NEDEN ?

https://plagiarism-turkish.blogspot.com


Yükseköğretimde Gözetim ve Denetim - Yasal Çerçeve ve Uygulamalar -
Devlet Denetleme Kurulu Raporu (2009) lütfen tıklayın

2547 sayılı Kanun’da öğretim elemanlarının disiplin suçlarına ilişkin yapılması düşünülen değişiklikler hakkında Bilim Akademisi’nin raporu (2016) lütfen tıklayın

Bilim Akademisinin Sahte Belge ve İmza Üretimi Hakkındaki Açıklaması (2025) lütfen tıklayın

“Sahte Diploma Soruşturması” Hakkında Kamuoyu Bilgilendirmesi - Türkiye Barolar Birliği (2025) lütfen tıklayın

T24 etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
T24 etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Ağustos 2025

Gökçer TAHİNCİOĞLU - “Sahte diploma” çetelerinin uzun tarihçesi… (T24)

Sorular çalınıyor, üniversiteler hileyle bitiriliyor, sahte diplomalar alınıyor, yüksek lisans ve doktora işlerine baksanız tablo daha vahim hale geliyor. Şimdi Ankara Başsavcılığı’nın açtığı iki dava üzerinden bir başarı hikâyesi yazılmaya çalışılıyor ama sorun çok eskiye dayanıyor

Sahte diploma skandalının açığa çıktığı günden bu yana, iktidara yakın gazeteci ve yazarlar, AKP’den bazı isimler, skandalı konuşmak yerine, bu yapının açığa çıkarılmasının ne kadar büyük bir başarı olduğunu konuşuyor.

Konuşmakla yetinmiyor, kendilerine yakın kesimleri de azarlıyor aynı isimler.

Bunun bir başarı hikâyesi olduğunun kamuoyuna anlatılmasını istiyor.

BTK Başkanı dahil devletin en kritik birimlerinde görev yapan insanların elektronik imzalarının kopyalanması, bu elektronik imzalarla sisteme girilmesi, aylarca sistemde cirit atılması, diplomadan ehliyete, not yükseltmeden lise mezuniyetine kadar her alana el atabilmeleri büyük bir skandal değil onlara göre.

Onlara göre buna değil bu işleri yapanların nasıl açığa çıkarıldığına odaklanmamız lazım!

Bir de ÖSYM gibi kurumlar var.

400 sahte diploma olduğunu iddia edenler hakkında suç duyurusunda bulunmuş kurum. Benzer haberleri yapanları da savcılığa bildirecekmiş.

Buyursun Ankara Başsavcılığı’nı bildirsin o zaman. Zira bu konudaki ifadelerin tamamının kaynağı savcılık.

Evet, 400 sahte diploma bulgusu yok ancak ifade ve iddialar var. Bunların yazılması da gayet olağan.

Ancak burası tartışma değil susturma ülkesi. Sessiz kalındığında sorun yok oluyor sanıyorlar.

***

Pek öyle değil.

Yurttaş olarak devletin ilgili birimlerinden herkesin gerçeği talep etme hakkı var.

İnsanlar çocukları okusun diye ömür harcıyor.

Gençler hayatlarının en güzel çağlarında zalim bir sistem içerisinde diploma almaya çalışıyor.

Diplomalarına rağmen iş bulamayan gençler çalacak kapı aramaya başlıyor.

Birileri de bahşedilmiş koltuklarını sağlama alabilmek için sahte diploma alıp, servetine servet katıyor.

Elbette gerçeği bilme hakkımız var.

***

Buradan hareketle soralım.

Bu yapıya benzer yapıların yıllarca faaliyette bulunmasına neden göz yumuldu.

İnternette, Anayasa Mahkemesi kararlarına aykırı biçimde “devriye gezen” polis ve jandarma, üç beş öğrencinin sloganını bile bulup soruşturma konusu yaparken, “diploma, ehliyet, tez, denklik” belgesi vereceğini söyleyen bu yapılarla hiç karşılaşmadı mı?

Bir tanesinin bile peşine düşmedi mi?

***

2020 yılında “şikâyet var” adresine ulaşan şikayetler, bugün yapılan şikayetlerle aynı.

“Para verdim ama diploma gelmedi”, “paramı verdim ama diploma sisteme işlenmemiş”, “Parayı göndermeme rağmen henüz dönüş yapmadılar.”

En azından yurttaşı dolandırılmasın diye bu yapıların peşine düşülür değil mi, öyle olmamış…

Olmadığını da diploma verilmeyenlerden değil verilenlerden görebiliyoruz.

***

Sahte diploma yapılanmasının sahte diploma çıkarttığı üniversitelerden biri de Yıldız Teknik Üniversitesi…

28 Eylül 2024 tarihine dönelim.

Üniversite yönetimi, ölen eski mezunların ve öğrencilerin bilgileri kullanılarak 11 kişinin sahte diploma aldığı yönündeki iddialar üzerine idari soruşturma açıldığını kamuoyuna duyurdu.

Buna göre bir yapı, ölen eski mezunların bilgilerini sistemden silerek, sahte diploma alan kişilerin bilgilerini sisteme ekledi. Üniversitenin mezunu gibi görünen kişiler, e-Devlet üzerinden sorgulanabilen kare kodlu sahte diplomalar elde etti.

O dönemde açıklama yapan yazılım şirketinin sahibi, özellikle 2022 öncesinde kullanılan sistemin eski mezunların bilgilerinin değiştirilmesine açık olduğunu, sahte diploma almış kişi sayısının daha yüksek olabileceğini belirtti.

Gazeteci Murat Ağırel, soruşturma numarasına kadar detayıyla bu skandalı yazdı ancak sonucu ile ilgili bilgi kamuoyuna yansımadı.

Yine aynı günler…

İzmit Belediye Başkanı Fatma Kaplan Hürriyet de aynı günlerde bir skandalı ifşa etti. Hürriyet, 2019’da, seçimden üç gün önce sözleşmeli memur olarak belediyeye alınan AKP Milletvekili Emine Zeybek’in gelininin üniversite diplomasını doğrulamak için Gazi Üniversitesi’ne yazı gönderdiklerini ancak “Böyle bir diploma yok” yanıtı aldıklarını anlattı. Hürriyet, “Sahte diploma ile 5 yıl boyunca memur maaşı almış. Durumu savcılığa bildirdik ve hakkında dava açıldı. Ancak ne bir tutuklama kararı çıktı ne de bir soruşturma başlatıldı” dedi. Yargılama sonunda hapis cezası verildi ancak diplomanın kim tarafından hazırlandığı araştırılmadı.

***

Daha da geriye gidelim…

2019 yılına örneğin.

Bir ilan:

“Endişe edenler yazmasın

“Nasıl güvenirim? Diplomam gelir mi? diye endişe edenler lütfen yazmasın. 2017’den bu yana hizmet vermekteyiz. Hiç kimseyi mağdur etmedik. Etmeyiz de…

Nasıl çalışıyoruz?

■ Öncelikle sitemizdeki formu dolduruyorsunuz.

■ Sonra size özel diploma taslağını hazırlıyoruz.

■ Diploma taslağını sizin onayınıza sunuyoruz.

■ Onayınızdan sonra cebe 500 TL havale ediyorsunuz.

■ Cep telefonunuzda internet bankacılığı olmak zorunda. l Kargo ücretsiz ve kapalı zarfta 2 günde teslim ediliyor.”

***

Eski Milli Eğitim Bakanı Nabi Avcı, Şubat 2016’da yaptığı açıklamada, geçmiş dönem atamalarında sahte öğretmen ve sahte diploma çetesi olduğunu tespit ettiklerini söyledi. Avcı, "Muhtemelen bu çete veya çeteler, Şubat atamaları için de bazı öğretmen adaylarına musallat olabilir. Çok ciddi paralarla, 30-40 bin lira alarak bu sahte diplomaların pazarlandığına dair bir duyum da geldi. Öğretmen adayları tevessül etmesin, yazık olur, soruşturma derinleştirildi" dedi.

Hemen ardından Beyoğlu O. İlkokulu'nda da bir sahte öğretmen vakası saptandı. Yıldız Teknik Üniversitesi'ne (YTÜ) ait diplomayla 24 yıl öğretmenlik yapan ismin diplomasının sahte olduğu anlaşıldı.

Aynı tarihlerde Diyarbakır’da sahte diplomayla KPSS'ye girip sınıf öğretmeni olarak atanan isimler tespit edildi.

Bakanlığın araştırmaları sonucu 71 “öğretmenin” sahte diplomalı olduğu ve yıllarca devletten maaş aldıkları anlaşıldı.

***

Daha da geriye gidelim…

13 Aralık 2013’te Ankara Cumhuriyet Savcılığına yapılan şikayetle, Wushu Milli Takımlar Teknik Direktörlüğü yapan kişinin lise diplomasının sahte olduğu belirtildi.

Yöntem ilginçti. Bir meslek lisesinden mezun olan ismin diploma numarası kopyalanmış, aynı numarayla bir diploma daha düzenlenmişti.

