 5 yıl sonunda çalışma
tüm dünyanın erişimine açılıyor; (3) patent nedeniyle çalışmaya erişimi
tamamen 1 yıl boyunca kapatma –ki bunun için de ek bir belgeleme
gerekiyor ve 1 yılın sonra erişim ilk iki seçenekten birinde mümkün
oluyor. Her öğrenci, kendi kurumunda savunmasını başarıyla yaptıktan ve
tez kurulu imzalarını topladıktan sonra bu formu doldurmak zorunda.
Bizde ise YÖK’ün istediği “Tezlerin Çoğaltılması ve
Yayımı İçin İzin Belgesi”, kişiden herhangi bir gerekçe talep etmeden,
tezin en fazla 3 yıl erişime kapatılmasına izin veriyor. 2006 öncesi
tezler için erişim ise, ancak yazar formu doldurup izni verdiyse
açılıyor, yoksa YÖK herhangi bir işlem yapmıyor. Fotokopi hizmeti de
durdurulduğu için, 2006 öncesi tezlerde yazar kendi girişimiyle formu
YÖK’e göndermemişse tek şansınız tezin savunulduğu üniversiteye gidip
dedektiflik yapmak.
İki örnek verelim: Ulusal
Tez Merkezi portalında Sosyoloji disiplininde en erken rastlanan doktora
tezi 1985 yılından. 2005’e kadar, bu yıl dahil, 409 tez geçmiş. En
erkeni 1990’da olmak üzere bunların sadece 41’inin (% 10) dijital
kopyasını indirebiliyoruz. 2006’dan başlayarak “en fazla 3 yıl
kısıtlama” kuralı Sosyoloji için erişimi olumlu yönde etkilemiş:
2006-2012 arası onaylanan 438 tezin sadece 10 tanesine erişilemiyor. Tüm
disiplinlerde tezlere dijital erişim, 2006’dan bugüne düzeliyor
diyebiliriz. Ancak toplamda bakarsak, dijital yayın izni olmayan 2006
öncesi tezler için araştırmacılar üniversitelere mahkum, ve
üniversitelerin YÖK gibi standart erişim uygulamaları yok.
Üniversite kütüphanelerinin keyfi düzenlemeleri tezlere erişimi zorlaştırıyor
YÖK’te erişim izni olmayan bir teze erişim için
diğer alternatif, teslim edildiği üniversitenin kütüphanesine giderek
tezin bir kopyasını edinmek. Zira üniversite kütüphaneleri üniversite
bünyesinde hazırlanan tezlerin bir kopyasını bulundurmak zorunda.
Dr. Dursun’un tezine erişmek için sosyal medyada
yaptığım çağrılar üzerine imkânı olan birden fazla gönüllü Gazi
Üniversitesi kütüphanesine giderek doktora tezinin bir kopyasını edinmek
için girişimde bulundu.
Lâkin bu girişimler Gazi Üniversitesi kütüphanesi
tezi vermeye yanaşmadığı için başarısızlıkla sonuçlandı. Sonuç olarak
Dr. Dursun’un tezine ulaşmak mümkün olmadı. Bu elbette Dr. Dursun’un
tezinde etik bir problem olduğu anlamına gelmiyor. Fakat kamuya ait
olması beklenen çalışmalara kamunun erişiminin, ‘üniversitenin adının
lekelenmesinden korkan’ kişilerin inisiyatifine bırakıldığı bir durumda
benzeri girişimlerden bu tip sonuçlar almak şaşırtıcı olmasa gerek.
Yardım talebine yanıt verip Gazi Üniversitesi
kütüphanesine gidenlerden anonim bir akademisyenin gönderdiği mesajın
aşağıdaki kısmının konunun netleşmesine yardımcı olacağına inanıyorum:
"Gazi Kütüphanesi’ne gittim ve tezi incelemek ve bazı
bölümlerin fotokopisini almak istediğimi söyledim. Görevli memur, derin
bir sessizlikten sonra, şu an için bu tezi alamayacağımı belirtti.
“Neden” diye sordum. Beni tatmin etmeyen bir açıklama getirdi: “Tezleri
dijital ortama aktarma çalışmaları yapıyoruz. Bu yüzden istediğiniz tezi
veremeyiz”. “Aktarma işi ne zaman biter ve bittikten sonra alabilir
miyim?” dedim. Beni sorguya çekti. “Araştırmacı mısınız?”, “Hangi alanda
araştırma yapıyorsunuz?”, vb. Anladım ki tezi alabilmek için başka
yollara başvurmam gerekecek."
Aynı anonim hocadan birkaç ay sonra aldığım nihai yanıt ise şöyle idi:
"Araya koyduğum aracı insanlar da (o üniversitede
okuyan lisans ve yüksek lisans öğrencileri) teze ulaşamadılar (…) bu
konuda size yardımcı olamadığım için üzgünüm."
