NEDEN ?

https://plagiarism-turkish.blogspot.com


Yükseköğretimde Gözetim ve Denetim - Yasal Çerçeve ve Uygulamalar -
Devlet Denetleme Kurulu Raporu (2009) lütfen tıklayın

2547 sayılı Kanun’da öğretim elemanlarının disiplin suçlarına ilişkin yapılması düşünülen değişiklikler hakkında Bilim Akademisi’nin raporu (2016) lütfen tıklayın

Bilim Akademisinin Sahte Belge ve İmza Üretimi Hakkındaki Açıklaması (2025) lütfen tıklayın

“Sahte Diploma Soruşturması” Hakkında Kamuoyu Bilgilendirmesi - Türkiye Barolar Birliği (2025) lütfen tıklayın

Kıbrıs Time etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kıbrıs Time etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Mart 2024

Dr. Umut ÖZKALELİ - SAHTE DİPLOMA HİKAYESİNDE İKİ ADAM (KıbrısTIME)

Ada yarısında sahte diplomadan başka bir şey konuşulmuyor ama aslında sahte diploma ile ilgili gerekli hiçbir şey söylenmiyor.

Ben memleketinden uzak, 12 senedir sürgünde yaşayan “gerçek doktoralı” bir akademisyenim. Sürgünüm çünkü “köklü ve gerçek” denilen üniversitelerimizde sahte diploma ve intihal (fikir hırsızlığı) olduğunu Amerika’dan döndükten sonra tespit ve deşifre ettim.

İntihalciler ve sahteciler tarafından dava edildim. O zaman dava arkadaşım da kabul ettiğim birini avukatım olarak tuttum. Avukatımın ihanetine uğradım ve mahkeme sisteminin “katkıları” ile “usul hukukuna” uygunsuz dava dosyalanmasından dolayı intihal delilleri sunulmadığı için hiç açılmaması gereken bir dava aleyhime açılabildi. İntihalciler ve sahteciler beni “kişisel itibara saldırı” suçlaması ile mahkemeye götürünce üniversiteleri ve YÖDAK “konu mahkemede” diyerek diploma ve yayınlarını incelemedi. Bu size tanıdık geldi mi? Gelmediyse az sonra benzeşme göreceksiniz. Sabredin. Ben bu mücadele sırasında işsiz bırakılıp yurt dışından davalara getirilirken, 7 uzun yıllık mahkeme sürecindeki bütün intihalciler ve diploma sahtecileriüniversitelerdenada yarısında maaş çekti. Beni uçağa binip gelmeye zorladılar, “dava günü kaçırılamaz” dediler ama davayı açanlar hiç bir seferde gelmeyerek davayı erteletebildiler.

Sahtecinin sahteci olduğunu kanıtlamam için başını bile çevirip bakmayan akademisyenler, siyasetçi akademisyenler, temiz toplumcular ve YÖDAK tek bir söze asıldı: “konu mahkemelik, karışamayız”. Yedinci yılda bugün kelepçe ile gördüğünüz Mehmet Hasgüler YÖDAK üyesi olarak konu ile ilgilendi, Japonya ile iletişime geçti ve beni dava eden kişinin ortada bir diploması olmadığını açığa çıkardı. Bunun için polise kendisi suç duyurusunda bulundu.

Sahteciye kelepçe takılmadı. Fotoğrafları boy boy sosyal medyada gezdirilmedi.

Bugün “sahte diplomaların peşini bırakmayacağız” diyen Kudret Özersay’ın partisinden milletvekilliğine aday gösterdiği bir başka şahıs geçtiğimiz dönemlerde YÖDAK üyeliğine getirildi. Bu şahsın lisanssız DAÜ’de doktora yaptığı haberlere yansıdı ancak “istifa” etti denildi ve konu kapandı.

