NEDEN ?

https://plagiarism-turkish.blogspot.com


Yükseköğretimde Gözetim ve Denetim - Yasal Çerçeve ve Uygulamalar -
Devlet Denetleme Kurulu Raporu (2009) lütfen tıklayın
2547 sayılı Kanun’da öğretim elemanlarının disiplin suçlarına ilişkin yapılması düşünülen değişiklikler hakkında Bilim Akademisi’nin raporu (2016) lütfen tıklayın

30 Eylül 2012

Tufan Erhürman - İNTİHAL (YENİ DÜZEN)

Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde yüksek lisansa başladığım ilk dönemde, en az zamanda en çok ve önemli şeyi “Bilimsel Araştırma Teknikleri” dersinde öğrenmiştim. Bu derste, o zamanın teknolojisiyle (henüz internet yoktu) bilimsel araştırmanın ve bir makalede ya da kitapta atfın nasıl yapılması gerektiğini öğretmişti hocamız bize. Konular birkaç haftada bitmiş olmasına karşın, haftalarca süren bazı derslerde öğrendiklerimi unuttum da, o derste öğrendiklerimi meslek hayatım boyunca hep kullandım.

Özellikle makale ya da kitap yazılırken atfın nasıl yapılacağını bilmek çok önemliydi. Bir kitaptan ya da makaleden alıntı yaparken, aynen alıntı yapılıyorsa, bu tırnak içinde gösterilmeli ve mutlaka dipnot verilmeli, aynen alıntı yapılmadığı durumlarda da görüşlerinden yararlanılan yazarlardan ve eserlerinden dipnotta söz edilmeliydi.

Belki fazla saf oluşumdandır, o gün bu gündür, hâlâ, bu kadar kolay öğrenilebilen bir şeyin neden öğrenilemediğini ya da öğrenilmesine karşın neden uygulanmadığını anlayamıyorum. Anlayamama sebebim şu: Ben, bir akademisyenin başta gelen özelliğinin, durmadan okumak, alanındaki, hatta alanına yakın alanlardaki yeni yayınları sürekli takip etmek olduğunu düşünüyorum. Bu özelliğe sahip olan bir kişi için, okuduğu ve yararlandığı yayınlara atıf yapmak üzücü değil, sevindirici bir şeydir. Eğer birilerine bir şey göstermek ya da kanıtlamak gerekiyorsa, göstermekle ya da kanıtlamakla en çok övünülecek şey, bir makaleyi ya da kitabı yazmadan önce, o alanda yazılmış olan pek çok eseri okuduğunuzu ortaya koymaktır. Bu da, ancak çok sayıda atıf yapmakla mümkündür.

Sanırım böyle düşündüğüm içindir ki Yenidüzen’in “adres” ekinde yazdığım, iki sayfalık, çoğunlukla uzmanlık alanıma ilişkin olmayan, dolayısıyla akademik hayatta bana unvan ya da başka herhangi bir şey kazandırması ihtimal dahilinde bulunmayan yazılarda bile, bazen yedi-sekiz esere atıf yapmaktan gocunmam, hatta açıkçası mutluluk duyarım. Hadi tevazuu bırakayım bir yana, açık söyleyeyim: Bununla övünürüm. Hep söylerim, yazdıklarımla övünmek haddim değildir, onların iyiliklerini, kötülüklerini okuyucu takdir edecektir ama okuduklarım ve iyi bir okuyucu olduğum konusunda asla mütevazı değilim.

İşte son zamanlarda ülkemizde her nedense gittikçe yaygınlaşan intihal olayına da bu noktadan baktığım için yapılanları anlamakta güçlük çekiyorum. Özellikle isimlerini takdirle anmadan geçilmemesi gereken iki akademisyen, Umut Özkaleli ve Ömür Yılmaz, bu konuya hassasiyetle eğilmekte, her gün yeni intihal iddialarını (ortada mahkeme kararı olmadığı için “iddia” diyorum ama bu iki akademisyenin iddialarını her zaman dikkatle incelenmesi gereken belgelerle birlikte ortaya koyduklarını da belirtmek istiyorum) gündeme getirmektedirler.

Akademik yükseltme kriterlerinin çoğu zaman içerikten bağımsız bir biçimde birtakım dergilerde yayınlanan makalelerin getirdiği puanlara göre belirlendiği bir sistemde, insanların bu dergilerde yayın yapmak için kendilerini paralamalarını, kabul etmesem (ve bunu ısrarla reddetsem) de anlayabiliyorum. Yrd. Doç., Doç., Prof. olmak, dahası bu unvanların karşılığı olan maaşları alabilmek bence bu mesleğin sağlayabileceği birçok başka tatminin karşısında geri plandadır ancak kimileri için çok önemli olabilir. Amenna! Ama bunları yapabilmek için başkalarının yazdıklarını ilk kez kendiniz yazıyormuş gibi kullanmanın, başkalarının emeğini, düşüncesini çalmanın (hadi günümüzdeki genel yozlaşma çerçevesinde bunları da anlamlandırdık diyelim), “ben bunları da okudum” demenin keyfinden, gururundan kendinizi mahrum bırakmanın sebebi nedir?