Benzer örneklerin olup olmadığı ise derinlemesine araştırılmadı.

***

Sahte diploma kullananlara ne oluyor peki?

Önümüzde Bakan Yardımcısı Hamza Yerlikaya örneği de var. Gerçi isminin geçtiği habere hemen erişim engeli geliyor ama Yerlikaya’yı anmadan olmaz.

Cumhurbaşkanlığı Başdanışmanlığı, Vakıfbank Yönetim Kurulu üyeliği gibi görevlerde de bulunan Yerlikaya’nın lise diplomasının sahte olduğu mahkeme kararıyla kesinleşti ama önlenemez yükselişine engel olmadı. Kariyerini başarıyla sürdürüyor!

Sınav sorularının çalınmasıyla ilgili çok sayıda yargılama devam ediyor. “FETÖ işi” demek, işin içinden çıkmak kolay.

Farklı tarihlerde üstünkörü araştırma yaptığınızda bile karşınıza onlarca örnek çıkıyor.

Sorular çalınıyor, üniversiteler hileyle bitiriliyor, sahte diplomalar alınıyor, yüksek lisans ve doktora işlerine baksanız tablo daha vahim hale geliyor.

Ve Ankara Başsavcılığı’nın açtığı iki dava üzerinden bir başarı hikâyesi yazılmaya çalışılıyor.

Başarı bunun neresinde?

Olsa olsa her yeni sisteme kendilerini hemen entegre ederek bunca yıl başarıyla sahte diploma işlerini sürdüren çeteleri “başarılı” bulmak mümkün bu hikâyede…

26 Şubat 2024

Eray ÖZER - Akademiden dolandırıcılık hikayeleri (T24)

Eğer ihbar kendisinden daha düşük pozisyonda bir akademisyenden geliyorsa hemen karşı saldırı başlatıyorlar. İtibarsızlaştırma, ihbarı yapanın akademik çalışmalarının mercek altına alınması, davalar ve hatta cinayet!

Bugün size bir dolandırıcılık türünü anlatmak istiyorum. Ama bu defa işin içinde güzellik merkezleri, sosyal medya fenomenleri yok. Şatafatlı hediyeler, “kitsch” kılık kıyafetler, pırlantalar, çil çil altınlar, ortalığa saçılan dolarlar yok.

Aksine olay son derece ciddi mecralarda geçiyor, failler son derece saygın isimler ve sonuçları itibarıyla sadece maddi kayıplar değil, zaman zaman insan sağlığı gibi parayla satın alınamayacak değerde kayıplar verilebiliyor.

Evet, akademide cereyan eden bir dolandırıcılık türünden, bilgi dolandırıcılığından söz etmek istiyorum.

Geçenlerde içinde yanlış bilgi, intihal yahut yanlış veri hesaplaması bulunan makaleleri tespit eden ve bu makalelerin ya bizzat yazarları ya da yayınlandığı derginin editörleri tarafından geri çekilmesini sağlayan “Retraction Watch” (Geri Çekme İzleme) isimli kuruluş 2023 yılı raporunu açıkladı.

Rakamlar inanılmaz. 2023 yılında 10 binden fazla makale içeriğinde yer alan bilgilerde hata olduğu için geri çekilmiş. Nature dergisinde yer alan bir başka çalışmaya göre bu rakam 2013 yılında sadece bin imiş. 2022’de ise 4 bine ulaşarak rekor kırmış. Fakat sayı geçen yıl gördüğünüz gibi katlanarak artmış.

“Gerçek rakam 100 bin olmalı”

Fakat asıl ilginç ve bir yandan da korkutucu olan uzmanların gerçek rakama dair tahminleri… The Guardian’da yer alan bir başka makaleye göre 10 bin aslında buzdağının sadece görünen yüzü. Olması gerekenin 10’da biri… Evet, konunun uzmanları gerçekten geri çekilmesi gereken makale sayısının 100 binin üstünde olduğunu söylüyor.

Yılda 100 binden fazla bilimsel makale bilerek ya da bilmeyerek (ancak masum hataların oranının yüzde 20’yi geçemeyeceğini söylüyor uzmanlar) insanları kandırıyor, bilim dünyasını manipüle ediyor ve hatta hiç de nadir rastlanmayan durumlarda insan sağlığını kötü etkileyecek bazı sonuçları bilimsel gerçek gibi bizlere sunuyor.

Peki bunu niye yapıyorlar? Bir kere her şeyden önce bilimsel yayın yapmaları gerekiyor. Terfi için, akademik statülerini yükseltmek için, üniversite değiştirmek için veya eğitimlerini tamamlamak için…

En temel motivasyon bu. Kısa yoldan akademinin kendilerinden talep ettiği içeriği üretmek… Yayın yapmak… Doçent olabilmek, profesör olabilmek, doktorayı tamamlayabilmek… Akademiyi bilginin üretildiği yer olmaktan çıkarıp altta kalanın canının çıktığı bir kariyer merkezine çevirmenin doğal sonucu da diyebiliriz aslında.

Midjourney ile üretilen fare görseli

O hayalleri süsleyen akademik kariyere ulaşmanın kestirme yolları çeşitli… En çok faydalanılan yöntem, yukarıda gördüğünüz örnekte olduğu gibi yapay zekânın nimetlerinden faydalanmak...

Metinden görsel üreten yapay zekâ uygulaması Midjourney ile üretilen bu fare görseli, beraberindeki saçma sapan terimlerle birlikte saygın “Frontiers in Cell and Developmental Biology” dergisinde yayımlandı. Xinyu Guo’ya ait makale sözde hakem kontrolünden iki hafta gibi kısa bir sürede geçti, derginin editörü de tüm bu abukluğun ne hikmetse farkına varmadı.

Makalenin görselleri pek tabii ki kısa sürede sosyal medyaya düştü ve alay konusu oldu. Fakat hikâye her zaman böyle eğlenceli şekilde son bulmayabiliyor. Retraction Watch’un bir de “Top 10” listeleri var. Mesela makaleleri en çok geri çekilen akademisyenlerin listesi de burada yer alıyor.

194 makalesi ‘sorunlu’ çıkan Alman tıpçı

Listenin ilk sırasında Alman bir anestezist yer alıyor: Joachim Boldt. Joachim Bey’in -şaka yapmıyorum- tam 194 makalesi geri çekilmiş. Hayır, bir akademisyenin 194 makalesi olmasına mı şaşalım, artık akademik hayatında kaç tane makale yazdıysa bunların 194’ünde sorun yaşanmasına mı?

İşin şakaya gelmeyecek kısmı ise şu: Sayın Boldt 1990 ile 2009 arasındaki yayınlarında kan ikamesi bir ürünün ne kadar da hayat kurtardığına dair kanıtlar sunmuş, ancak sonrasında bu ürünün ölüme veya akut böbrek yetmezliğine sebebiyet verebileceği ortaya çıkmış.

Organize işler bunlar…

Bu akademik dolandırıcılık meselesinin “organize” bir yanı da var. Yani her seferinde kendinize uydurma bir makale üretmek için bizzat uğraşmanız gerekmiyor. Parasını ödeyerek işi “ehline” bırakabiliyorsunuz. Üstelik hakemli bir dergide yayınlanma garantisini de alarak…

Organize kısım iki koldan ilerliyor: Birinci kol -bunlara “kâğıt fabrikası” deniyor- para karşılığı akademik görünümlü makaleler üretiyor. Ücreti karşılığında sağlanan hizmette kâğıt fabrikaları makalenin sonuç kısmında istenilen sonucu verecek datayı üretiyor ve bu hayali data üzerinden makaleyi oluşturup “müşteriye” hazır bir şekilde teslim ediyor.

İkinci kol ise gerçekten dizisi çekilebilecek kadar tuhaf. Yine aynı organize çetenin bir parçası olarak bazı isimler dergilere hakem olarak yazılıyor. Bu bazen sahte akademik kimlikler yaratılması, bazen dergilerin editörlerinin rüşvetle satın alınması yoluyla gerçekleşiyor. Yani bu “fabrikalar” resmen içeriye “ajan” sokuyor ve bu ajanların uydurma makaleyi okumadan kabul etmesini sağlıyor.

Çok manyakça değil mi?

Son bir noktanın daha altını çizerek yazıyı bitireyim istiyorum. Peki neden 100 bin makale geri çekilmesi gerekirken buzdağının görünen ucunda sadece 10 bini tespit edebiliyoruz? Akademisyenler kendilerine yönelik sahtecilik iddialarına çok ama çok sert tepki veriyor. Özellikle de suçlularsa…

Eğer ihbar kendisinden daha düşük pozisyonda bir akademisyenden geliyorsa hemen karşı saldırı başlatıyorlar. İtibarsızlaştırma, ihbarı yapanın akademik çalışmalarının mercek altına alınması, davalar ve hatta cinayet!

