NEDEN ?

https://plagiarism-turkish.blogspot.com


Yükseköğretimde Gözetim ve Denetim - Yasal Çerçeve ve Uygulamalar -
Devlet Denetleme Kurulu Raporu (2009) lütfen tıklayın
2547 sayılı Kanun’da öğretim elemanlarının disiplin suçlarına ilişkin yapılması düşünülen değişiklikler hakkında Bilim Akademisi’nin raporu (2016) lütfen tıklayın

31 Mart 2010

Prof. Dr. Kurtuluş Töreci - TIPTA YAYIN ETİĞİ -BİZDEN DE ÖRNEKLERLE (ANKEM)

 
Bilim dünyasında plajiarizme beklenenden çok daha sık rastlanmaktadır. İleri ülkelerde araştırmada doktora öğrencilerinin aldığı pay çok büyük olduğundan, öğrencilerin yaptığı plajiarizm önemli bir konu haline gelmiştir; nedenleri ve önleme yöntemleri üzerinde çok durulmaktadır [52]. Bizi ilgilendiren son örneklerden biri Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nin Fizik Bölümü’nde iki doktora öğrencisiyle beraber başka üniversitelerimizden de dekan ve profesörden öğrencilere kadar 14 ismin karıştığı, 67 makalenin (bir dergide yayınlanmadan önce on-line yayınlayan) “arxiv”den çekilmesiyle sonuçlanan, bilim aleminde ülkemiz için büyük bir ayıp oluşturan olaydır [46]. Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde çeşitli yazarlarla beraber birinin 40, diğerinin 29 yayını olan iki doktora öğrencisinin sınavda en basit, lise düzeyinde sorulara cevap verememesi üzerine makalelerini inceleyen bir jüri üyesinin ortaya çıkardığı bu konu gazete sütunlarına da taşınmış, kişilerin yabancı dilleri yetersiz olduğu için başkalarından yazım alıntıları yaptıkları yolundaki savunmaları [119], intihal yapmakla suçlananların intihali ortaya koyan ve bu konuda beyanda bulunanlara karşı mütecaviz yazıları [51] için web sitelerinde uzun yazılara erişilebilir [47 - 50]. Ülkemizde en yüksek bürokrattan ve rektörden başlayarak her kademe için plajiarizm örnekleri bulunabilir.>>>

Kurtuluş TÖRECİ
İstanbul Tıp Fakültesi, Mikrobiyoloji ve Klinik Mikrobiyoloji Anabilim Dalı Emekli Öğretim Üyesi
ANKEM Dergisi Editörü
torecik@ankemdernegi.org.tr



29 Mart 2010

Murat Bardakçı - Bilim dünyamızın habis uru: İntihal! (HABERTÜRK)

İNTİHAL, mâlumunuz, bir başkasının eserini “çalmak” demektir.
Kelime sözlüklerde her ne kadar “başkasına ait eseri kendisininmiş gibi yayınlama” gibisinden “inceltilmiş” ve “kibar” bir şekilde ifade edilmekte ise de, intihal, basbayağı bir hırsızlıktır. Adamın cebinden parasını çalmakla, birinin evine gizlice girip eşyalarını yürütmekle veya yankesicilikle intihal arasında hiçbir fark yoktur. Birinde çalınan paranız yahut malınızdır, diğerinde ise emeğinizin mahsulü olan göznurunuz, eseriniz!
HABERTÜRK Televizyonu’ndaki “Tarihin Arka Odası”nda, bundan birkaç hafta önce bir intihalden bahsettim. Afyon Kocatepe Üniversitesi’nde 2005 senesinde yapılan bir yüksek lisans tezi baştan sona çalıntıydı; hırsızlığı yapan kişinin hocalarına teşekkür ettiği önsözdeki birkaç cümle dışında her tarafı bir başka eserden makaslanmıştı! Hem de nereden? Benim bundan 15 sene önce çıkarttığım bir bestekârı konu alan ve bugün piyasada bulunmayan bir kitabımdan! Tezi yapan hanımefendi kitabımı bilgisayarının yanıbaşındaki tarayıcıya koymuş, sayfa sayfa tarayıp yazı dosyası haline getirip tez jürisine sunmuştu. Katlandığı tek zahmet işte bu tarama işi ve yazdığı kısa önsözde hocalarına ettiği teşekkürden ibaretti.

ÜNİVERSİTEYİ KUTLARIM
Tez jürisinde bulunan işinin erbâbı ve konuya her yönüyle vâkıf hocalar, bu çalıntıyı gözleri kapalı bir şekilde “yüksek lisans tezi” yani “eser” olarak kabul edivermiş, hırsızı unvan sahibi yapmışlardı.
Kitabımdan çalıntı olan tezi bulup televizyonda göstermemden ve hırsızlığı ayrıntılarıyla anlatmamdan sonra, Afyon Kocatepe Üniversitesi’nin Sosyal Bilimler Enstitüsü konuya el attı. Yeni bir jüri kurdular ve jüri biraç hafta içerisinde kararını verdi: Tezin çalıntı olduğu anlaşıldı, tez sahibine 2005’te verilmiş olan yüksek lisans diploması iptal edildi, üniversitenin rektörü de kararı onayladı.
Afyon Kocatepe Üniversitesi’ni meseleyi bu kadar kısa zamanda çözüme kavuşturduğu için tebrik etmem gerekiyor. Aynı üniversitenin diğer hocaları bundan beş sene önce önlerine gelmiş olan tezin kaynaklarını hiçbir şekilde araştırma zahmetine her ne kadar katlanmadan intihalciye “Maşallah” diyerek unvan vermişlerse de, hatadan şimdi dönülmüş ve üniversitenin namusu temizlenmiştir. Bu karar, ilgili kurullarının gündeminde dünya kadar intihal dosyasını bekleten ve zülf-i yâre dokunması endişesinden yahut çeşit çeşit ilişkiden veya endişeden dolayı bir türlü karara varamayan diğer üniversitelere de ders ve örnek olmalıdır!