Benzeri hikâyeleri Tansu Küçüköncü ve bu konulardaki
tetkik çalışmalarına önem veren diğer anonim akademisyenlerden dinlemek
de mümkün. YÖK üzerinden ulaşılamayan tezleri üniversite
kütüphanelerinden temin etmek isteyenlerin karşılaştıkları problemler ve
kütüphanelerden aldıkları yanıtların bana ulaşanlarından derlediğim bir
özet şöyle:
Gazi Üniversitesi: “Tez fotokopisi göndermiyoruz. Sadece
kütüphane içinde belli bölümlerin fotokopisi alınabilir”. Bunun da
kütüphanecinin keyfine keder bir durum olduğunu yukarıdaki örnekte
öğreniyoruz.
Ankara Üniversitesi: “Akademik
tezler kütüphane dışına ödünç verilmez. Ancak tez danışmanı veya tezi
hazırlayanın izni alınarak, tezin tamamından birim içinde fotokopi
çekilmesine izin verilir”.
Celal Bayar Üniversitesi: “Tez hizmeti vermiyoruz”.
İstanbul Üniversitesi: “Tezlerin
tamamının fotokopisini isterken, araştırma yapan kişi danışmanının
adını ve okul adresini bildirmelidir. Öğrenci ise, danışmanı yanında
okulu, bölümü ve okul numarası da yer almalıdır. Eğer, tez fotokopisi
isteyen kişinin danışmanı yok ise, İ.Ü. Kütüphane ve Dokümantasyon Daire
Başkanlığı’na, tezi ne amaçla kullanacağına dair bir dilekçe yazar.
Tezin numarasını ve adını belirttiği dilekçeyi, ya kendisi teslim eder
ya da faks ile iletir. İlgili şahsa banka hesap numarası, yatıracağı
fotokopi + telif gideri (gönderme ücreti eklenmeden) bildirilir.
Bildirilen gider, verilen banka hesabına yatırılıp dekontun
kütüphanemize fakslanması (…)“. Gereksiz bürokrasi böyle devam ediyor.
Uludağ Üniversitesi: “Üniversitemiz tezleri, içindekiler, kaynakça, özet ve tezin 20-25 sayfalık bölümünün fotokopisi olarak vermektedir”.
Erciyes Üniversitesi: “Tezleri hiçbir şekilde ödünç ya da fotokopi olarak vermiyoruz. Sadece kütüphane içinde kullanmaya izin var”.
Ege Üniversitesi: “Tez yazarı izin vermişse tamamını, eğer izin yoksa 1/3’ünü gönderiyoruz”.
İstanbul Teknik Üniversitesi: Tezlerin tamanını fotokopi olarak gönderiyorlar!
Balıkesir Üniversitesi: “Tezleri ödünç vermiyoruz. Tezin fotokopisine izin veriliyor ise web sayfamızda PDF olarak erişimi bulunmaktadır”.
Niğde Üniversitesi: “Tezleri
ödünç vermiyoruz. Tezi yazan kişi ‘tezimi 3-5 yıl kimseye vermeyin’
türünden bir ambargo koymadıysa tezin fotokopisini ya da PDF sürümünü
isteyen kişiye gönderebiliyoruz.”
Çankaya Üniversitesi: Cevap yok.
Hacettepe Üniversitesi: Cevap yok.
Görüldüğü üzere üniversite kütüphaneleri birbiri ile
ilgisi olmayan keyfi uygulamalarla tezlere erişimi dilediğince
kısıtlayabiliyor ya da zorlaştırabiliyor.
Sonuç olarak A
üniversitesine teslim edilmiş bir teze erişim mümkün ve nispeten kolay
iken, B üniversitesine teslim edilmiş bir teze erişim pratik olarak
imkansız olabiliyor. Aynı kaynaktan finanse edilen üniversitelerin
bünyelerinde üretilen bilgiye bu tip keyfi kısıtlamalar getirmeleri
kabul edilebilir değil.
Üniversitelerce bu konuda ortak bir düzenlemeye
gidilmesi ve tezlere erişimin kolaylaştırılmasının Türkiye’de akademinin
geleceği için çok zaruri olduğunu düşünüyorum. Nitekim tezlere erişimin
kolay ve hızlı olduğu bir ortamda etik açıdan problemli tezlerin kısa
sürede ortaya çıkması sağlanabilirken, etik açıdan problemli tezlere
imza atan kişilerin akademik yetkinliklerinin yeniden gözden geçirilerek
kendilerinin etik anlayışına sahip öğrenciler yetiştirmelerine mani
olunabilir.