Onun da kelepçeli fotoğrafları boy boy her gazetede lanse edilmedi. Olayın sonu da nasıl geldi bilmeden gündemden düşürüldü. Özersay bu konuda hiçbir açıklama yaptı mı? Sorumluluk aldı mı? Ben açıklama görmedim, yaptıysa iletilmesini isterim. O şahsa ne olduğunu da açıklasa halka bir hizmet daha etmiş olur. Tedavüle sahte diploma sürmesi veya hak ettiğinin üzerinde payeler alması suç teşkil etmiyor mu? Üzerine gidilmeyi hak etmiyor mu?

Aylardır, YÖDAK başkanı, YÖDAK yasalarına uygun üniversite onaylı transkript (ders dökümü-4 yıl boyunca hangi dersleri aldığı) gösterememektedir. Bunu gündemde tutan yine Mehmet Hasgüler’dir. YÖDAK başkanının diploma denkliğini ortaya koyamamasına cevabı ne oldu? Hasgüler’e “dava açtı”. Mahkemelerde hiç olmaması gereken bir dava ile iş sürüncemeye girdi. Bana yapıldığı gibi. İntihal, diploma onaylama meselesi mahkemede “hakaret davası” açılarak üzeri örtülebilecek bir mesele değilken, “konu mahkemede” denilerek göz ardı edildi. Basdiş meselesi ilk patladığı anda da tutuklandı haberi yapılınca Avcı “yasal işlem” başlatacağını söyleyerek  dava tehdidi ile kendi haklılığını kendince yeniden kanıtladı. Dava açmak kişileri haklı pozisyona sokmamalı ama ada yarısında bu durum gelenekselleşmiş.

YÖDAK Başkanına “cila” atan gazeteciler diploma fotoğrafı çektiler ve kesin üsluplarla “diplomayı gördüklerini” tescillediler.

Hasgüler geçtiğimiz günlerde polisin önünde açıklama yaptı. Avcı’nın transkriptinin (not dökümünün) önemini kamuoyu ile paylaştı. Mahkemeye not dökümü sunamayan YÖDAK başkanının açtığı davayı ya da YÖDAK başkanlığınıda sürdürebilmesi artık kamuoyunda sessizlikle karşılanamayacak bir hal aldı.

Derken olay bir anda “basdiş” üzerinden rüşvete dönüverdi. Rüşvet önemlidir ama yetkinlik isteyen, eğitimi ile makam tutması gereken birinin bir okulu bitirip bitirmemesi de daha az önemli değildir. Önemliz olsaydı “sahte diploma” konusu üzerinden Özersay bu kadar gündem yaratmazdı. Basdiş kamuoyu gündemine gelirkenden, tüm kamuoyunun aklına durgunluk verecek şekilde Avcıüniversitesini denetlediği Dürüst’ten basdişi aldığını kabul etti ve sanki kimin ödediği değil hangi hesaptan ödediği önemliymiş gibi yaparak bunu önemsizleştirmeye çalıştı. Ama aslında suçunu kamuyu önünde kabul etti. Ardından Avcı tutuklandı haberi geldi, sonra yalanlandı. Kamuoyundaki tepki hızla artarken beklenen tutuklama geldi.

Tutuklama geldi mi? Gerçekten Avcı'yı tutuklu gördünüz mü? Kelepçeli fotoğraflarına baktınız mı?

Gördüğünüz tek kelepçeli fotoğraf Avcı’nın diploma gösteremediğini aylarca uğraşla inkar edilemez bir kabule taşıyan Hasgüler’inki oldu. “İkisinin”birden tutklandığını dinlediniz ama çoğunlukla yalnızca Hasgüler’in fotosunu gördünüz. Avcı’nın fotosu kelepçeli Hasgüler yanına yerleştirildiğinde de kalantor ceketli resmi konuldu. Bu iki adamın resmedilişi manipülatif bir zihin oyunu.Ya yalnızca bir suçlu ya biri suçlu biri takım elbiseli suçlanmamış yan yana duran iki adam imgesi kafanıza kazındı. “Bir suçlu var” denildi size. Şu an zihninizde yer eden “suçlu” not dökümü gösterememiş, basdişi mideye indirmiş YÖDAK başkanı değildir.Şu an zihninizdeki tek suçlu benim davamdaki sahteciyi açığa çıkarmış ve YÖDAK başkanının not dökümünü veremediğini kamuoyuyla paylaşan Hasgüler’dir. 