MÜCADELEDE ÖNCELİK
Üniversitelerimizin en büyük derdinin bilimsel araştırmalardaki kalite düşüklüğü olduğunu zannederiz ama asıl dert çok başkadır ve intihalciliğin gittikçe artmış olmasıdır. İlimdeki noksanlar zamanla tamamlanabilir, yetersiz olan bilim adamının yerini ileride işinin erbâbı olanların alması da mümkündür ama bünyesi “intihal” denilen hırsızlıklarla mâlul olan ve dolayısı ile ahlâken çöken bir üniversitenin tedavisi artık mümkün değil gibidir.
İntihal, üniversitelerimizde artık maalesef rutin bir faaliyet olmuştur. Bu iş özellikle fen bilimlerinde almış başını gitmiştir, bazı hocalar taşıdıkları unvanı çalmış oldukları eserlere borçludurlar, hatta intihaller arasında bundan 50 sene önce yayınlanmış eserlerden makaslamalar bile mevcuttur. Açılan soruşturmaların çoğunda bir karar alınamamaktadır, çalışmanın çalıntı olduğu konusunda karar verilmiş olsa bile, hırsızlığı satır satır belirlenen bazı üniversite mensupları dava açmakta ve mahkemeler iptal kararlarını bozmaktadır.
Tekrar söyleyeyim: Üniversitelerimizin bilimsel seviyesini yükseltmeye çalışmak tabii ki gerekmektedir ama bilim dünyasının içini bir ur gibi sarmış olan bu intihal belâsı ile mücadeleye öncelik verilmesi artık şarttır!

21 Mart 2010

Dr. Hakan Özdener - Türk Üniversitelerinin Kanayan Yarası: Bilimsel Yayın ve Çalışmalardaki Etik Problemler

Bugünkü yazımızda ülkemizde bilimin gelişmemesine neden olan engellerin birisi belkide en önemlilerden olan ve Türkiye çıkışlı yayınlara uluslararası alanda duyulan güvensizliğin (en azından temkinli yaklaşılışın) ana nedenlerinden olan “bilimsel çalışma ve yayınlarda” yaygın ve sistematik olarak yapılan hırsızlık ve aşırmacılık ve kopyacılık ve uydurma ve çarpıtma nın nedenleri ve bunların düzeltilmesi için yapılması gerekenleri ele alacağız.
Ülkemizdeki bilimsel etik problemleri iki kısımda inceleyebiliriz. Birincisi, tıp doktorlarının uzmanlık bitirme tezleri başta olmak üzere, master ve doktora öğrencilerinin tez veya bitirme projelerini yaparken, çoğu zaman tez öğrencileri tarafından gerçekleştiren ama tez yönetileri tarafından bilinen ve bilerek ve sistemli olarak göz yumulan bilimsel hırsızlıklar ve çarpıtmalar ve uydurmacılıktır. İkincisi ise genelde akademik çalışma yapan ve akademik hayatının başında olan öğretim üyelerinin, akademik yükselme kaygusu ile yaptıkları sürekli dergilerde basılan yayınlarda yapılan bilimsel etiğe ve zaman zamanda kanunlara bile aykırı olan davranışlardır. Bunlarda kendi aralarında aşağıda inceleyeceğimiz gibi çok çeşitli ve çok amaçlıdır.
Bu yazımızda, konuyla az çok ilgili herkesin yakından bildiği internette arama motorlarına türkçe veya ingilizce olarak “ bilimsel hırsızlık, Türkiye ve plagiarism and Turkey” yazdığınızda karşınıza çıkabilecek şahıs ve üniversite adlarını tekrarlamak yerine problemin derinliği, sebebleri ve çözüme katkısı olabileceğine inandığım düşüncelerimi paylaşacağım.
Ne yazık ki ülkemizdeki bilimsel hırsızlığın her türlüsü ilk okul düzeyinden, üniversitedeki profesöre hatta rektörlere ve YÖK başkanının eserlerinde kadar yaygın şekilde yapılmaktadır ve en kötüsü ise bu son derece normal davranış olarak algılanmakta ve değişik şahsi yorumlarla kişiler kendilerinin haklılığını (!) savunmaktadırlar. Bu olayların ülkemizdeki yaygınlığı ve dozu o kadar fazla ki, bu yüzden ülkemizde bulunan bilimsel etiğe bağlı, her türlü hürmete layık değerli bilim insanlarımız, hak ettikleri uluslararası saygınlığı ve tanınmayı elde edememektedirler. Ayrıca, hak ettikleri akademik ilerlemede bilimsel etiği uymayan arkadaşlarının gerisine düşmektedirler. Bir müddet sonra bu insanlar bir çeşit kenara çekilmekte ve/veya oyun dışında kalmaya zorlanmaktadırlar. Bu durum ise ülkemizdeki bilimin kalitesini kısır döngü içinde daha da düşürürken, bilimsel ahlaksızlık normal ve yükselmek için olması gereken bir karakter olarak kabul görmektedir. Bunun en güncel örneği 2007 yılında ortaya çıkarılan ve tüm dünyada geniş yankılar uyandıran, ülkemizdeki birden fazla üniversite öğretim üyesinin ve doktora öğrencilerinin katıldığı tesbit edilen fizik bilim dalında yapılan bilimsel ahlaksızlığıdır. Bu işin boyutunu anlatmak için sadece şu örneği vermek yeterli olur diye düşünüyorum. Bu akademisyenlerin içinde olan bir doktora öğrencisinin 40’a yakın uluslararası yayını vardı. Bunların hepsi uluslararası ortamdan çekildi ve kişiler tüm dünyaya bilimsel hırsız olarak tanıtıldı, Tabiki ülkemiz ve her türlü saygıya layık bilim adamlarımız da bundan nasiblerini aldılar ve alacaklar. Diğer çarpıcı bir örnek ise, doçentlik imtihanına hazırlanan yardımcı doçentlerin dosyalarında gorülen çarpıklıklardır. Bilimsel hırsızlığa zemin hazırlıyan ve ülkemizdeki akademisyenleri bilimsel alanda yanlış yola yiten bu sistemin/uygulamanın değiştirilmesi genç akademisyenleri kendilerinde uzun vadede öz güven yitimi ve bilimsel davranış bozukluğunu geliştirmesini engelliyecektir. Bunu şu şekilde örnekleyebiliriz. Yardımcı doçent olan akademisyenin doçent olabilmesi için girmesi gereken ilk sınav yayınların yeterliliğidir. Genelde tıp fakültesi öğretim üyelerine mahsus olmak üzere, 3-4 yıllık bir yardımcı doçentin yayın dosyasındaki yazılı ve sözlü tebliğler hariç basılmıs yayınlarının sayısı 20-40 arasında değişmektedir. Bu yayınların çoğu adayın arkadaşları ile ortaklaşa yaptığı ve çoğu zaman kendisinin bile içeriğini bilmediği yayınlardır. Hatta bu yayınların bir kısmında yazarın adının yazılmasını hak edeceği hiç bir katkısı ve emeği yoktur. Aday yine yayınlarının diğer kısmında ise, o çalışmaları hiç bilmeyen ve hiç bir katkısı olmayan diğer akademisyenlerin adı yazdığını görürsünüz. Yani herkesin karşılıklı rızasına ve bilgisine dayalı “yaz beni, yazayim seni” anlayışı ve uygulamasının tipik bir uygulaması gerçekleşmektedir. İşin en acı yanı ise Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK) dahil olmak üzere, doçentlik jürisinde bulunan profesörlerde bunun böyle olduğunu bilmektedirler. Hiç kimse 3-5 yıllık yardımcı doçentlik süresinde sen bu kadar yayını nasıl yaptın diye sormaz ama jüri üyeleride böyle bir dosyayı bekler ve ister. Çünkü doçentlik şartnamesi de bunu teşvik etmektedir. Bilimsel olarak çok kısıtlı şartlara sahip olan ve herşeyden daha önemlisi ilkokuldan itibaren, asistanlık süresi dahil olmak üzere eğitim hayatında hiç veya çok az bilimsel çalışma yapabilmiş akademisyenden bir anda içi son derece kaliteli ve hemde belli sayıda akademik yayınlar ile dolu dosya istenmektedir. Bu bilimsel alt yapı eksikliği üzerine yoğun olarak çalışma temposu ve sosyal ve akademik çevre baskısıda etkilenince akademisyen bu sıkıntıdan kurtulmak için her türlü yolu mübah görmektedir. Bundan sonra bilimsel etik kurallarına uymayan her türlü davranış şekli normal sıradan bir davranış şekline dönüşmektedir.