Cinayete varan akademik ‘true crime’

Evet, inanması güç ama iş ihbar sahibini öldürtmek için kiralık katil tutmaya kadar gidiyor. 2006 yılında Bangladeş’te yaşanan olayda Rajshahi Üniversitesi’nde doçent olan Mia Muhammed Muhiddin, 11 makalesinin 10’unda intihal ve çarpıtma tespit eden Prof. Syed Tahir Ahmed’i adam tutarak öldürtüyor.

Uzun süren yargı sürecinin ardından Bangladeş yasalarına göre ölüm cezası verilen iki kişi, intihalci akademisyen Mia Muhammed ve cinayeti işleyen diğer isim, aradan geçen 17 yılın ardından geçen yılın ortalarında asılıyor!

Tüketirken tükeniyoruz

Tüm bu olup bitene biraz dışarıdan bakmaya çalışıyorum. Aklım beni yine daha önceki yazılarda vurgulamaya çalıştığım o noktaya çıkarıyor:

Bilgi çağını hiç böyle planlamamıştık!

Tüm dünyanın bilgisini telefon kabloları üzerinden birbirine bağlarken… Bir metnin bir bölümünü kopyalamayı kolaylaştırmak adına “copy-paste” tuşlarını icat ederken… Yapay zekâ dil modelleriyle tüm makalelerin saniyeler içerisinde hemen her dile çevrilmesini sağlarken…

Fakat ne olduysa oldu, bilginin en çok olduğu yerde cehalet, paylaşımın en yoğun olduğu yerde hırsızlık aldı başını gitti.

Sistem neyi bir ürüne dönüştürdüyse, neyi önümüze mebzul miktarda sunduysa eş zamanlı biçimde onun içini de boşalttı.

Şimdi artık derya deniz kütüphanelere saliseler uzakta daha az okuyor, binlerce filmlik arşivlerin yanında daha az izliyor, milyonlarca şarkılık veritabanlarının arasında daha az dinliyoruz.

Her şey o kadar “çok” ki… Yoruluyoruz. Yoruldukça paylaşmak yerine araklıyor, öğrenmek yerine tüketiyoruz.

Ya da aslında tükettiğimizi sanırken tükeniyoruz…

Bilemedim.

14 Temmuz 2019

Aslı KOTAMAN - Akademide hal ve gidiş sıfır (T24)

Özel okulların çoğu aynı, zaten hocalar da üniversiteler arasında dolanıp duruyor. Çoğu, ders yükünden bunalmış, kendini geliştirmeyi bırakmış, entellektüel herhangi bir şeyle uzaktan yakından ilgisi yok. Bırak üniversiteyi, hayattan bezmiş. Hazırladığı power point sunumları mezara götürecek olanlar var.

Tam içinde, kalbindeyim bu dünyanın… 15 yıl üniversitedeydim, üstelik durum git gide daha da vahim oluyor, görebiliyorum..

Tanıtım adına harcanan paralar, kütüphanelere yapılmayan yatırımlar, bolca seçmeli ders havuzu, yüksek ücretli sadece Türkçe sunum yapılabilen “uluslararası” konferanslar. Daha neler neler!.. Ya intihal?..

Bu yazı en çok müstakbel üniversite öğrencilerinin dikkatini çekebilir.

Şimdiye kadar gördüklerimi arkadaşlarıma bazı bazı anlattığımda kitap yapsana bunları diyorlardı. Geçme notu 100 üzerinden 14 olan üniversite var. 2 sene alan dersi görmeden ortak ders adı altında alanından ilgisiz dersleri alıyor öğrenciler. Artık herkes biliyor, farkında kokmuşluğun…

Öğrencilerin bazısı da farkında. Aklını başka yöne kullanıyor. 2 seneyi geçti, üniversiteye giden yolda, yokuşu inerken arkamda konuşan 3-4 (arkamda olduklarından göremedim) öğrenci konuşuyordu. Sınavları kötü geçmiş. Biri “rektöre şikâyet edelim hocayı” dedi. Ama diğerinin daha iyi bir fikri vardı. “Bu sınav Cuma gününe gelmedi mi? Sınavın sonu Cuma namazıyla çakışmadı mı? Bimer’e yazıp şikayet edelim.”

Sorun çok. Baksanıza üniversitede kişi başına düşen kitap sayısının bir elin parmaklarınn geçmediği üniversiteler var. Tanıtımlara harcanan paralar dağları aşıyor. Sonra en iyi ihtimalle hocaya nasıl yapsam da yazları maaş vermesem planları devreye giriyor haliyle.

Akademide konferanslara olan inancımı yıllar önce tazecik, dimağı körpe bir asistanken kaybetmiştim yazık… Konferanslarda kimi zaman bir gövde gösterisi gördüm, kimi zaman akademik turizm deneyimledim ama çoğu zaman birbirinden kötü sunumlar dinledim. Ünsal (Oskay) hocanın bir dersinde öğrendiğimin yüzde 1’ini öğrenemedim konferanslarda…

Güreş müsabakası gibi konferanslar

Bazı hocaların burnu çok havadaydı, bazıları ise onların küstahlığı ölçüsünde kiyafetsiz. Son dönemlerde işler hızla daha kötüye gitti. Yüksek katılım ücretli konferanslar, yurtdışında yapılan ama Türkçe sunulabilecek bildirilere açık -ki çeviri elbette yok- yurtdışından hiç bir akademisyenle temas etmeden kaçak güreşilen sunumlar. Asla beni kim dinliyor diye düşünmeden, bırakın bilime katkıyı ama en azından hafif de olsa zihin açıcı, merak uyandırıcı olmayan, ortak çalışma alanları yaratabilmeyi asla amaçlamayan onlarca konuşma. Puan, puan, puan toplama yarışı. Bir hocam, güreş müsabakası gibi derdi. Boşa harcanan zaman, üniversitelerin bu alana ayırdıkları onca para.

Katıldığım yüz konferansta aklımda kalan belki 5 konuşma, konuşmacı vardır. Madrid'te bir konferansa katılmıştım. Konferans son anda katılım çokluğundan dolayı şehirden uzak bir otele alınmıştı. Oysaki bir üniversitenin çatısı altında değilken ne ruhsuz oluyor bu konferanslar anlatamam. Yüksek katılım ücreti vardı ama ortada sunulan hiç hizmet yoktu. Su bile yok içmek isteyene. Ama dahası organizasyon sorumluları ortada yoktu. Bunlar kötü sayılıyor ya, asıl konuşmacıları dinleyenler yoktu!.. Kimse gelmesin diye duyurular sadece sunum yapacak kişilere yapılıyor sanırım. Kim, kime, niye sunum yapıyor? Kim dinliyor belli değildi. Sizden sonraki konuşmacının sizin zorunlu dinleyiciniz olduğu bir konferans düşünün!.. Böyle bir saçmalık olur mu derken organizasyondan açıklama geldi, yeni konferansımız eylül mü ekim mi bilmem, Viyana'da. A-aaa, ben bir daha utançlarından ağızlarına "k" harfini alamazlar derken, ikinciyi yapacaklardı işte.

Ben o konferansta öğrendim iç yüzünü ama sonrasında benzer onlarca konferans yapıldı hala yapılıyor. Üniversiteler konferansların katılım ücretlerini karşılamıyor ve çok seçici davranmaya çalışıyor bazen, yıl şartı koyuyor, basılı eser şartı koyuyor, buna ne kadar katılıyorum anlatamam. Gerçi “seçici” muğlak bir kelime oluveriyor bir anda. Uzun yıllardır yapılan, iyi bir organizasyon komitesi tarafından ortaya çıkarılacak kaliteli bir konferansı elbette desteklesinler ama ortalık sahte şeyhlerle dolu da olmamalı.

Akademide hal ve gidiş sıfır. Az sonra bir de tanıtım ayağını anlatacağım bu işin.

Ama önce aklıma çengel atmış bir anım var. Merkez Bankası Başkanı’nın intihal olduğu söylenen yüksek lisans tezinin haberlerini okurken, karşıma geçip göğsünü gere gere intihal yaptığını söyleyen öğrenciyi hatırlıyorum: “Ne yapacaktım, elbette birinden alacaktım, bu benim hakkım, istediğim kişiden alırım”.

Aday öğrencilere;

Üniversitelerde yıllardır tanıtım işleri yapmaktan uzman olmuştum. Sadece o da değil üniversitelerin içinde, eğrisini doğrusunu, akını karasını görüyorsun yıllar içinde. Eskiden olsa bölüm değil okul seçin arkadaşlar derdim. Okul ODTÜ ise evet okul seçin. Ya da üç-beş yer daha belki. Özel okulların birçoğu birbirinin aynı, zaten hocalar da üniversiteler arasında dolanıp duruyor. Uzun yıllardır iyi hocalar kadar kötü hocalar da var derslerde, koridorlarda, konferanslarda. Hazırlıklı olun! Çoğu hoca ders yüklerinden bunalmış, kendini geliştirmeyi bırakmış, entellektüel herhangi bir şeyle uzaktan yakından ilgisi yok. Bırak üniversiteyi, hayattan bezmiş. Hazırladığı power point sunumları mezara götürecek olanlar var.