Avcı tutukluluk gün sayısına bile itiraz etmemiş. Neden etsin? Hastaneden “kalp krizi” riskini dinlenerek atlatacağını biliyor. Hasta olduğu için acaba sorgulaması da mı ertelenecek? Öyleyse bu “herkese eşit muamele” ilkesini koruyacak mı? Yoksa sistem bize sorgulanacak bir adam verdiği için öfkemizi tatmin etmiş olarak “dokunulmazlarına” dokunmamaya devam mı edecek? Bir yandan sistemde “dokunulmayan”kalmayacak diye bir siyasi alkış koparken öte yandan her zamanki gibi gerçekten korunması gerekenlere yolu uzananlar da korunacak mı?

Hasgüler suç işledi ise suçu sağlıklı, güvenilir, ikna edici şekilde ispatlanırsa ancak ceza çekmeli. Gazetelerin önemli bir kısmı hali hazırda “rüşveti aldı” diye başlık atıyor. Bu malum online yayın grupları sizeşu an sadece şüphe olan birşeyi“kesinleşmişişlenmis suç” olarak aktarıyor. Kesinleşmiş bir karar varmış gibi bir ifade kullanılıyor. Kıbrıslılığı da yetmedi, Hasgüler’e “suçu ispatlanan dek masum” karinesi için bağıran bir kişi bile yok. O da şimdi mahkeme süreci yaşamadan “suçlanan” yabancılar gibi kendi ülkesinde. Çünkü karşısındaki “daha arkalı”. Temiz toplumcular da dahil kimse “hüküm vermeyelim” demiyor. Benim için tanıdık. İspatı kolay olan intihalde “mahkeme kararı yok konuşamayız” demişlerdi, bunda bir kişi bile “suçu ispatlanana dek masumdur” demeye gerek görmüyor. Neden? Geçtiğimiz aylarda itibarlı doktorlarımız için mahkeme sürecini bekleme çağrısı bile yapmadan “masum” ilan edenler çoğunluktaydı.“Zengin dokrolarımız suç işlemez” diye yazılar bile yazılmıstı. Hasgüler zengin degildir, bisiklete biner, “zadegan” değil işçi ailesinden gelir. Acaba o yüzden mi sorumsuzca yazılan yazılarla Hasgüler'i yargılanmadan suçlu ilan edebildiler? Acaba ondan dolayı mı “masumiyet karinesi” hatırlatan kimsecikler yok ortada? Toplumdan bir kesime de sosyal medya üzerinden hakaret ettirdiler. Hem de Avcı’nın pek de ispatlı suçunun imgesi üzerinden yaptılar bunu. Avcı’nın ispatlı itiraflı suçu (basdişi aldım dedi) Hagüler’de vücut buldu ve  ona yansıtılarak Avcı’nın yerine kendisini koyuverdiler. Öfkeler kusuldu, Avcı’nın kamuoyunu rahatsız eden durumu Hasgüler’e yansıtılarak vakumlandı.

Ama ya not dökümünü hali hazırda gösteremeyen ve “basdişleri aldım, tüh Kemal bana neden okul hesabından vermiş” diyerek suçunu itiraf etmiş Avcı? Ona bir gün bile kelepçe takılacak mı? Peki ya aniden hastane yatağından rüşvetten aklanmaya giderse? Diploma denkliğini konuşmaya dönecek miyiz? Ya da aldığını itiraf ettiği basdişleri? Çünküşu anki tutuklama sebebi basdişler değil. Ondan dolayı kendisine dava okunacak mı?Yoksa “haksız yere stres çekmekten” devlet bir de kendisine tazminat mı ödeyecek?

Peki ya not dökümleri? O konuşulmaya devam edecek mi?