Türkiye deki bilimsel açmazın diğer ciddi boyutu ise, özellikle tıp doktorlarının ihtisas sonunda hazırlamak zorunda oldukları ihtisas bitirme tezleri başta olmak üzere, master ve doktora tezlerindeki bilimsel etiğe uymayan davranışlardır. Bunların içinde en masum hatalardan tutunda yapılmamış deneylerin yapılmış gibi gösterilmesi ve deneylerden elde edilen sonuçların, çalışma anlamlı hale gelmesi, tezi kısa kesmek, yayın çıkarmak ve benzer amaçlar için, çarpıtılmasına kadar çok yaygın uygulamalar mevcuttur. Bunların bir kısmından belki tez sorumlusunun haberi olmaya bilir ama bu işlere genelde en hafif ifade ile tez sorumlusu akademisyen göz yumar hatta teşvik etmektedir. Bunu yaparken her zaman geçerli bir sebeb ve mazeret hazır olarak bulunmaktadır.
Diğer ciddi bilimsel hırsızlık sebebi ise, master ve doktora bitirme tezlerinde karşılaşılan davranışlardır. Bunların en bariz olanı ise, yapılmamış deneyleri kağıd üzerinde yapılmış göstermek ve veya istatistiksel olarak anlamlı olmayan ve çok az sayıda denekle yapılmış çalışmalardaki sayıları bilerek ve sistemli olarak anlamlı hale getirmektir. Bir başka deyişle ise, bir sıçan kullanılarak yapılmış deneyden elde edilen sonucu sanki 10-20 sıçan kullanarak yapılmış gibi takdim etmekdir. Bu tür tezlerde kullanılan hayvan sayısı ile gercekte kullanılan çok farklı olup, yapıldığı iddia edilen deneylerin belli bir kısmı yapılmadan sanki yapılmış gibi gösterilmektedir. Oysaki ne tezi yapanın nede tezin yapıldığı enstitütinin böyle bir akademik alt yapısı mevcuttur. Tüm bu hareketlerin altında akademisyenin ve akademik kuruluşunun bilimsel alt yapısı ve kaygusu olmaması yatmaktadır. Bunun çözümünün tek yolu ise, yeni gelen nesillere ana okulundan itibaren bilimsel çalışma zevki, lezzeti ve ahlakının öğretilmesidir. Düşünün hepimiz tüm eğitim hayatımız boyunca çalışkan öğrencilere verilen takma isimler “inek, ot” gibi alçaltıcı isimlerdir. Kopya çekmek son derece yaygın bir davranış olup, iyi kopya çeken öğrenciler arkadaşları arasında itibar sahibi olmaktadır. Bu şekilde yetişen çocukların hangi bilimsel ahlakı ve davranışı geliştirmesini beklersiniz. O öğrencilerin ilerde akademik hayatlarında da bu yolu seçmiyecekleri son derece şüphelidir. Bilimsel çalışmanın her türlüsü, her alanı, sabır, büyük emek, özen ve yaptığınız işe, başta araştırmacının kendi kendisine ve kullandığı tüm araç ve gereçlere saygı ister. Buda bitirme tezlerini yaparken öğrenilecek birşey değil ama uygulunacak kazanılmış davranıştır. Bu davranışta ana okulu sırasından başlayıp tüm eğitim hatta hayat boyunca öğrenilecek harekettir.
Bu problemin çözümü ile ilgili görüşlerimizi bir sonraki yazımızda ele alacağız.