YÖK arşivlerinde yayım izni olmayan tez sayısı çok fazla
Emrah Göker’in de değindiği gibi YÖK Tez Arşivi
sayesinde 2006’dan sonraki tezlere erişmek nispeten mümkün. Fakat
2006’dan önce yayımlanmış tezler azımsanmayacak kadar fazla, ve hemen
hepsi ‘izinsiz‘.
Teoride, Türkiye’de bugüne kadar yayımlanmış 312,368
teze YÖK Tez Arşivi üzerinden erişilebiliyor. Fakat bunlardan 163,284
tanesi, yani tüm tezlerin %52.27’si, erişime kapalı olduğu için bu rakam
önemini yitiriyor.
Yandaki tabloyu YÖK Tez Arşivi’nden bu yazının
yazıldığı tarihlerde elde ettiğim rakamlarla hazırladım. Tablo, YÖK Tez
Arşivi’nde yer alan tezlerin geldiği üniversitelerden, ‘izinli tez /
izinsiz tez’ oranı en düşük ilk 30 üniversiteyi gösteriyor.
Köklü ve eski üniversiteler bünyesindeki tezlerin
büyük çoğunluğunun erişime kapalı olması bir raslantı değil. Zira 2006
yılından önce yayımlanan tez sayısı, eski üniversitelerde yenilere
nazaran çok daha fazla.
Tez Arşivi’nin şu anki durumu sağlıklı, kendi
kendisini düzelten ve etik konularda otokontrolü dayatan bir akademi
için kabul edilebilir değil. YÖK, kendisine teslim edilen tezlerin
derhal erişime açılması için izin yönetmeliğinde düzenlemeye gitmeli,
akademisyenler de kendi üzerilerine düşeni yaparak YÖK’ün bu mevzuyu
gündemine almasını sağlamak üzere organize olmalı.
TEZLERE ERİŞİM GÜÇLÜĞÜNE GÜNCEL ÖRNEK
Yukarıda bahsedilen erişim güçlüklerinin pratikte nasıl sonuçlar doğurduğuna bir örnek vermek istiyorum.
Yandaki ekran görüntüleri Dr. Halil İbrahim Dursun’un (Aksaray Üniversitesi), Dr. Ziya Burhanettin Güvenç (Çankaya Üniversitesi (2011 itibarı ile Çankaya Üniversitesi rektörü kendisi)) ve Dr. Ergün Kasap
(Gazi Üniversitesi) ile 2009 yılında kaleme aldığı makaleden. Makale, yayımlandığı derginden birkaç ay önce çıkarıldı. Son ekran görüntüsünde
derginin olaya dair yaptığı utanç verici duyuruyu görebilirsiniz:
Özet kısmından sonuç kısmına kadar diğer makalenin aynı olan bu
yayının yazarı Dr. Halil İbrahim Dursun Aksaray Üniversitesi Fizik
Bölümü’nde yardımcı doçent kadrosu ile akademik hayatına devam ediyor.
Dr. Dursun doktorasını Gazi Üniversitesi’nde, yukarıdaki
makalenin de yazarlarından olan Dr. Ergün Kasap danışmanlığında yapmış.
Dr. Kasap’ın, Dr. Dursun ile gerçekleştirdiği bu intihalden yola çıkarak
Dr. Dursun’un Dr. Kasap danışmanlığında hazırladığı doktora tezinde de
benzer bir problemin olup olmadığını merak etmek her vatandaş için bir
hak ve bana kalırsa her bilim insanı için neredeyse bir sorumluluk.
YÖK’ün tez arşivine bağlanarak Dr. Dursun’un tez bilgilerine
ulaşmak mümkün. Bununla beraber YÖK, teze “çoğaltma ve yayım için izin
belgesi” olmadığından ötürü erişim izni vermiyor.
Devlet üniversitelerinde yazılan doktora tezlerinin sahipleri,
bu tezlerde kullanılan verilerin elde edilmesi için yapılan araştırmalar
ve doktora tezlerini yöneten danışmanların masrafları neredeyse tamamen
devlet tarafından, yani halktan alınan vergiler ile finanse edilirken,
yine bir devlet kurumu olan YÖK’ün 2004 yılında yazılmış bir doktora
tezine erişimi güçleştirmesine makul bir gerekçe bulmak çok güç.
Fakat netice olarak Dr. Dursun’un doktora tezine YÖK üzerinden erişmek mümkün değil.
Gelecek hafta: Türkiye’de Bilim Hırsızlığına Net Tepkiler Verilmiyor
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
!
Türkiye yırtıcı, şaibeli, sahte ve fake dergilerde en çok yayın yapan 3. ülke
Predatory journals: Who publishes in them and why? - Selçuk Beşir Demir Dünyanın en prestijli dergilerinden biri olan Elsevier tarafınd...
Predatory journals: Who publishes in them and why?
.....................................................................
...
...
...
* Rastgele Yazılar
.