Sahteciliği ortaya çıkaran, suçu kanıtlanmamışla, basdişi yediğini itiraf eden ve mahkemeye not dökümünü aylardır sunamayan arasında kelepçelenen kim ona bakın.

Baktınız mı?

Düşün ada yarısı düşün!

24 Mart 2017

Dr. Umut Özkaleli - Kıbrıs'ta intihal mücadelesi...Devam! (KıbrısTime)

Bu beş uzun yılın mücadele öyküsüdür. Memlekette diplomasız kişilerin sahte diploma ile yardımcı doçent yapıldıklarını büyük bir şaşkınlıkla öğrendiğimiz (Ömür Yılmaz ile birlikte) ve ispatladığımız bir süreçten sonra, intihalcilerin diploma sahtecilerinden de çok olduğunu keşfetmemizle başlayan bir süreç. İntihal, akademik hırsızlık demektir. Akademisyenin fikir üretmeden kendine akademisyen demesi mümkün olmadığı için, fikir üretmeyen bir sürü insanın, hali hazırda başkaları tarafından üretilmiş olan fikrileri, sanki ilk kez kendileri ortaya atmış kılığına girip, fikrileri “ödünç”(!) aldıkları insanların o fikirlerin sahibi olduklarını söylememesidir. Bir de yazdıkları metinlerin özgün bir fikri içermeden başkalarının fikirlerini (atıf yapsalar da) kendi fikirleri olmaksızın kesip yapıştırıp yayınlamaya kalkmalarıdır.
Adayarısında akademide çalıştığım 3 yıl boyunca gördüklerim anlatmakla bitmez. Her ne kadar da intihalci ve sahtecileri deşifre edip YÖDAK’ın gereken adımları atmadığını ve atması gerektiğini ortaya koymamızdan sonra üzerimize çullanan ve çullandırılan gazeteciler ve fısıltı gazetesi mensubu (sözde) akademisyenler bu iddiaları “istihdam” arayışı ile yaptığımızı söyleseler de, sevgili okur sakın aldanma. O dönemde ben hali hazırda bir üniversitede çalışıyordum, bir bölümün de başındaydım. Kendi adıma o dönemde var olan işim de düşünülecek olursa benim motivasyonum, memlekette akademisyen olarak yer etmek, zihinlere girmek, istihdam bulmak değildi. Zaten sussaydım hala orada pozisyonumu tutuyor olurdum. Onun yerine, sahte diploma ile ilgili üniversitemin sahiplerini bilgilendirmeyi, bu yanlışların düzletilmesinin üniversitenin de geleceği için hayırlı ve avantajlı olacağı konusunda perspektif verebilmeyi umdum. Nafile... Hiç ilgi görmediği gibi, konu oraya gelemedi bile. Sahtecileri hangi komitelerin yardımcı doçentliğe yükselttiklerine dair sorular hep cevapsız kaldı. Öyle bir yönetim anlayışı ile çalışılamayacağıma karar verdiğim için istifa ettim, üniversitenin sahiplerini bu anlayışla yönetenlerden kurtarması gerektiği ile ilgili uyarımı bireysel olarak yapamasam da yazılarımla buna çabaladım.
Süreç içindeki mücadelemde, herkes “istihdam peşinde” olduğumu iddia edip durdu ama kimse zaten var olan çok ballı işimden kendim istifa mektubu yazarak ayrıldığımı, ülkem üniversitelerinin bilim yuvalarına dönmesi için mücadele vermeyi seçtiğimi hatırlamak istemedi. Ya da kim bilir, inanmak istemedi. Kişiler herkesi kendileri gibi bilirmiş derler. Mesleklerinde bir yerlere çala çırpa ya da kolay derece değirmenlerinden aldıkları diplomalarla gelenler veya siyasi ve maddi nüfuzla oraları parselleyenler bu konuları “akademinin en önemli sorunu” görmemişlerdir eminim. Gerçekten de bana bunu diyenler çok oldu. Akademinin var olma sebebi bilim üretmek ve bilimsel üretimi öğrencilere aktarmaktır. Bilim üretmeyen, bilim aktaramaz. “Üniversiteler adası” sloganlı adayarısının bilim üretmek konusunda dünya sıralamasında nerede olduğuna bakın; eğer kayda değer bilim üretiliyorsa gerçekten de “intihal ve sahtecilik en önemli sorunu” değildir. Ama yoksa, varlık sebebi olan bilimsel üretkenlikten uzak bir yerin intihal ve sahtecilikte nasıl ana sorunu yaşamadığını siz bana anlatın. Çünkü bilim insanı demek metot kullanmak demektir. Metot da ancak doktora düzeyinde, gerçekten doktora vermeye yetkin araştırma üniversitelerinde öğrenilir. Metot bilmeyen, kullanmayan doktoralılarla, hiç doktora almamışların ve başkalarının fikirlerini alanların bilim üretmesi nasıl mümkün olabilir?