20 Mart 2010

Dr. Şükran Gölbaşı - Ahlaksızlık Kurumsallaşırken

Bilim ve Gelecek
Aylık bilim, kültür, politika dergisi
Sayı.72, Şubat 2010

“Üniversitelerinde bilimsel hırsızlığın doğal karşılandığı bir ülkenin elbette tüm yaşam alanları soyulacaktır.”
Güngör Mengi’nin (2005) Vatan Gazetesinde çıkan “YÖK'ün borcu” adlı yazısında geçen yukarıdaki ifade, intihalle ilgili bir çok yazıda alıntılandı. Dayanamayıp ben de alıntıladım. Mengi, bir intihale YÖK tarafından cezai yaptırım uygulanmasını önemli bir adım olarak nitelediği bu yazısında, Prof.Dr.Kayhan Kantarlı’nın “YÖK düzeninde bir ilk olan bu yaptırımın tek olarak kalmaması” gerektiğine ilişkin temennisine değinerek toplumsal olarak temizlenme için şimdi bir eşikte olduğumuzdan söz ediyordu.
Mengi bu yazıda, Prof.Dr.Kayhan Kantarlı’nın birçok yazar ve medya kuruluşuna gönderdiği mektupta söz ettiği; “... aralarında TÜBİTAK bilim ödülü almış, dekanlık yapmış kişilerin ve organize bilimsel sahtecilik yaptıkları kanıtlandığı halde profesör yapılmış kişilerin dosyalarının, YÖK raflarından indirilerek yaptırım uygulandığı gün bu eşiğin geçilerek temiz toplum olmaya doğru bir adım atılabileceği” ifadesine dikkat çekmekteydi.
Mengi’nin yazısının üzerinden 4 yıl geçmiş. Peki biz bu eşiği geçebildik mi? Maalesef geçemedik. Geçebilseydik, en azından bu uğurda çaba göstermiş olsaydık, 2007’de “Nature” skandalı patlak vermeyecekti. Nature dergisinde Eylül 2007 de, uluslararası bilim camiasına intihal olduğu duyurulan 65 makalenin 59 tanesinin son iki yıl içinde gönderildiği tespit edilmiş. Yani tam da, Kantarlı’nın soruşturulmaların derinleştirilmesi için çaba gösterdiği yıllarda. Kantarlı’ya zamanında kulak verilmiş olsaydı, sorgulanmaktan ve yargılanmaktan kaçınılan bu insanlar yüzünden bugün bütün Türk bilim camiası mahkum edilmeyecekti. Nature skandalının üzerinden de 2 yıl geçmiş. Peki bu konuda gerekenler yapıldı mı? Örneğin:
- Olaya adları karışanlar üniversitelerinden uzaklaştırıldı mı?
- Yasal soruşturmanın ötesinde dünya bilim camiasını tatmin edecek yaptırımlar uygulandı mı?
- Şimdiye değin bu konuda yapılanlar, varsa uygulanan yaptırımlar yerel bilim camiasına ve dünya bilim çevrelerine açıklandı mı?
- En azından bunların kimler olduğu açıklanarak dürüstçe bilim yapan Fizikçilerin kendilerine töhmet altında hissetme rahatsızlığı giderildi mi?
- Kamuoyunun vicdanı rahatlatıldı mı?
- Bu insanların intihal makaleler karşılığında TÜBİTAK ve ODTÜ'den haksız yere aldıkları paralar geri ödetildi mi?
Bu soruları döne döne soran sadece bir avuç bilim insanı, iki yıldır yankılanıp kulaklarına dönen yine kendi sesleri. Diğerleri olanları çoktan unutmuş görünüyor, fakat uluslararası bilim camiası hiçbir şeyi unutmadı. Türk akademisyenlerin intihalleri, o yıldan bu yana uluslararası bilim çevrelerinde konuşulmaya devam ettiğine göre yapılanlar her ne ise demek ki yeterli ve inandırıcı olamamış.
Biz her yıl Uluslararası Saydamlık Örgütü’nün, yolsuzlukla mücadele sıralamasında Türkiye’nin yürek burkan yerini izlemeye alışkın bir ülkenin bilimcileri olarak, Nature skandalı ilk patlak verdiği andan itibaren, bu olayın da (artık iyice kirlenmiş olan) halı altına süpürüleceğini zaten tahmin etmiştik. Ne oldu? Gazetelerde basılan çarşaf çarşaf ahlaksızlığın soyağacı profillerinden, dalların ucunda görünen birkaç kişinin uyarılması dışında asıl köklerde görünen isimlerle ilgili soruşturmalar sürüncemeye bırakıldı, yani unutulmaya. Bu halkın çok pislikler kaldırmış sindirim mekanizmasının onu da zaman içinde sindirip alışacağı varsayılarak uyutmaya yatırıldı. Kanıksanan şeylerin sorgulanmaktan kurtulduğunu biliyorlar elbet. Bu ülkenin insanlarının, 12 Eylül yönetiminden bu yana dillendirmeye korktuğu her şeyi yuta yuta sindirim mekanizmaları çöp yuvasına döndü. Bu yavaş yavaş sindirim mekanizmasının literatürdeki adı “kurumsallaşma”dır. Bu ülkenin insanlarına 1980’den bu yana ufak ufak ahlaksızlık-haksızlık-adaletsizlik tabletleri yutturularak, “bir defadan bir şey olmaz” denilerek ahlaksızlık kurumsallaştırılmaktadır. Başka ülke insanlarını sokaklara döken olayların, bu ülkede neden kimsenin kılını kıpırdatmadığını hep merak ederiz ya, nedeni budur.
Bu pisliğin halı altına süpürülmesi geleneğinin yaman takipçilerinden biri olan Ege Üniversitesi Fen Fakültesi Fizik Bölümü öğretim üyesi Profesör Dr. Kayhan Kantarlı, bu olay ilk patlak verdiğinden itibaren neredeyse her gün halı altındakilerin envanterini defalarca yazdı, çizdi, konuştu. Bunca çağrı, yöneticilerimizde nedense hiçbir yankı bulmadı. Kantarlı: "... Bu skandalın başlıca nedeni yöneticilerin şimdiye kadar ortaya çıkarılan bilimsel sahtecilikler karşısındaki örtbas etme tutkuları, kayırmacılık ve eğitimsizliktir" diyordu (Münir, 2007). Birkaç sorumlu gazeteci de bu olaya köşelerini açtıkları için eleştiriliyordu.
Duyarlı bilim insanlarının bu olaya karışanların tümüne gereken yaptırımlar uygulana kadar konunun arkasını bırakmamak için oluşturduğu blog’da yazılanlardan, daha “Nature” intihal olayını dünya bilim camiasına duyurmadan aylar önce, ODTÜ yönetiminin Yüksek Öğretim Kurulu'na yaygın intihale ilişkin şüphelerini bildirdiğini öğreniyoruz. Eğer, YÖK o zaman gereğini yapmış olsaydı, şimdi Türk bilim insanları ABD'nin yüksek öğretim dergilerinin İnternet sitelerinde aşağılanıyor olur muydu? YÖK üstüne düşeni yapmakta gecikti diyelim, peki TÜBİTAK ne yaptı? TÜBİTAK başkanı, skandalla ilgili yapılanları öğrenmek isteyen basına: "Kararı hukukçular verecek" demişti. Hepimiz biliyoruz ki yasal olan şeyler her zaman etik olmayabileceği gibi, etik olmayan bir çok davranışın da yasal yaptırımı yoktur. Bir dönem başbakanının televizyonlara çıkarak “Benim memurum işini bilir” diye gümbür gümbür halkına seslenerek, bizzat gayrı ahlaki yolları teşvik etmiş bir ulusun evlatları olarak, bunun böyle olduğunu hepimiz adımız gibi biliriz. Özal, kendi halkını gayri ahlaki davranmaya teşvik etmekten yargılandı mı ki, biz intihal yapan bilim insanlarını yargıya havale ederek bu sorunun çözüleceğini umuyoruz.
Yasalar yaşamın bütün alanlarını ilgilendiren ayrıntıları düzenlemez, onlar çerçeve hükümlerdir. Ahlaki kararları verebilecek olanlar mahkemeler değil, ilgili kurumların kurulları ve yönetimidir. Maalesef bizim yöneticilerimiz ahlak bilgisi dersinden sınıfta kaldı. Müfredatı bilmediklerinden değil, okuldan asla atılmayacaklarının güvencesini veren bir düzende yaşadıklarını bildiklerinden.