Hatta ben kuram sevmem diyen kuramcıyla karşılaştım ben. Sevmemekle övünen ama aslında bilmeyen çok insan var, hocalar niye farklı olsun. Ölse elinden power pointlerini bırakmaz onlar zira onlar olmasa ne anlatacağını bilemez. Devlet üniversitesi hocaları bilmez, onlar hala kendilerini önemli sanıyor. Ama bolca rektöre şikayet edilen, kendisine kafa tutulan, sınıfta "hala ilgimi çekemedin" diyen öğrencileri tanır ve artık yerini bilir yeni vakıf üniversitelerin hocaları…

Öğrenciler de küstahlığı bireysellik sanır, aldanır. Dersler mümkün mertebe ortaktır. Uzun yıllar aynı hoca ve aynı kitapla idare etme ihtimalin yüksek, buna karşı dikkatli olmak gerekli. Sınavlar çoğunlukla test. 1500 kişiye aynı anda yazılı sınav yapma idealizmine düşen hoca varsa zaten o hayali de kısa sürüyor. Birçok hoca bildiğini anlatıyor ama maalesef ya az biliyor ya hiç bilmiyor. Nitelikli hocalar parmakla gösterilir halde. Onların derslerine severek, isteyerek girersiniz zorlansanız bile ve zorlanmak iyidir.

Ders programları çoğunlukla birçok bölümün ortak alacağı derslerle oluşturulduğundan üniversiteden mezun oluncaya kadar uzmanlık dersi görmezseniz şaşırmayın. Ya da seçiminizi önceden buna göre yapın.

Üniversiteye bel bağlamamak önemli

Yine eskiden olsa diyeceğim ama maalesef cümleye başka türlü başlamak zor. Eskiden olsa üniversiteye meslek sahibi olmak için giren arkadaşlara anlatmaya çalışırdım, burası meslek için değil, yanlışla doğruyu ayıracak ahlaki tutum geliştirebilmek, hayata nereden baktığını farkedebilmek, şu hayatta kapladığın iki ayakkabı içindeki yeri doldurabilmek, kendi hayatına ve başka hayatlara öğrendiklerinle dokunabilmek için diye… Ama pes ediyorum arkadaşlar, "tamam meslek sahibi olacaksınız üniversiteye girince" diyeceğimi sananlar yine yanılacak. Şimdi üniversitelerden sizleri zorlamasını beklemeyecek siz zorlayacaksınız kapıları, başka şans yok. Yoksa mesleğin m'sini bilmeden mezun olacaksınız, kesin eminim.

Peki ne önemli? Üniversiteye bel bağlamamak önemli. Mümkün olan en iyi tercihi yapmak önemli. Üniversitede okurken en az bir yabancı dili hatmetmek önemli. Nitelikli göreceğiniz hocalara yapışmak, kitap önerileri almak, bu kitapları okumak, kulüpler kurmak, yurtdışı üniversitelerin online derslerine yazılmak, staj için, dönemlik okumak için yurtdışına gitmek, yapılan projelerle yetinmeyerek araştırmak, gerekirse bölümünüzde bunları organize etmek için öncü olmak önemli.

Kim ne derse desin, çevremizi saran kültür ne kadar pespayeleşirse pespayeleşsin, iyi kitaplar okumuş olmanın, iyi yabancı dil bilmenin, çokça ülke görmüş olmanın ve hatta yaptığın işi layıkıyla yapmanın hiç eksisini görmedim bu hayatta. Hiçbir şeye faydası olmasa paşa gönlünüze olur faydası.

Ailenin parasını kötü kötü yerlerde çarçur etme!

Teknik konularda beceri sahibi olan hoca az, zira her bölümde en az 3 hoca olması gerekiyor ama bu hocalar doktoralı olmalı. Bu sebeple sektör deneyimi olan hoca oldukça az, olanların çoğu ya dış hayatta başarısız ya da okula çok az vaktini ayırıyor. İsmi kataloglarda yazan parlak hocaların dersinize uğramayabileceğini aklınızda tutun, ümidinizi buna bağlamayın. E, bölüme 3 hoca almış üniversite fazla hoca almak istemiyor, elindekilerle idare edesi var. Dolayısıyla istatistik dersi veren birinin ilgi alanı olmaksızın bilim tarihi ve hatta fotoğraf dersi vermesi bile mümkün, ders yükünü dolduramazsa.

Bu demek değil ki her şey kötü. Hâlâ bu işin olmayan hakkını vermeye çalışan hocalar yok değil. Ama dert tasa bu değil. Meslek seçimi önemli arkadaşlar, hangi mesleği yapacağınız hayatınızı belirliyor. Ama üniversite böyle bir seçim olmaktan çıkalı çok oldu. İyi üniversitelere, iyi bölümlere giren öğrenciler için biraz daha kolay elbette. Ama iş başa düşüyor, üniversiteye girdiğin ilk andan itibaren kendin için çalışmaya başlamak gerek. Yanlış anlaşılmasın. Rekabetçi ortam, yarışmacı etik değil konu. Mutlu, huzurlu bir hayat sürmek, kendine ve başkalarına faydalı olmak, dünyayı bulduğun halden daha iyi bir yere getirmek çabasında ve tatmininde olmak için. Yoksa hayatın nasıl geçeceği belli tekere çomak sokmazsanız. Aslında garantili bir hayat, kafanı bir an için bile kumdan çıkarmazsan…

Velhasıl bu seçim son değil, ama önemsiz sayılmaz. 4 yıllık emeğini, yıllarını yok yere heba edeceğine, ailenin parasını kötü kötü yerlerde çarçur edeceğine tabii ki seçimi doğru yapmak gerekir. Ama çok şey beklememeli, tek geçer akçe buymuş ve hayatın bu noktasında doğru seçim yapılmazsa hayat bitmiş gibi davranmamalı.

Umarım herkes istediği yerlere yerleşir ve ne diyelim, mutlu olur seçimleriyle. Kolay gelsin!

26 Ocak 2016

Yargıtay, bilim hırsızlığı yapan öğretim üyelerine cezayı haksız buldu! (T24)

YÖK, üniversitelere genelge göndererek "ceza vermeyin" talimatı verdi
Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu, "intihal" olarak bilinen bilim hırsızlığı nedeniyle üniversiteyle ilişiği kesilen öğretim üyesine verilen cezayı haksız buldu.Hemen harekete geçen YÖK, üniversitelere bir genelge göndererek, bundan sonra yapılacak işlemlerin Danıştay kararına uyularak gerçekleştirilmesi talimatı verdi. 
YÖK Yasası’na dayanarak çıkarılan Öğretim Elemanları Disiplin Yönetmeliği’nin 11’inci maddesinin 3’üncü fıkrasında yapılan düzenlemeye göre, “bir başkasının bilimsel eserinin veya çalışmasının tümünü veya bir kısmını kaynak belirtmeden kendi eseri gibi göstermek”, üniversite öğretim mesleğinden veya kamu görevinden çıkarılma nedeni sayılıyordu ancak Danıştay’ın, 2012 yılında aldığı kararla bunu suç olmaktan çıkardığı ortaya çıktı. 
Yasal dayanak yokmuş 
Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu’nun 15 ay önce aldığı bir karar, intihal suçunu tamamen yaptırımsız bıraktı. Kurul’un, Eylül 2012’de aldığı kararda “Öğretim Elemanları Disiplin Yönetmeliği’nde intihal suçunun yaptırımı olarak yer alan üniversite öğretim üyeliğinden çıkarılma cezasının, 2547 sayılı YÖK Yasası ile 657 sayılı Devlet Memurları Yasası’nda bu cezaya ilişkin bir düzenleme bulunmadığı” gerekçesiyle hukuka aykırı olduğuna karar verdiği ortaya çıktı. 
Kurul, böylece bilim insanları için yüz kızartıcı bir suç olan intihal/bilimsel aşırmacılığın suç olmadığına hükmetti.  
YÖK: Ceza vermeyin 
Öğretim Üyeleri Disiplin Yönetmeliği 547 sayılı YÖK Yasası gereğince çıkarıldığından, Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu’nun cezanın kanuniliği ilkesi yönünden aldığı karar sonrasında, YÖK de yasal boşluğu gidermek amacıyla Milli Eğitim Bakanlığı ve TBMM nezdinde herhangi bir girişimde bulunmadı. Üstelik, 15 Nisan 2013 tarihli bir yazıyla rektörlüklere bildirdi. YÖK’ün üniversitelere gönderdiği genelgede “intihal iddiası ile açılan soruşturmalarda yargı kararı doğrultusunda işlem yapılması” istendi. Bu genelge, intihal suçunu işleyen öğretim üyelerine herhangi bir işlem yapılmamasını istemek anlamına geliyor. 
YÖK’ün genelgesi, 19 Kasım 2013 tarihinde İstanbul Üniversitesi Rektörü Yunus Söylet tarafından ilgili birimlere bildirildi. 
Eski cezalar yok hükmünde 
Diğer yandan, Kurul’un bu kararına göre, öğretim elemanlarına intihal suçu nedeniyle geçmişte verilmiş öğretim üyeliği mesleğinden çıkarma cezalarının tümü “hukuken yok hükmünde sayılma” durumuna geldi. Bugüne kadar bilimsel aşırmacılık nedeniyle üniversiteden atılan öğretim elamanlarına, görevlerine geri dönme ve atıldıkları tarihten bu güne kadar olan maaş ve her türlü maddi haklarını talep etme olanağı doğdu. ‘İntihalcileri cesaretlendirecek’ 
Ege Üniversitesi emekli öğretim üyesi Prof. Dr. Kayhan Kantarlı, bilimsel yolsuzluk yapmaya niyetlenenleri cesaretlendireceğini söyledi. Kantarlı, yaptığı açıklamada yetkilileri, görevini ihmal ederek üniversitelerdeki bilimsel ahlak anlayışının tamamen çökmesine neden olacak bu skandala yol açan YÖK Başkanı hakkında gereğini yapmaya davet etti. Kantarlı, yasama organının da gerekli düzenlemeyi acilen yapıp yasal boşluğu doldurması gerektiğine dikkat çekti. 
‘Böyle bir ceza ve fiil yok’ 
Dava, 2005 yılında Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde öğretim üyesiyken bir kitabında intihal tespit edilen Kamil Can Bulut tarafından açılmıştı. Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu, kararında “davacıya verilen üniversite öğretim mesleğinden çıkarma cezası ve bu cezayı cezayı gerektiren fiil 2547 sayılı Yasa’da da böyle bir ceza ve fiile yer verilmemiştir. Bu durumda, üniversite öğretim mesleğinden çıkarma cezası ve bu cezayı gerektiren disiplin suçunun Yasal dayanağının bulunmadığı anlaşıldığından, dava konusu edilen düzenlemede ve bu düzenleneye dayanarak tesis edilen işlemde hukuka uyarlık görülmemiştir” dendi. Karar, Halide Ayfer Özdemir’in karşı oyuna rağmen başkanvekili ve 15 üyenin oyuyla alındı.