İş bu kadarla kalsa, belki de kapitalizm, yozlaşma, hırsızlığın her alanda meşrulaştırılması, rekabet, para hırsı gibi sebeplerle açıklanabileceğini düşünüp, “lanet olsun, ne hâlleri varsa görsünler” diyebilir insan. Oysa intihal hadisesi öyle boyutlara vardı ki bu ülkede, artık bir sosyal olgu olarak ele alınıp üzerinde düşünülmesi gerekiyor galiba. Akademisyenler, yalnızca kendilerine “puan” getirecek akademik yayınlarda değil, günlük ya da haftalık gazete yazılarında bile intihal yapabiliyorlar. Dahası, akademisyen olmayanlar da kapılmış durumda bu rüzgâra. Onlar da, onun bunun yazdıklarından kırptıklarını alt alta yapıştırarak, gazete sayfalarında boy gösteriyorlar. Buna benzer bir iki olayı gaile de yaşamak zorunda bırakıldı geçmişte. Yayın Kurulu olarak sudan çıkmış balığa döndük. Böyle çirkin girişimlere alet edildiğimize mi yanalım, insanların ne yapmaya çalıştıklarına bir türlü kafamızın basmamasına, bu toplumda olan biteni anlamakta her gün biraz daha başarısız olduğumuza mı, bilemedik!

Elbette, KKTC’deki akademisyenlerin tek sorununun intihal olduğunu düşünmemek lazım. Akademisyenliğin öğretmenlik, hatta memuriyet gibi icra edilmesinden tutun da, okumamaya, kendini geliştirmemeye, yazıp çizmemeye, diplomayı aldıktan sonra “oldum” sanmaya, fil dişi kulelere kapanıp toplum sorunlarıyla ilgilenmemeye, üniversitede yöneticilik yapmayı akademisyenlik saymaya, karşılığında para ya da unvan olmaksızın kılını kıpırdatmamaya, bilimsel araştırmayı projeciliğe indirgemeye varana kadar pek çok sorunu var ülkemiz akademisyenlerinin. Ama bunlar var diye, akademide en kabul edilemez davranışlardan biri olan intihali görmezden gelmek mümkün değil elbette.

Bu noktada, bu ülkede gitgide bir ekonomik sektörden ibaret hâle gelmeye başlayan üniversitede, bu sektörün baronlarını karşılarına alma riskini de göze alarak intihal vakalarını ortaya çıkarmayı kendilerine görev bilen Umut Özkaleli ile Ömür Yılmaza teşekkür borçluyuz hepimiz. Belki onların sayesinde, cehaletse bunun sebebi, yazıp çizmeye soyunanlar bir bilimsel araştırma el kitabı okumak, ahlaksızlıksa, bunun bedelini ödemek zorunda kalırlar.

Ama ben bitirirken, bana göre bu işin sırrı olan noktanın altını bir kez daha çizmek istiyorum: Gazetecilerin, politikacıların, öğretmenlerin, akademisyenlerin, hatta edebiyatla uğraştığını iddia edenlerin bile okumayı zül addettiği, birileriyle konuşarak her şeyin öğrenilebileceğinin sanıldığı bir ülkede anlamsız gelebilir söyleyeceğim şey ama ben hâlâ inanıyorum ki okumaksızın doğru dürüst yazmak imkânsızdır. Okuyan insanın doğal davranışı da, okuduğunu saklamak değil, paylaşmak ve çok okumakla gurur duymaktır. Bu konuda mücadele verenlerin çabalarını asla küçümsemiyorum ve çok önemsiyorum ama bu düşünce yerleşmedikçe, gazetelerde de, akademik yayınlarda da intihalin tamamen ortadan kaldırılması mümkün olmayacaktır bence. Paranın, içi boş olsa da unvanın, şanın, şöhretin bu kadar prim yaptığı bir ortamda, akademisyenin veya gazete yazısı yazanın intihal yapması, iş insanının vergi kaçırmasının, çalışanının sigortasını yatırmamasının, siyasetçinin para ve istihdam karşılığında oy istemesinin, sıradan yurttaşın oyunu satmasının akademideki yansımasından başka bir şey değildir. Kısacası, ahlaksızlık üzerinde kurulmuş bir sistemde, doğal olarak sistemin parçası olan akademisyenin de bu ahlaksızlıktan payını almasına, herhâlde ve maalesef şaşmamak gerekir!

!

Türkiye yırtıcı, şaibeli, sahte ve fake dergilerde en çok yayın yapan 3. ülke

Predatory journals: Who publishes in them and why? - Selçuk Beşir Demir Dünyanın en prestijli dergilerinden biri olan Elsevier tarafınd...

Predatory journals: Who publishes in them and why?

.....................................................................


...
...
...

* Rastgele Yazılar




.