Bu yöneticiler kimler? Başta YÖK, TÜBA ve TUBİTAK’ın yöneticileri olmak üzere, üniversite yönetiminde olan hocalarımız, etik kurul üyesi olan hocalarımız, televizyon ve gazete yöneticilerimiz, bilimsel dergi yöneticilerimiz, esasında tüm bilim camiası. Görevlerini yaptılar tabii ki çizilmiş sınırlara özen göstererek, fakat bu topluma karşı aydın olarak yükümlülüklerini yerine getirdikleri anlamına gelmiyor. İşte tam da bu anlamda ahlaki bir sorgulamada vicdanlarının rahat olmaması gerekir.
“Ne yapabilirler ki?”, diyorsunuz değil mi?
Ne yapılmaz ki? Örneğin:
- Basın, bu sorun çözülene kadar, konuyu gündeminden ve manşetinden düşürmeyebilirdi, çözüm için gereğini yapmayanları her gün ifşa edebilirdi.
- Sayısız TV kanalımız var, her biri bu konuda tartışma açabilirdi, bu olayı vesile bilip eğitim kurumlarımızda çok önemli olan etik davranışların yerleştirilmesi konusunda öncülük edebilirlerdi.
- Bütün üniversitelerimizin öğretim üyeleri dernekleri var. Her birinin dernek başkanları, çeşitli gazete ve dergilere yayınlanmak üzere kınama mesajları gönderebilirlerdi.
- Bütün hocalarımız, aydın olma yükümlülüğünü ve topluma karşı sorumlulukları olduğunu hatırlayıp konu hakkında gazete ve dergilere yazılar yazabilirlerdi.
- Bilimsel dergilerimiz, izleyen sayılarının sunum yazılarına olayı kınayan birer paragraf ekleyebilirlerdi.
Bunlar yapılmadığı gibi, sorunun üzerine giden birkaç hoca ve gazete yazarının uyarıldığını biliyoruz. Bu tür davranışlar insana, hırsızlığın her türünün bildiğimizden de yaygın ve tüm kurumlarımıza sirayet etmiş olduğunu düşündürüyor. Şimdi yazının başında Mengi’den alıntıladığımız ifadeyi tersine çevirelim:
“Tüm yaşam alanları yağmalanmış bir ülkenin üniversitelerinde bilim hırsızlığı elbette doğal karşılanacaktır”
Ahlaksızlığın soyağacındaki isimler takip edilecek olursa, öğretim üyesi, onun yetiştirdiği doktora öğrencisi ve onun yanında yetişmiş doktora öğrencisi şeklinde bir profil ortaya çıkıyor. 1980 askeri rejimi ile topluma yerleştirilen köşe dönmecilik anlayışı, öyle görünüyor ki artık köşe dönmecilik ruhunu gelecek kuşaklara aktaracak eğitici kadrolarını da yetiştirmiştir. Hatırlanacak olursa 12 Eylül askeri darbesinin temel hedefi, eğitim kurumlarımız ve öğretim kadrolarımızdı. Bu dönemde, meslekten men edilen dürüst ve başarılı öğretim elemanları yerine doktorasız profesörler icat edilmiş ve bu insanlar yönetim kadrolarına getirilerek, eğitim sistemi bunlar eliyle dönüşüme uğratılmıştır. Milli Eğitim sisteminin temel referanslarının değiştirilmesi de, öğretici kadroların maaşlarının 7-8 basamak aşağı çekilmesi de hep bu dönemin uygulamalarıdır.
Tabii ki bu bilinçli zayıflatma, güçten düşürme çabalarının bir sonucu olacaktı. Kifayetsiz bilim insanlarının kendilerini var edebilmek için, bir yandan intihal yaparken bir yandan da başarılı bilim insanlarını iptal etmekle (üniversiteden uzaklaştırmakla) meşgul olduğu epeydir bilinen bir şey. Namuslu ve başarılı sayısız hocalarımızın dosyaları soruşturmalarla dolu, belden aşağı iftiralarla meşgul edilerek enerjilerini soruşturma metinlerine harcamaları sağlanıyor. İsmi bizde saklı bir rektörümüz, önce iftira kampanyası başlatıp arkasından 3-4 yıl boyunca soruşturttuğu bir öğretim üyesi için kendisini “Yaptığınız çok yanlış efendim, arkadaşımız nasılsa bunu ispat edecek, çok güç durumda kalabilirsiniz” diye uyaran bir senato üyesine bakınız ne cevap veriyor: “Hiç önemli değil, mahkeme açsın, ispat etsin, şöyle bir 3-5 yıl uğraşsın, o arada biz işimize bakarız.” Bu cevap bile tek başına, hak hukuk tanınmadığının, ahlaksızlıkta nasıl bir kurumsal dayanışma mekanizması işlediğinin bir belgesi. Bazı rektörlerimiz, hukukun dışına çıkarken mahkemelerden korkmuyor, YÖK nasılsa kendilerine soruşturma izni vermiyor. Hocalarımızın bu kadar sessiz kalmasının ardında, her birinin kendi yaşadığı soruşturmalardan öğrenilmiş böyle bir çaresizlikleri de var.
12 Eylül rejimiyle birlikte, bilim insanlarının kendi toplumunun sorunlarıyla ve siyasetle bağı bilinçli olarak koparılmıştır. Kendi geleceğine sahip çıkamayan, ülkesinin sorunlarına yabancılaştırılan bilim insanlarının giderek kendi onurlarına sahip çıkamaz hale gelmesi bir sonuçtur. Ne üzücüdür ki, artık yeni yetişen bilim insanları, söyleyecek bir derdi olduğu için değil, eksik puanları olduğu için makale yazma uğraşı vermektedirler. Tıpkı Özal’ın piyasanın vergi yükünü halkın sırtına sosyalize ederken kullandığı slogan gibi: Bir alışveriş-bir fiş, bir yayın-bilmemkaç puan.Yayın yap puan al, puanlarını biriktir unvan al, sahte yayınla köşeyi diğerlerinden önce dön, makam al.
Ülke ve ekonomi yönetiminde, 1980’li yıllarda yerleştirilen ve yasalaştırılan bireyselleştirme ve kişiselleştirme ilkesi, üniversitelerimize, yönetici kadroların artan yetki donanımı, tekrar tekrar seçilme imkanı, liyakata özen gösterilmemesi, hesap verilmemesi, kurulların hiçe sayılması biçiminde yansıtılmıştır. YÖK’ün üniversitelere çeki düzen vermek amacıyla çıkardığı her bir karar, her bir yönetmelik üniversitelerimizi iyileştirecek yerde olduğundan çok daha gerilere sürüklemiştir. Her bir kararın arkasında piyasa zihniyeti yatmaktadır. Piyasa zihniyeti nitel verilerden çok nicel verilere bakar. Bunun üniversitelerimize en olumsuz yansıması, yayınlara getirilen puanlama sistemiyle öğretim üyelerinin yükseltilmesinde yayın kalitesine değil yayın sayısına itibar edilmesi olmuştur.
Ben bu yazı vesilesiyle bütün hocalarımızı, bilim onuruna daha fazla sahip çıkmaya, bu uğurda daha fazla yazmaya, sadece makale değil, popüler gazete ve dergilerde de yazmaya, daha fazla televizyona çıkmaya davet ediyorum. Bakın o zaman her şey nasıl hızla değişmeye başlayacak. Tek tek geçici iş kontratlarıyla çalışan çok güçsüz bir kesim gibi görünebiliriz. Gücümüzü o kadar da küçümsemeyelim. Söz söylemek, sözünü meşru kılan bir makamda olmak esasında ciddi bir güçtür. Yeter ki susmayalım.Tüfeğe (güce) karşı taş atmak öldürmez şüphesiz, ama onur kurtarır. Söyleyecek sözü de bitmişse başka nesi ola ki bir bilim insanının.