30 Ağustos 2014

Prof. Görür, ‘üniversiteler fukaralaştı’ dedi, akademisyenliği bıraktı! (T24)

Prof. Dr. Naci Görür, emekliye ayrılarak akademi dünyasından ve beklenen büyük İstanbul depremi açısından çok büyük önem taşıyan Marmara Denizi’ndeki araştırmalardan çekilme kararı aldı. 

İTÜ Maden Fakültesi Jeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Naci Görür, 9 Eylül’den itibaren akademisyenliği ve başında bulunduğu Marmara Denizi’nde süren deprem araştırmalarını bırakma kararı aldı.

Üniversitelerin bilimden uzaklaştığını düşünerek bu kararı alan Görür, çok sert açıklamalar yaptı. İTÜ’nün artık eskisi gibi olmadığını, bir bilim insanının taşıması gereken evrensel ölçütlerin tehdit olarak görüldüğünü söyleyen Görür, “İTÜ, inanılmayacak ölçüde geriye düşen öğretim üyesi profiliyle inanılmayacak düzeyde fukaralaşan üniversiteye dönüştü. Genel olarak üniversitelerde insanlar uluslararası standartlardaki başarıları ile araştırmaları ile algılanmıyor. Bizden mi bizden değil mi, hangi topluluğa, hangi düşünceye aidiyeti var gibi saçma sapan bir yolun içine girildi. Eğer belirli bir düşüncenin insanı değilseniz sizi görmezlikten geliyorlar. Öyle olunca da gerçek bilim adamları küstürülüyor. İnsanlar artık kendi üniversitelerine aidiyetlerini yitirdiler” dedi. 

Prof. Dr. Naci Görür, emekliye ayrılarak akademi dünyasından ve beklenen büyük İstanbul depremi açısından çok büyük önem taşıyan Marmara Denizi’ndeki araştırmalardan çekilme kararı ile ilgili Cumhuriyet gazetesine açıklamalar yaptı.  

'İçime sindiremiyorum’ 
Görür, emekli olduktan sonra üniversitelerde öğretim üyeliğine devam etmenin mümkün olduğunu, birçok üniversiteden teklif de aldığını belirterek “Özel üniversitelerden teklif var, iyi de para veriyorlar. Gidip orada da bu işi yapabilirim ama ben içime sindiremiyorum. Bu üniversite sisteminde bir şeylerin yapılabileceğini düşünmüyorum” dedi.  

‘Standardımı düşürdüm’ 
Görür, öğrencinin de bu kokuşmuş üniversite düzeni içinde daha kolay nasıl mezun olacağına baktığını, birçoğunun neredeyse hiç çalışmadan diploma aldığını vurguladı. Görür, “Bunları dekanlığa, rektörlüğe yazdım. Ben işi ciddiye aldığım için öğrenci açısından da hedef haline geldim. ‘Naci Hoca’nın dersinden geçersen üniversite bitmiştir’ gibi bir algı oluşmuş. Halbuki zor bir hoca değilim. Ben sınav kâğıtlarını ciddi ciddi okursam kimse geçemiyor. Bunun ürküntüsü ile ben de standardımı düşürdüm, buna rağmen unvanım bu. Düşünün artık üniversite ne hale gelmiş” yorumunu yaptı. 

‘Profesör olmak kolaylaştı’ 
İTÜ’de evrensel bilim kriterlerinin tehdit olarak görülüp içinin boşaltıldığına dikkat çeken Görür, “Bu değerler ne kadar sulandırılırsa profesör, doçent olmak, kadro almak daha kolay oluyor. İşin bu hale gelişinde siyasetin büyük etkisi var. Üniversiteler siyasallaştı. Her dönemde bu oldu ama benim asistanlığımdan, yani 1971’den bu yana hiçbir dönemde bu son 10 senedeki gibi üniversiteler siyasallaşmadı” diye konuştu.  

Kimse dert edinmiyor 
Türkiye’de üniversitelerin durumunun hiç de iç açıcı olmadığını, evrensel ölçütlerde bilim üretilmediğini, araştırma yapılmadığını söyleyen Görür, eğitimin kalitesinin de buna bağlı olarak düştüğünü vurguladı. İTÜ’deki durumun da aynı olduğunu ifade eden Görür, “Üniversitenin yetkili organlarına da bildirdim. Gördüm ki bunu kimse dert edinmiyor. Siyasi iktidar artan üniversite sayısı ile övünüyor” diye konuştu.   

‘Yok sayıyorlar’ 
Prof. Görür, Türkiye’de bilim insanı profilinin fukaralaştırıldığını vurgulayarak şunları söyledi: 
Dünyada bir bilim adamı akademik basamakta  yükseltilecekse yayınlarına, aldığı atıflara, yazdığı kitaplara, dünya bilim camiası ile ne kadar iç içe olduğuna bakılır. Bizde ise kesinlikle öyle değil. Eğer uluslararası bilimsel kriterlere uyuyorsan tehdit olarak bakıyorlar. Belki kolayca bileğini büküp harcayamıyorlar ama seni yok saymaya çalışıyorlar. Çünkü o tür ölçütler üniversitedeki insanları rahatsız ediyor. O ölçütlerin gelmesi demek onların değersizleşmesi demek. İşlerinin zorlaşacağını, belirli akademik basamaklara tırmanamayacaklarını düşünüyorlar. Onun için o değerleri bırakıp yeni yeni eften püften değerler üretip kendilerine değer biçiyorlar.” 

‘Yerlerde sürünüyoruz’ 
Kendi fakültesinde yaptığı bir incelemede 40 akademisyen içinde sadece üçünün Avrupa veya Amerika’da profesör olabilecek niteliğe sahip olduğunu gördüğünü ifade eden Görür, “Yerlerde sürünüyoruz. Ama bundan kimse rahatsız olmuyor” dedi. 

‘Laboratuvarımızı almaya çalıştılar’ 
Depremle ilgili Marmara Denizi’nde yaptıkları çalışmalar nedeniyle de hedef haline geldiklerini söyleyen Görür şöyle devam etti: 
Türkiye’de deprem araştırmaları fazla yapılmıyordu. Uluslararası kaynaklar, projeler bulup biz yaptık. İTÜ’de deprem araştırmaları yapılıyor, kurumsal desteği var gibi anlaşılıyor ama öyle değil. Biz fazla etkin oluyoruz diye üniversitemiz rahatsız. Laboratuvarımızı elimizden almaya bile çalıştılar. Üretmeyeceksin, çalışmayacaksın. Üretirsen fark yaratıyorsun. O farkı yarattığın zaman da rahatsız oluyorlar. O fark oluşmasın diyorlar. Marmara’yı dünyanın en iyi bilinen denizi haline getirdik. Bunun için sürekli yurtdışından gemiler getirdik, araştırmalar yaptık, aletler yerleştirdik, bizzat çalıştık. Kendi kurumlarımızdan destek istedik, çoğu kez de alamadık.” Görür, artık jeotermal enerji ile ilgili araştırmalar yapacağını belirterek “Bilgi birikimi ve tecrübemle araştırmanın tam içinde olarak Türkiye’ye hizmet edebileceğimi düşünüyorum” dedi.