Adayarısının entelektüelleri, akademisyenleri ve sendika abileri o dönemde üniversitenin en önemli sorununun bu olmadığına karar verdi. Bir sendikacı televizyon ekranından “biz yarın maaş alıp almayacağımızı bilmiyoruz, sorunumuz bu” demeyi tercih etti. Evet, evet doğru bildiniz, üniversitede “hoca” ama metot ve bilim bilecek hali yok çünkü doktorasız. Ama ekspert(!). İntihal önemli mi değil mi kararı o veriyor memlekette. YÖDAK ve o zamanki başkanı, (Gökçekuş’tan evvel o koltukta otumuş bit zâthani şimdilerde üniversitelerin geleceği ile ilgili veryansın edip duruyor), bana bir üniversitenin Sosyal Bilimler Dergisinde dört beş ayrı o üniversitede çalışan “akademisyenin” intihalinin olmasının, bir başka üniversitede lisans mezununun yardımcı doçent yapılmasının, bir başka üniversitede denkliği olmayan bir okuldan doktora diploması gösteren birisinin yardımcı doçent olmasının “istatiksel” olarak alarm vermediğini iddia etti. Muhterem herhalde “istatistik” falan deyince korkarız, geri çekiliriz falan zannetti. Biz ise Ömür Yılmaz ile adamcağızın inkarcılığına güldük geçtik, insanların adayarısında koltuklara, makamlara oturabilmesinin, işlere konabilmesinin bedelinin sessizlik olduğunu üzüntüyle gözlemledik.


Aynı YÖDAK, o dönemde hiçbir intihal komitesi kurup araştırmadan meseleyi geçiştirmeyi tercih etti. Ömür Yılmaz ve ben YÖDAK’ın kapısından o dönem umutla girdik ama büyük bir hayal kırıklığı ile SONUÇSUZ çıktık. Kapı yüzümüze kapandı. Ondan sonra gelenlerin zaten bir şey yapmasını beklemek safdillik olurdu. Zaten intihalcilik ve intihalci/sahtecileri bile bile doçent yapmak için imza atanlar da YÖDAK üyeliğine dek çıkabildi. İntihalle ilgili başvurularımız, bir önceki dönemde yapılmış oldukları için dikkate alınmadı. Bu dönemde adayarısında kurumların adları sürekli de olsa, içeriklerinin dönemlik olduğunu öğrendik. Kişiler değişti mi kurum içindeki başvurular, dilekçeler, işler devretmiyor. Her şey sil baştan. YÖDAK ve üniversiteler hangi gerekçeyle araştırmadılar bu intihal vakalarını biliyor musunuz? İntihallerini, kendi isimleri ile yayınlanan yayınların isimlerini, çaldıkları yayınların adını, çaldıkları sayfaları vererek intihalini açıkladığımız insanlar bize “zem ve kadih” davası açtılar, yani kendilerine haksız yere hakaret ettiğimizi iddia ettiler. Bizim bu intihalleri açıklamamızın sebebi üniversitelerin adım atmamasıydı, YÖDAK’ın konuyla ilgili sessiz kalmasıydı.