16 Mart 2010

Bilkent Asistan: İntihal suç mu?

ODTU'deki intihal skandalından sonra bir de başımıza Serkan Anılır vakası çıktı. Bu vatandaş da Japonya'da doktora yaparken bakmış bilimde para pul yok; bir iki bilimsel sözcüğü kullanıp sosyete tayfasına parlak konuşmalar yaparak para yapabileceğinin farkına varmış. Kendine güzel bir CV döşenmiş. Başlamış konferanslar vermeye.
Yalancının en büyük hatası kendi yalanına inanmaya başlamasıdır. Bu vatandaş da kendine çok kaptırınca yalan CV olayını birazcık (!) abartmış. NASA'da astronot eğitimi aldığını iddia etmesinden tutun da kayak şampiyonu olduğuna kadar bir sürü yalan. Tabi bu kadar yalana kıl kapan birisi illa ki çıkar. Ardından internette bu adamın yalanlarını ortaya çıkartan bloglar yayınlanıyor ve sonunda Tokyo Uni'den aldığı doktora tezinin de intihal eser olduğuna kadar bütün yalanları gün ışığına çıkıyor. Netice itibariyle adamın kariyeri biticek. Üniversitedeki işine son verecekler, doktora derecesini geri almış Tokyo Uni. Şarlatanlık elbette bir yerde kendini ele verir. Benim meselem bu değil aslında.
ODTU'deki skandal patlarken (bizim basında henüz yankı bulmadan önce) ben bu blogda mevzuya giris yapmıştım. Ardından skandalın baş kahramanlarının isimlerini google'da yazınca ilk sırada benim blog çıkmaya başlayınca günde binlerce hit almaya başlamıştı. Ardından intihal olayına adları karışan bilimadamlarının bir kısmı cevap haklarını kullanmak icin bana mail attılar, bende yayınladım cevaplarını. Olayı ortaya çıkartan Bayram Tekin ve Özgür Sarıoğlu'da bu cevaplara karşın iddialarını bana ilettiler. Onları da yayınladım. Bir anda bu mevzunun tartışıldığı bir mecraya dondu blogum.
Ben o sırada Bilkent Fizik'de doktora yapıyordum. Bitmesine 1.5 sene kadar vardı. Bir gün tez hocam beni aradı. Skandalın bas kahramanlarının doktora hocası bir şekilde benim tez hocamı aramış demiş ki senin çocuk böyle böyle yapıyor kulağını çekiver. Hocam tabi kulağımı falan çekmedi. Yaptığım yapmam gereken şeydi aslında ama vaktimi de almaya başlamıştı. Dedi ki hocam, bu adamlar bir gün bir yerde karşına çıkarlar başını ağrıtırlar. Çünkü o da biliyordu ki intihal yapanın yanına kalıyor ve kalacak da. O prof'lar koltuklarını kaybetmeyecekler. Olasıdır ki bir gün benim doçentlik jurimde yer alacaklar . Böyle bir durumda o juriden geçmem mümkün mü sizce?
Düşündüm taşındım. Baktım ki bu intihal olayı basında yer almaya başladı. Gerekli kişilerin mevzudan haberleri olmuştur inancıyla hocamın uyarılarını da dikkate alarak bir anda konuyla ilgili bütün yazıları kaldırdım.
Aradan bir kaç sene geçti. Olaya adı karışan bilim adamlarına bir şey olmadı. Baş aktörler (ODTU'den 2 asistan , bir yıl içinde 40 tane makale yazarak skandalı patlatan) doktoradan atıldı ama başka bir üniversitede asistan olarak çalıştıklarını duydum. Skandalın ardından journal'lar Türkiye adresli makaleleri intihal şüphesiyle taradılar. Bu taramaya başka takılan makaleler de oldu. Bu makaleler dergiden intihal gerekçesiyle çekildi. PRD'de makaleye tıkladığınızda şu not vardı: Bu makalenin yazarları intihal nedeniyle makalenin geri çekilmesini kabul etmişlerdir. Ama aynı yazarlar hala üniversitelerinde doçent, prof olarak çalışıyorlar.
O sıralarda Nature'da editör yazısında şöyle bir cümle vardı. Bazı kültürlerde intihal suç olarak algılanmıyor. O zaman okuduğumda bu yorumu ağır bulmuştum. Kültürüme yapılan hakaret olarak algılamıştım. Farkettim ki doğruymuş.
İntihalin suç olarak algılanmadığı bir toplumda Serkan Anılır gibi tiplerin çıkması da gayet normal aslında. Bilkent'te asistanken okuduğum iki deney raporunun birbirinin aynısı olduğunu farketmiştim. Çocukları sert bir dille uyarıp raporun birinin aldığı puanı ikiye bölüp vermiştim ikisine de. Tabi geçer not olmuyordu verdiğim not. Çocuklar gidip beni lab.ların koordinatörüne şikayet etmişler. Koordinatör de benim verdiğim notu yükseltmiş. Neticede çocuklara sistem olarak verdigimiz mesaj açık. Ne yapıyorsanız yapmaya devam edin. Bu ülkede intihal suç değil. Kopya çekmek de suç değil...