18 Ekim 2012

Işıl Öz - 'Akademik çevre kendi içinde özeleştiri yaparken sesini yükseltmeli' (T24)

A. Murat Eren, 'Öğrenciler, akademisyenler, gerek yazarak gerek dışarıya çıkarak bilim etiğini hiçe sayan meslektaşlarını ve gevşek tutum ortaya koyan yöneticilerini protesto etmeli' dedi.
‘Türkiye Akademisinin Arka Sokaklarından Tez Manzaraları’ başlığı ile subjektif.org’da yayımlanan yazının dikkat çekeceğini daha önce T24’te yazmış, bu eleştirileri açıkça dile getirmenin öneminin altını çizmiştik. Yazıyı hazırlayan bilgisayar bilimleri alanında doktora sahibi, mikrobiyal ekoloji alanındaki çalışmalarını doktora sonrası araştırmacı olarak Amerika Birleşik Devletleri’nde sürdüren A. Murat Eren, çoğunlukla e-posta ile gelen görüşlerde ortak bir ruh hali olduğundan bahsetti. Eren, akademik çevrenin kendi içinde özeleştiri yaparken sesini yükseltmesi gerektiğinin altını çizdi: Söz konusu akademi olunca herkes yorgun, dertli ve karamsar. Dışarıda akademideki muhtemel bir düzelme için bu konuda daha fazla ses çıkarılması gerektiğini idrak etmiş geniş bir kitle olduğunu düşünüyorum.
Eren, yurtiçi ve yurt dışıdaki birçok akademisyenden teşekkür içerikli mesaj aldığını söyledi yalnız bu tepkilerin çoğunun özel iletişime sıkışıp kalmasının üzüntü verici olduğunun altını çizmekten de kaçınmadı: “Türkiye’de akademinin daha istikrarlı bir gelişim sürecine girmesinin, özel iletişim kanallarından verilen tepkiler ile açıktan verilen tepkiler arasındaki orantısızlığa bir denge gelmesi ile mümkün olabileceğine inanıyorum. Öğrenciler, akademisyenler, gerek yazarak gerek dışarıya çıkarak bilim etiğini hiçe sayan meslektaşlarını ve gevşek tutum ortaya koyan yöneticilerini protesto etmeli. Öte yandan ifade özgürlüğünü tam olarak özümseyememiş bir toplumda problemleri açıkça dile getirmenin risklerini kariyerinin henüz ilk basamaklarında öğrenmiş kişilerin bir anda eleştiren, tartışan bireylere dönüşmeye ikna olmalarını beklemenin haksızlık olduğunun da farkındayım. Bununla beraber zaman içerisinde bir düzelme ummaktan başka bir alternatif göremiyorum. Çünkü akademinin bugününü hazırlayan tepkisizlik yarınının da bugünden farklı olmayacağının garantisi.”
'Kötü akademi kendi kendisini finanse ediyor'
Yazıda, etik ve bilimsel açıdan kusurlu tezlerden örnekler sunuluyor. Birçoğu aynı danışmanın farklı öğrencilerinin tezlerindeki benzerlikleri göz önüne seren bu örnekler, bu öğrencilerin öğrencilerinin de benzer eğilimlerden muzdarip olabileceğini örnekliyor. Türkiye’de akademik ahlaksızlıklara net tepkiler verilmediğinin altı çiziliyor. Yayınlanan tezlere erişimdeki zorluklardan bahsediliyor. Akademik problemlere verilen tepkilerin yetersizliğine ve buna sebep olan yasama ve yürütme problemlerine değiniliyor.
Bilimsel çalışmalarını yakından takip ettiğim birkaç akademisyene ulaştım, bakın konu ile ilgili neler dediler:
Boğaziçi Üniversitesi Çevre Bilimleri Enstitüsü’nden Yard. Doç. Dr. Raşit Bilgin: A. Murat Eren’in özellikle tezlerle ilgili bahsettiği noktalar dikkat çekici idi. Tezler aslında bilimsel makalelere göre çok daha az görünürlülüğe sahip, şu anda makalelere global olarak ulaşmak görece bayağı kolay olmasına rağmen, tezlere ulaşmak daha zor. Bunun bir sebebi, araştırmacıların belli bir konuda genel olarak katalog taraması yaptıklarında (google scholar’dan mesela), tezlere makaleler kadar rahat ulaşamaması ile ilgili. Yani makaleler ile ilgili genel olarak neredeyse global olabilecek bir kontrol mekanizması varken, tezler için durum böyle değil, neredeyse dünyada her üniversitenin kendine özel, dijital olarak tez paylaşma(ma) politikaları var. Tezlerin görünürlüğünü ve ulaşılabilirliğini arttırmak gerekli. YÖK’e artık yapılan her tezin dijital kopyaları da gönderilmekte, belki bu tezlerin veritabanlarıyla bağlanarak daha ayrıntılı olarak incelenmesinin önünü açmak ve intihale karşı kontrol etmek, kısmi bir çözüm olabilir. Ama sorumluluğun büyük bir kısmı tez danışmanlarına ve öğrencilere düşüyor. Danışmanların tez öğrencilerine intihalin ne olduğunu çok iyi anlatması, öğrencilerin de tezlerini yazarken buna son derece dikkat eder bir şekilde tezlerini yazmaları gerekiyor. Bazen öğrencilerin alıntılamalarını bilmeden eksik yapıp, sonrasında da hocaların gözünden kaçma ihtimali de var. Ama bunu önemsemeyen ve bilerek intihal yapan kişilerle ilgili belki Eren’in yaptığı gibi bir bakıma dedektiflik içeren önlemler gerekli olabilir.
Yeditepe Üniversitesi’nden Yard. Doç. Dr. Kaan Öztürk: Bilimsel ahlâksızlık yapanlar ceza almak bir yana, yükselerek dekan, rektör, hatta bakan olabiliyorlar. Mahkemeler akademik anlayışa uymayan gerekçelerle intihalcileri beraat ettiriyor. Öte yandan ahlâksızlıklara karşı ses yükseltmek isteyen dürüst bilimciler “başıma birşey gelir mi” korkusu içindeler. Bu durum tersine dönmeli. Dünyada akademik ahlâk, açık kontrol ve sert eleştiri mekanizmalarıyla muhafaza edilir.
Bilimsel çalışmalar (tez, tebliğ, makale, vs.) herkesin değerlendirmesine açık olmalıdır. Ahlâksızlıklara dikkat çekenlerin kariyerlerinin baltalanması korkusu ortadan kaldırılmalıdır. Ve nihayetinde, akademik ahlâksızlık yapanların ciddi cezalar alması sağlanmalıdır. Bu bağlamda yargıçların da akademik etik prensipleri konusunda eğitilmesi, gerekirse yasalardaki tanımların değiştirilmesi önemlidir. Bu şartlar sağlandığında, akademik dünya kendi dinamiği içinde ahlâksızlıkları dışlayabilecektir.
Harvard Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden Dr. Ömer Gökçümen: Türkiye akademisinin birçok problemi olduğu doğru. Daha önceki yayınlar intihalin ne kadar yaygın olduğunu gözler önüne sermişti. Bunun dışında, benim gördüğüm kadarı ile Türkiye’deki en büyük sorunlardan birisi, akademi içindeki güç dinamiklerinin, genel olarak akademik nitelikten ziyade politik ve daha önemlisi kişisel ilişkiler üzerinden yapılanması. TÜBA’daki yeni düzenlemeden, rektör seçimlerine, doçentlik sınavlarından asistanlıkların dağıtılmasına kadar bunu örneklendirmek mümkün. Bu durum, hem nitelikli araştırmacıların yükselmesini zorlaştırıyor, hem de üniversitenin hedeflerinin ve kültürünün şekillenmesinde tepeden inme bir kültür yaratıyor. Kanımca şu andaki yönetimin üniversitelerden beklediği, politik olarak suya sabuna dokunmayan, ekonomik gelişime odaklı ve temelde teknoloji ve nitelikli çalışan, üreten bir kurum olarak kendini yenilemesi. Ancak, bu çok sığ ve kısa dönemli bir düşünüş. Ne yazık ki Avrupa ve Amerika akademisinin finansal sıkıntıları ve Çin'in farklı, daha az özgür bir akademik modelle akademik dünyayı değiştirmeye başlamış olması, ortaya bir ideal model koymayı zorlaştırıyor. Yine de, üniversiteyi, bilgiyi üreten ve koruyan, toplumun ahlaki pusulası olarak güvenilen, değer üreten, nitelikli vatandaşlar yetiştiren ve belki de en önemlisi, özgür, gerektiğinde radikal fikirleri bünyesinde barındıran bir kurum olarak düşünmemiz gerektiğine inanıyorum.
Çözüm aslında konsept olarak çok basit: Akademik özgürlük
“Özellikle genç ve kariyerlerinin başlangıcında olan akademisyenlerin ve lisans ve lisans-üstü öğrencilerinin, kendi kariyerlerinin etkileneceğinden korkmadan özellikle üniversite ile ilgili olan eleştirilerini seslendirebilmeleri gerekli. Çünkü üniversitenin uzun vadeli önemini, neden özerk üniversitelerin önemli olduğunu akademisyenlerden başka kimsenin inandırıcı bir şekilde anlatabileceğini zannetmiyorum. Ancak şu andaki üniversite ikliminde, insanların bu tip bir söylemi şekillendiremediğini düşünüyorum. O yüzden yapılması gereken en büyük ve etkili reformun akademik özgürlüğün, sadece devlet kurumlarıyla ve hükümetle olan ilişkilerde değil, üniversite içinde yerleşmiş hiyerarşi bağlamında da sağlanması şart. Bunun da en pratik yolunun, şu andaki atama, kurum içinde yükselme, doçentlik vb. gibi insanların kariyerleri ile ilgili dinamiklerin yeniden düzenlenmesi olduğu kanaatindeyim.”