Ben akademisyen kimliğine sahip bir insan olarak, üzerime düşen görevi yapıyor ve buna sessiz kalmayarak kamusal alanda kurumları konuyu incelemek, araştırmak ve gerekirse yeni maddeler oluşturarak kanun boşluklarını doldurmak için mücadele veriyordum. Sivil demokratik mücadele böyle verilir. Mantıken bu davalar sürerken YÖDAK ve üniversitelerin iddialarımızı araştırması gerekirdi. Çünkü iddiamız, bunun bir kamusal sorun olduğuydu. Öğrenci yetiştirmeye ehil olmayan insanların sınıfa sokulmaması, intihalcilerin sınıflarda “etik” dersine girmesinin önlenmesiydi. Çünkü intihalci birinden etik dersi alan yarınlarımız nasıl bir profesyonel etik bilinçle insan emanet edilen mesleklere koşulabilirdi? Ama sevgili okur, bu araştırmalar yapılmadı. Tam tersine bize verilen cevap “bu konu artık hukuki bir dava sürecidir, davalar sonuçlanıncaya dek intihal ve sahtecilik araştırması yapılmayacaktır” oldu. Zem ve kadih kamusal davalar değildir, kişilerin kişilere açtıkları davalardır, kamusal meselelerin bu davaları beklemesinin hiç bir alakası yoktur. O davalar 2012 yılında açıldı. Hala bir tanesi bile sonuçlanmadı. İkisi sağlık sebeplerini gerekçe göstererek açtıkları davaları geri çektiler. Muhtemelen artık üniversitelerde pozisyon tutma ve maaş çekme durumları kalmadığı için davalara devam etme gerekleri de bittiğinden geri çektiler. Ben bu davaların açıldığı ve bu insanlar hiç bir soruşturmaya tabi olmadıkları o gün, intihal mücadelesinin buzdolabına kaldırıldığını üzülerek biliyordum. İnsanların hiçbir caydırıcı yaptırımla karşılaşmadan sınıflara girmeye beş yıl daha devam edebilmelerinin sonucu, adayarısının muteber vatandaşlarının bilimsel alt yapısı olmayanlara kendilerini ya da çocuklarını teslim etmeye devam etmesi oldu. Şahsi olarak ben bilim insanı olarak çalışmaya devam ettim. Bilimsel yayından susuzluk yaşayan adayarısının dışında, başka kurumlarda ve ülkelerde evrensel bilime katkı yapan yayınlar yapmaya da devam ettim. Başka ülke sınırları içinde üniversiteli gençlerin yetişmesine katkı koymaya da devam ettim.


Adayarısı ise bilimsel temelini kurmak konusunda şu an itibarı ile o mücadele başladığından beri 5 yıl kaybetti. Peki kamuyu ilgilendiren bu davalar neden 5 uzun yıldır sonuçlanmadı? Hikayenin o kısmı uzun detaylara sahip. Her ne kadar da bu süreçte davayı açanlar davalardan kaçanlar olsalar da kaçmak da her zaman bir yere kadar. Süreç içinde çok ihanetle, çok arkadan bıçaklamayla, çok yılgınlıkla ve o yılgınlıklardan doğan satışlarla bu süreçlerin engellenmesi, bu davaların ispatlı gerekçelerinin saklanması, dosyalara konulmaması, yanlış bilgilerin yanlış isimlerin dosyalarına yerleştirilerek dosyalanması, herhangi bir değişiklik ve tadilat yapılmasının önünün kapatılması gibi ancak adayarısında akla sığabilecek uzatmalarla beş uzun yıl geçti. Adayarısı bu mücadeleyi yapma cesareti ve ilkesini gösterecek yeni insanlar türetmeli. Artık bir başka insan grubu, belki bir başka nesil (?) adayarısında bu bayrağı devralmalı ve bu mücadeleyi sürdürmeli. Davaların neden bunca uzun gittiğine dair konuşmak ya da adayarısındaki intihallerle ilgili konuşmak doğrusunu isterseniz artık benim gündemimde değildi.