15 Mart 2010

Mürsel Sezen - Türkiye´de bir telif macerası...

Lisans öğrencisinin tezini “aşıran” birisi 10 yıl dekan koltuğunda oturabiliyor. Kulağınıza nasıl geliyor? Balık baştan kokar derler. Üniversitelerde bu emek hırsızlığı zaten aleni yapılıyor. Herkes biliyor, kimsenin umurunda değil! >>>

Dr. Ömer Gökçümen - Anlaşılmaz ideolojiler, akademik atıllık ve Türkiye'nin gerçek sorunları (Radikal)

Diğer tarafta akademik ahlakın temelini oluşturması gereken intihal, bizim akademide bir şekilde sorun olmuyor. Rektörlerden, dekanlara, bir çok intihal iddiası ve kesinleşen intihal olayları bir çok insanın kariyerinde pek bir problem yaratmıyor, mesela. Aynı şekilde, bilimsel arkaplanları son derece yetersiz olan bir çok kişi, önemli akademik pozisyonlara atanabiliyor veya seçilebiliyor. Sonuçta, akademik güç merkezlerine suya sabuna dokunmayan, bilimsel yetileri düzgün test edilmemiş, etik kuralları hiçe sayabilen ama iş-bilen ve çevresi geniş insanlar gelebiliyor. >>>

7 Mart 2010

Serkan Anılır - Ekşi Sözlük

59. tokyo universitesi ile olan iliskisi universite tarihinde ilk kez alinmis bir karar ile buyuk olcude bitmistir.
130 yildan uzun suredir japonya'nin en saygin egitim kurumu olan tokyo universitesi tarihinde ilk kez vermis oldugu doktora derecesini iptal etmistir.
resmi aciklama icin:
ilk paragrafi soyle
---------
tokyo universitesi, muhendislik fakultesi, mimarlik ana bilim dalinda arastirmaci olarak bulunan serkan anilir ile igili olarak, 28 mart 2003 tarihinde okul tarafindan verilmis olan muhendislik doktorasi derecesinin, 2 mart 2010 itibariyle iptal edilmesine karar vermistir.
bu karar, tokyo universitesi konseyinin belirledigi "derecelerin iptaline yonelik hukumler"den biri olan "sahtekarlik yontemleriyle derece alma durumunun tespiti ve kanitlanmasi durumunda" maddesine tekabul etmektedir.
makamimiz, arastirmacidan bu kararin teblig edilmesinin muteakip derecesinin iadesini talep etmektedir.
bu (duyuru), konuya ilisikin kurumumuzun goruslerini (iceren) ve benzer olaylarin engellenmesi icin muhendislik fakultesi dekani ve rektor tarafindan ogretim uyelerimize yonelik, kaynakcalari da iceren bir bildiridir.
-----------
(zack, 07.03.2010 08:40)

3 Mart 2010

Başbakanın danışmanı intihalci mi?(EVRENSEL)

Böyle doçentlik görülmedi! (BirGün)

Eğitim Sen`in YÖK`e ilettiği rapora göre; YÖK Genel Kurulu Üyesi Prof. Dr. İzzet Özgenç`in doçentlik tezinde intihal var. Çünkü Özgenç`in doçentlik tezinin esasını Prof. Dr. Hans Achenbach`ın 1974 yılında yayımlamış olduğu `Historische und dogmatische Grundlagen der Strafrechtssystematischen Schuldlehre` isimli eserinin oluşturuyor.

Özgenç`in doçentlik tezi 132 sayfadan oluşurken, Türk bilim dünyasına bilimsel katkı yaptığı ileri sürülen 50 sayfalık kısmı belirtilen Alman Profesörünün eserinden kaynak göstermeden çevrildiği Eğitim-Sen tarafından YÖK`e iletililen raporda anlatıldı. Ayrıca Özgenç`in doçentlik tezinin ilk bölümünde yer alan 290 referansın 202 tanesinin doğrudan ve sıralı bir biçimde Achenbach`ın eserini takip ettiği de söz konusu raporda ifade edildi.