28 Eylül 2012

Türkiye’de 5 üniversitede 'çalıntı tez' skandalı! (T24)

Akademisyen Murat Eren'in Bahçeşehir, Fırat, Haliç, Trakya, Uludağ ve Balıkesir üniversitelerindeki çalıntı tez iddiaları karşılaştırmalı fotoğraflarla yayımlandı. >>>

22 Eylül 2012

Işıl Öz - Türkiye akademisindeki tıkanıklığın sorumlusu kim?

Bilgisayar bilimleri alanında doktora sahibi, mikrobiyal ekoloji alanındaki çalışmalarını doktora sonrası araştırmacı olarak Amerika Birleşik Devletleri’nde sürdüren A. Murat Eren’in subjektif.org’da ‘Türkiye Akademisinin Arka Sokaklarından Tez Manzaraları’ başlığı ile yayımladığı yazı ses getirecek.
Yazıda, etik ve bilimsel açıdan kusurlu tezlerden örnekler sunuluyor. Birçoğu aynı danışmanın farklı öğrencilerinin tezlerindeki benzerlikleri göz önüne seren bu örnekler, bu öğrencilerin öğrencilerinin de benzer eğilimlerden muzdarip olabileceğini örnekliyor. Türkiye’de akademik ahlaksızlıklara net tepkiler verilmediğinin altı çiziliyor. Yayınlanan tezlere erişimdeki zorluklardan bahsediliyor. Akademik problemlere verilen tepkilerin yetersizliğine ve buna sebep olan yasama ve yürütme problemlerine değiniliyor.
Araştırmacı Emrah Göker‘in bu yazı için kaleme aldığı bir özet de mevcut.  Türkiye’de yayınlanan tezlere erişmenin önünde çeşitli engeller  olduğundan bahseden Göker,  bu engellerin kime hizmet ettiği, tez arşivlerini yönetmekle sorumlu olan YÖK’ün ve kütüphanelerde bir kopyası bulundurulması gereken tezlere erişimde problem çıkaran üniversitelerin yanıtlaması gereken bir soru olduğunu belirtiyor: “Tez yazarları izin formunda erişime kısıtlarlarsa, tezleri okumak mümkün olmuyor. İkinci alternatif, tezlere, savunulduğu üniversitelerde, kütüphaneler aracılığıyla ulaşmak. Burada da üniversiteden üniversiteye değişen uygulamalar var. Bazı yerlerde, yazar izin vermemişse kütüphane erişimi de mümkün olmuyor; bazı yerlerde ise keyfi biçimde tezler kütüphanenin katalog yönetiminden koparılıp, fakülte veya enstitü bünyesinde, erişime kapatılan odalarda depolanıyor. Yüksek lisans/doktora tezlerinin ancak yazarın izniyle kamusal erişime ve çoğaltmaya açılmasında, kağıt üzerinde, yanlış bir şey yok. Bunun, hangi bilimsel ve hukuki gerekçelerle yapıldığını kayda geçirmekle ilgili bir sorun var.”

‘Kötü akademi kendi kendisini finanse ediyor’
A. Murat Eren:  “İyi akademi nesilden nesile aktarılan bir gelenek. Türkiye’deki derin akademik problemleri besleyen en önemli neden, iyi akademi geleneğinin Türkiye’de kendisine yer edinememiş olması. Her an kendinden bir sonraki nesli yetiştiren akademinin artık bir gelenek halini almış çıkmazdan kurtulması uzun soluklu ve ciddi bir seferberlik gerektirirken, intihal yapan kişilerin üniversite kurullarında aklandığı, yüksek lisans ve doktora öğrencileri yetiştirmeye devam ettikleri Türkiye’de hem yasal düzenlemeler hem de bu düzenlemeleri hayata geçirme noktasında vazife almış kişiler gerçek problemi kabul etmekten çok uzak.” (T24)

17 Temmuz 2012

Işıl Öz - 'Türkiye'nin ihtiyacı olan büyük bir akademik devrim' (T24)