Adayarısı, beş uzun yıl buzdolabına kapatarak kaybedeceğini kaybetmişti bu meseleyle ilgili. Bense bilime olan borcumu artık o mecrada ödemek yerine bilimsel üretkenliğe, bilimsel yayına yönelmeyi seçtim. Ama gelin görün ki davaların artık uzatılmasının ihtimalinin giderek daraldığı şu günlerde, süreç yeniden mevzuyu gündemime almaya mecbur ediyor. İnadım inat, sistemin dişlilerinin içinde dönenler “haksızsın” diye bağırdıkça, ülkem akademisinin temiz ve ilkeli akademi mücadelesini yaptım diye bana yeniden bedel ödetmeye yeltendikçe, geçen beş yıllık dava sürecinde gördüklerimi de intihalleri açıkladığım netlikte adayarısı ile paylaşacağım.


Dava süreçlerinde gördüklerimi tartışmaya açmakla da durmayacağım. YÖDAK’ı, YÖDAK’ta hala koltuk tutan, maaş çekenlerin içinde intihalci ve sahtecileri doçent yapanları, üniversitelerin içindeki başka diğer intihalcileri, devlet üniversitelerinin ve YÖDAK’ın intihal duruşunu, yarım saatte verilen doçentlikleri, siyasetin akademi ile ilişkisini de yeniden adayarısı ve onun ötesinde gündeme sokacağım. Haklı olduğum, elimde uzman kişi tarafından yazılmış intihal raporu varken, çalınan kaynakları gösterebiliyorken ülkem için verdiğim bu sivil mücadelede susturmak için alavere dalavere ile “haksızsın” denildiği her adımda, çoktan ardımda bıraktığım bu meseleye tekrardan ve yeniden hep geri döneceğim. Meseleyi zorla gündemimde tutanlara selam olsun!

21 Ocak 2015

Dr. Umut Özkaleli - “Arkadaşız!” söylemiyle meşrulaşan yozlaşma (KıbrısTime)