İNTİHAL YAŞANAN KURUM YÖK
Prof. DR. İzzet Özgenç`in `Suçun Yapısında Kusur` isimli doçentlik tezinin intihal raporuna ilişkin basın açıklamasında öne çıkan başlıklar şöyle:

`Kurumların yöneticisi olan kişilerden yönettikleri kurumların hukuki ve etik ilkelerine uygun davranmaları beklenir. Bugün Yüksek Öğretim Kurulunun başında, üniversiteler için en büyük günah sayılan `bilimsel aşırma` (intihal) fiilini işlemiş bir kimse görev yapmaktadır. Geçtiğimiz haftaya kadar Yüksek Öğretim Kurulu Başkanvekilliği görevini yürüten, bugün ise hâlâ YÖK Yürütme Kurulu üyesi bulunan Prof. Dr. İzzet Özgenç`in 1997 yılında hazırladığı doçentlik çalışmasının intihal olduğu tespit edilmiştir. Üç kez reddedildikten sonra kabul edilen intihale konu tezin esasını Almanya`nın Osnabrück Üniversitesinde öğretim üyesi olan Prof. Dr. Hans Achenbach`ın 1974 yılında Berlin`de yayımlatılmış bulunan `Historische und dogmatische Grundlagen der strafrechtssystematischen Schuldlehre` isimli eseri oluşturmaktadır. İzzet Özgenç`in toplam 132 sayfa olan doçentlik tezinin `doktrinel orijinallik` taşıyan ilk elli sayfası doğrudan Achenbach`ın eserinden kaynak belirtilmeden aktarılmıştır. Burada kullanılan 290 referansın 202 adedi doğrudan ve sıralı bir biçimde Achenbach`ın eserini takip etmektedir. Bugün ihbarını yaptığımız bu aşırma fiilinin incelendiği seksen sayfalık genel raporda ve ekinde sunulan aşırma atıf aktarım listesinde de görüleceği üzere Özgenç`in intihal fiili sabittir.`

ÖĞRENCİYE HAPİS CEZASI İSTEMİŞTİ
`İzzet Özgenç Türkiye üniversite sisteminde ve politika sahnesinde tanınmamış bir isim değildir. AKP Hükümetleri Döneminde başta Terörle Mücadele Kanunu, Ceza Kanunu ve Ceza Muhakemesi Kanunu olmak üzere, ceza hukukunun tüm alanlarındaki düzenlemelerde doğrudan söz sahibi olmuş bir kimsedir. Ceza Kanununun hazırlık aşamasında `okullarda türbana karşı çıkanlara hapis cezası öngörülmesi` ve `zinayı suç olarak düzenleme` tartışmalarıyla gündeme gelen Özgenç, Türkiye üniversite sisteminin başına geçtiği 2008 yılından beri bir çok alanda üniversite mensuplarını zora sokan, başta Hukuk Fakülteleri olmak üzere neredeyse tüm üniversite birimlerine müdahale eden bir yüksek öğretim politikasının baş yürütücüsü olmuştur. `

YÖK`ÜN TAVRI NE OLACAK?
İzzet Özgenç`in siyasi tutumları bir yana bırakılsa dahi, Türkiye`deki üniversite sistemini doçentlik tezinde aşırma yapmış bulunan ve en basit bilimsel etik değerden dahi yoksun olduğu gözüken böyle bir kişinin yönetmesi bu kurumlarda çalışan hiçbir kimse tarafından kabul edilemez ve YÖK`ün meşruiyetini tüm toplum nezdinde bir kez daha sorgulatır. Asistanların mücadelesini `en iyileri eleyeceğiz, bilimsel yetersizliği olanları saf dışı bırakacağız` diye gerekçelendiren YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan`ın yanıbaşında oturan ve onunla beraber Kurumu yöneten İzzet Özgenç`in bu niteliği karşında takınacağı tavır merak edilebilir.`

Bilim çevreleri tepkili
EĞİTİM Sen Merkez Yönetim Kurulu Üyesi Genel Eğitim Sekreteri Ünsal Yıldız konuyla ilgili açıklamasında yaşanan bu durumun YÖK`ün tarihsel olarak üstlendiği politik misyondan bağımsız değerlendirilmemesi gerektiğini dile getirdi. Sözlerine şu şekilde devam etti `YÖK kurumunun aslında kendi iddialarının dışına nasıl savrulduğunu bir kez daha bu örnekle görmüş bulunmaktayız. Bu ve benzeri kurumların bilimselliği savunduğu iddiası tam tersine bilim ahlakının nasıl ayaklar altına alındığının göstergesi. Bu soruna dair bilim çevrelerine çok önemli bir görev düşüyor, sorunun çözümü noktasında mutlaka bu konun üstüne gidilmeli. Bu sadece üniversitelerin saygınlığını değil, bilim ahlakını koruyan bir karar olacaktır. YÖK kuruluş döneminden bu yana ne kadar politik bir kurum olduğunu bu örneklerle ispatlamaktadır. kurulduğu günkü iddialarına bakıldığında üniversitelerin mevcut siyasal yapılara entegre edilmesi tasarlanmıştır. YÖK sadece bugün değil kurulduğu günden beri bilim ahlakını ayaklar altına almıştır.`

İstanbul Üniversitesi Ceza Hukuku Prof. Dr. Ayhan Önder bu skandalın tek taraflı olmadığını tezi kabul eden jürinin de büyük ihmali olduğunu dile getirdi ve ekledi ` Dr. Hans Achenbach`ın tezi İstanbul üniversitesi kütüphanesinde mevcuttur. Bu tezi kabul eden jüri üyeleri kendi üniversitesinin kütüphanesinde olan tezden habersiz olması kabul edilemez. Çünkü iki tezi açıp baktığınızda intihal olduğunu görmemek mümkün değildir. Memleketimizde ceza hukukçusu diye geçinen hocalar hukuk fakültesi kütüphanesinde mevcut böyle bir kitaptan haberdar olmamalarını anlamak mümkün değil.`
Meltem Mercan

!

Türkiye yırtıcı, şaibeli, sahte ve fake dergilerde en çok yayın yapan 3. ülke

Predatory journals: Who publishes in them and why? - Selçuk Beşir Demir Dünyanın en prestijli dergilerinden biri olan Elsevier tarafınd...

Predatory journals: Who publishes in them and why?

.....................................................................


...
...
...

* Rastgele Yazılar




.