“Ama arkadaşız!”, “ama birbirimizin yüzüne bakıyoruz!”, “ama ben onu  tanıyorum, iyi biridir!” “yok canım o yapmaz, bir yanlışlık vardır kesin!” “yahu, o bizdendir!” ne çok duyduğumuz cümlelerdir.
Çevrenize dikkatle bir bakın, insanları analitik süzgecinizden iyice bir geçirin. Her kim profesyonel ya da bireysel hayatında bir standart tutturmayı ilke edinmemişse, etik çerçevede hareket etmiyorsa, yetki sınırlarını aşarak pozisyonunu kötüye kullanıyorsa, kendine güvensizliği ile arkadan dedikodu yapıp, çelme takıp kaliteyi aşağıya çekerek bulunduğu yerde “en iyi” kalmaya çalışıyorsa, yaptığı hukuk veya etik dışı davranışların cezasını çekmemek, bedelini ödememek ve onunla yüzleşmemek için bu kaygan “arkadaşlık” tanımına sığınır.
Timsah gözyaşları, sahte depresyonlar, içeriksiz ve tanımlanmamış “iyi insan olma” hali kişinin yaptığı etik yanlışların üstünü örtmeye yeter hale geliyor.
Ötekimizden beklediğimiz standartlar tanıdıklarımıza geldiğinde “ama…iyi bir arkadaş o, iyi çocuk” sözüyle tamamlanıyor cümleler.
Adayarısı da muzdarip bu kaygan, içeriksiz “iyi insan ve arkadaş” düzmece söyleminden. İntihalci, ari ırkımızın dışındaysa, intihal en büyük suç, üniversiteden atılmalı. Ailesi, hayatı sorumluluğumuz değil. Onu sevenler de nasıl sevmiş, sevmeyiversinler! Yapmasaydı böyle bir şey! İntihal! Ötesi yok. Ama diploma sahtecisi parti örgütündense abilerin kanatları altında akademisyen olarak lanse edilmeye, “zavallı, işinden oldu, hayatı da mı bitsin” noktasına kolayca getirilmekte. “Bizim sahtecimiz” affedilmeli. Ailesi var. Arkadaşları var. Yazıktır. Bir de dokunamadıklarımız var, arkadaşlarımız olmasa da, bizden olmasa da “güçlü”. Onların da standartları, etik dışılıkları, intihalleri, diploma gösterememeleri çok konuşulmamalı, bilmiyormuşuz gibi yapılmalı. Ortaya çıkmasın diye talep etmek yerine, araştırmak yerine “iddialar” olduğu vurgulanmalı ki sahtecilik ve intihalcilikle ilgili sular bulandırılmalı. Bunların kolayca ortaya konulabilecek, ispatlanabilir şeyler oldukları unutturulmalı.
Rüşvette de aynı, sahtecilikte de, intihalde de. Hak yemede de aynı. Hakkı yiyen bizdense ve bizim istemediğimizin hakkını yiyorsa sorun yok. Orda arkadaşlık var, insanlık var. Suçun mağdurundan önce suçu işleyene hiçbir bedel ödemesini istemeksizin “insanlık” var bizde.
Hak yiyiciler, yedikleri hakkın karşılığını vermeden, mağdurları mağduriyetten kurtarmadan “affediliyorlar” bu düzende. İnsanlık adına. Hakkı yenen zaten görece sesi, gücü, statüsü olmayanlar olduğu için onlar adına bir “insanlık” talep etmek gerekli olmuyor. Ne de olsa onlar görünmezler. “İnsan” tanımımızın dışına düşürülmüşler.
Bu “iyilik” ve “insanlık” sadece belli bir gruba yönelik affı içerdiği için aslında insanlıkla, kardeşlikle, affetmeyle, düzeltmeyle, barışmayla alakalı değildir.
Bu yolsuzlukların, sistemsizliklerin, hak yemenin, başkasının kuyusunu kazmanın, etik, insani, profesyonel standartlardan uzak davranmanın ve bütün bunları yapma özgürlüğüne devam etmenin bir kılıfıdır sadece.
Kim size “arkadaşız!” diyorsa biraz tereddüt edin. Bu söylem yozlaşmanın, yolsuzluğun, hak yemenin sorgulanmadan devamı için kullanılıyordur genellikle.
Bu “arkadaşlık” adına çiğnenen etik, insani ve profesyonel standartların olduğu yerde, toplum yararına, genelin faydasına, dezavantajlının haklarına önem verilmesine ait yaklaşım bulmak neredeyse imkansızdır.
Üniversitede bugün intihalleriyle oturup yeni nesilleri “yetiştirenler”, akademik ve profesyonel standartlarının hesabını vermek zorunda olmadıklarını düşünenler, profesör edalarında gezip diploma gösteremeyenler, dereceleri ve unvanları ile ilgili yalan söylemeye gözünü kırpmadan başvurabilenler, “Kıbrıs üniversiteleri kumar oynayacak emeklilerin çalışacağı yerdir, siz gidin başka memleketlerde kariyer yapın” diyenler ve onları gözünü kırpmadan besleyerek ardından “temiz toplumculuk” oynayanlar, sahtecilerle, intihalcilerle kol kola gezip “ama böyle ifşa olmak bunalıma soktu onu” diye destek çıkanlar, maaşa bağlayanlar, tanıdıkları oldu mu yolsuzlukları halının altına süpürenler, toplumlarını bu hoşgörü, sevecenlik ve arkadaşlık kisvesi altında her gün uçuruma sürüklemektedirler.
Adayarısında da “arkadaşlık, ahbaplık, tanıdıklık” en büyük itici güç.
Adayarısında da uçurum giderek derinleşmekte. 

!

Türkiye yırtıcı, şaibeli, sahte ve fake dergilerde en çok yayın yapan 3. ülke

Predatory journals: Who publishes in them and why? - Selçuk Beşir Demir Dünyanın en prestijli dergilerinden biri olan Elsevier tarafınd...

Predatory journals: Who publishes in them and why?

.....................................................................


...
...
...

* Rastgele Yazılar




.