Akademisyenler TÜBİTAK'ın çalışmalarını ve Türkiye'deki akademik yapıyı değerlendirdi
Türkiye’deki beyin göçünü tersine çevirmek adına TÜBİTAK’ın düzenlediği, “Yurt Dışındaki Türk Bilim İnsanları Kurultayı” sonrası Türkiye’deki bilimsel altyapının eksikliği yine gündeme geldi. Türkiye’yi geliştirmek ancak problemlerin içine atılmakla başlar diyen bilim insanları var elbette ama TÜBİTAK’ın bu girişimini temelsiz bulanlar çoğunlukta. İletişimde olduğum birçok akademisyene sordum:
Türkiye’de bilim insanlarının çalışma evrenini nasıl değiştirmeli ki dünyanın her köşesinden (sadece Türkiyeli değil) bir çok bilim insanı Türkiye’de olmak istesin?
Sonuç, Türkiye’de akademik yükseltme sorunları, akademi-endüstri işbirliksizliği, akademilerin özerk olamayan bütçeleri, akademik yapılanma sorunları, öğrenme çıktılarına dayalı öğretim süreçleri çerçevesinde Türkiye’deki akademik sorunlara değindik.
Akademisyenlerin T24'e açıklamaları şöyle:
Boğaziçi Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği Bölümü’nden Prof. Dr Lale Akarun, bilim dünyasındaki atılımların, kurumsal birikim ile mümkün olduğunu düşündüğünü söyledi: “Bir araştırma kurumu inşa edeceksiniz,bu kurum kendi araştırma kültürünü yaratacak, öğrenci kitlesini yetiştirecek, çalışma, araştırma kültürünü ve ekibini oluşturacak. Projeler alacak, laboratuvarlar kuracak. Bu aşamaya geldikten sonra, bu kuruma yapılan her tür destek, katlanarak fayda yaratır. Örneğin, yurtdışında başarılı bir bilim insanı, bu şekilde çalışan bir kurumun, ve kendisine uygun bir ekibin içine katılırsa, (kurum değiştirmekten dolayı kısa bir verimlilik kaybına uğrasa da), verimli olarak çalışmayı sürdürebilir, ve geldiği yerde de fark yaratır. Ancak, yeni kurulan bir kuruma çok başarılı bir bilim insanını da getirseniz, fazla bir şey yapamayacağını düşünüyorum. Evet, bilgisi görgüsü sayesinde, bu kurumun şekillenmesinde çok önemli katkısı olabilir; ama yurtdışındaki araştırma verimliliğini sağlayamaz, ve araştırmasını aynı hızla ilerletemez.”
Prof. Akarun sözlerine şöyle devam etti: “Türkiye’de, 40-50 senelik (yerine göre daha fazla) birikime dayanan araştırma üniversiteleri var, sayıları 10 kadar. Bunları, başarılı olamadılar deyip bir kenara bırakıp, sil baştan yeni kurumların daha başarılı olacağını sanmak bir hatadır diye düşünüyorum. Tabii ki Türkiye gibi büyük bir ülkeye 8-10 araştırma üniversitesi az; sayının artması gerekiyor. Ancak eski kurumları devreden çıkartmadan, ve hatta onların desteği ile yeni üniversiteler kurmaya çalışmak, bana daha sağlam bir yaklaşımdır gibi geliyor. TÜBİTAK’ın bir süredir önceliği, araştırma desteklerini tabana yaymak. Yani, destek bütçesinin çoğunu 8-10 araştırma üniversitesine değil, tüm üniversitelere eşit paylaştırmak. Bu politikayı başarıyla uyguluyor; yeni üniversitelere de çok faydası oluyor. Ancak, yeni üniversitelerin yerleşmiş araştırma üniversitelerinin düzeyine ulaşması çok zaman alacaktır; öte yandan yerleşmiş kurumların hızını kesmek, ülke için çok zararlı olacaktır.”
Başkent Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mutlu Binark: “Genel olarak iki alt başlıkta yanıtlayabilirim sorularınızı; ilki Türkiye’de akademi ve özgün bilimsel araştırma sorunu. Mevcut üniversite sisteminde ister devlet ister vakıf üniversiteleri olsun, öğrencilerin eleştirel bir mesafe ile yaşamı, disiplinleri sorgulayan bir bilgi birikimi ile öğrenim sürecinde varolmaları temel amaç olarak görünmemekte. Hali hazırda “aktarmacı” bir eğitim sistemi hakim. Bu nedenle teori ve pratik arasında büyük bir uçurum gözlemleniyor. Çeşitli disiplinlerin kuramsal ve kavramsal çerçeveleri, ilkeleri yaşam deneyimi ile kesiştirilmiyor; derslikler “yaşam”la temas etmiyor. Üstelik, üniversite eğitiminin yaşam boyu ve yaşamın içinde olduğu nosyonundan ne yazık ki uzağız. Bu sorunun bir diğer ayağını da özgün ve nitelikli bilimsel araştırma sorunsalı geliştirmek ve bunun için araştırma zamanı temin etme sorunu oluşturuyor. Kanımca, bu noktada her türlü disiplinde TÜBİTAK çeşitli destek araştırma programları ile devreye olumlu bir destekleyici olarak girebiliyor. Üniversitelerde akademisyenlerin “aktarmacı” konumunun kökten bir şekilde “araştıran ve sorgulayan” misyonuna evrilmesi gerekli. Ancak burada sorumluluk TÜBİTAK’tan çok yüksek öğrenim kurumlarının kendisinde ve atama-yükseltme kriterlerinin halihazırdaki koşullarında...”
TÜBİTAK Uzay Teknolojileri Araştırma Merkezi’nde Uzman Araştırmacı Yard. Doç. Dr. Sevgi Zübeyde Gürbüz: “Sistem değişmedikçe, ne Türkiye’de insan yetişir, ne de insan dönmek ister. Sistem dediğim sadece ezberciliğe dayalı ilköğretim sistemimiz değil: Teknoloji geliştirmeye yönelik bir düzgün sistemimiz yok. Üniversiteler araştırma için güveniliyor ama tek başına yeterli değil. Fonlama mekanizmalar zayıf. ABD’deki sistemle ayrıntılı bir kıyas yapmış olsam ne kadar eksik kaldığımız ve kendi kendimize zarar verdiğimiz belli olur. ABD’de hem projelendirme güçlü hem de yeni mezunlar iş ortamında yetiştiriliyor. Bak Türkiye'de bu da yok. Belli bir birikimle ben Türkiye'ye geldim, ama benim bilgimden faydalanabilecek bir sistem yok, Gidiyorum sağa sola yalvarıyorum şunu bunu yapalım diye. Çok acı bir durum. ABD’den gelen herkes Türkiye'de ekmek bulur da bizim aradığımız sadece para değil, mesleğimizi en iyi bir şekilde icra edebilmek. Eğer insanlar mesleklerine hakkıyla yapabileceklerine inansalar çok daha kişi döner...ve çok daha hızlıca kalkınırız. Olay sadece akademisyenler değil tabii, genel araştırmacılar. Yoğun dönüş eğitim sıkıntısını da haffifletir çünkü böylece tahta oturmuş bağnaz hocalar barınamaz...”
TÜBİTAK’a sert eleştiri…
“Dünya bilim coğrafyasında pek esamesi okunmayan bir ülkenin gittikçe politik manipülasyonlara alet edilen bir kurumu olarak özetliyorum ben TÜBİTAK’ı. Elbette bir şekilde o kurumla bağlantılı dünya çapında bilimcileri tenzih ederek. Mesele asla tek tek başarılı insanlar değil, kurumsal olarak iyice garipleşti ve ülke olarak da Türkiye’nin pek bir bilimsel yeri yok.” dedi bilişsel bilimler dalında yüksek lisans yapmış, halihazırda yurtdışında uzay ve havacılık sektöründe çalışan bir isim.
3 küsür senedir Türkiye’de yaşamadığının altını çizdi ve “pek çok akademisyen ve gazeteci hapiste, yıllardır yargılanıyorlar, bunun üzerine daha fazla bir şey demeye korkuyorum, Türkiye’ye ailemi ziyarete gittiğimde başıma bir iş gelmesin diye. İnsanların bir gece ansızın alınıp götürülmedikleri, yıllarca yargılamaya maruz kalmadıkları bir yerde bilim ile uğraşmak daha makul diye düşünüyorum.” diye ekledi.
Bologna süreci konusunda ise bakın neler söyledi: “AB coğrafyasında dahi işler yavaşça rayından çıkmaya başladı, serbest piyasayı akademiye hakim kılmaya çalışıyorlar. Hollanda gibi bilim yuvası yerlerde bile ödenek gibi sözde gerekçeleri bahane edip üniversitedeki geometri departmanlarını kapatmaya kalktılar, Anvers Üniversitesi’nde benzer skandalvari durumlar yaşandı yakınlarda. Üzüntüm o ki Türkiye AB’nin kuyruğuna takılıp pek çok hatayı bu şekilde meşrulaştıracak.”
Kısaca, sosyal refahı yüksek bir ülkede, belli bir hayat standardını yakalamış, dünya standartlarında bilimsel üretim yapan başarılı bilimcilerin Türkiye’ye gitmesi için şu anda ufukta en ufak bir sebep göremediğini belirtti, hayatının ilk 33 senesini Türkiye’de geçirmiş, İTÜ ve Boğaziçi’nde okumuş ve özel bir üniversitede ders vermiş bir insan olarak…
'Nasıl olduğun değil, nasıl göründüğün önemli...'
“Bologna sürecinin iki etkisi oldu” dedi başka bir akademisyen ve ekledi: “Biri olumlu, üniversite içindeki her kurum ve birey “ben ne yapıyorum”u bir kez sorguladı. Öğrenim çıktıları, ders çıktıları, program çıktıları ve birbirlerini destekleyen domino taşları gibi örüldü sonuçta. Bir programdan mezun olan kişide aranan kriterlere göre tüm programlar gözden geçirildi. Bu daha önce var olan bir programı kopyala yapıştır hale getiren bölümler için önemli bir fırsattı “biz ne yapıyoruz”, “akademik yaşamın neresinde hangi eksiği kapatıyoruz” ve “bizim farklılığımız nerede” sorularını sormak için önemli fırsatlar sundu. Tabii ki bu fırsatları görebilmek, değerlendirebilmek ve bir avantaja çevirebilmek için Bologna sürecindeki evreleri ve bu sürecin üniversite yapısı içindeki tüm birey ve kurumlara getirdiği yükümlülüklerin çok iyi bilinmesi gerekiyordu.”
Dezavantaj da burada yatıyor sanırım…
Öyle, bir çok kurum ya da birey henüz süreci bilmeden, kulaktan dolma bilgilerle bu çıktıları ve programları hazırlamaya başladı. Böyle olunca da sadece görüntüde olan ama içeriği boşaltılmış öğrenim çıktıları tasarlandı, Programlar sanki bu çıktılar yerine getiriliyormuş gibi planlandı. Böyle olunca da günümüz postmodern dünyasına oldukça uygun bir yapı ortaya çıkıvermiş oldu. Nasıl olduğun değil, nasıl göründüğün önemli... Bununla birlikte tüm akademik birimlere yıllık, beş yıllık, on yıllık planlar yapma gerekliliği getirildi. Birbirleriyle bağlantılı olarak çalışan bu sistemde birimler kendilerine hedefler koydu ve bu hedefleri gerçekleştirebilmek için çalışmalar yapıldı. Kimi zaman hedefler gerçekten içi dolu olarak yerine getirildi, kimi zamansa hedefleri yerine getirebilmek için göstermelik etkinlikler, projeler ortaya kondu. Özetle, ölçülebilir olma sorusunun yanıtı hep nicelik olarak arandı. Kaç makale yazdın, kaç etkinlik yaptın, kaç konferans düzenledin, kaç bildiri yayınladın, kaç öğrenci projesi gerçekleştirdin... Bu soruların yanıtlarının hep nicel veriler ile ölçülmeye başlanmasıyla birlikte ortaya konan performansların niteliği ciddi oranda düştü. Çünkü ne yapılırsa yapılsın bu etkinlikler, etkinlik hanesine sadece artı 1 değer kazandıracaktı. Değerlendirmeler de hangi yoğunlukta ya da kalitede değil, kaç kere, kaç tane ile sınırlı. Doçentlik sınavları, profesörlük atamaları, yrd. doç atamaları hep puanla. Sayı tutturmayla. Nitelik ne kadar önemli tartışılır. 10 puan olmasın, 3 puan olsun ama özgün olsun.
‘Türkiye’de akademi özgür değil…’
Mevzuya dair son söz ise ABD’nin Massachusetts eyaletindeki Marine Biological Laboratory’de doktora sonrası araştırmacı statüsü ile faaliyet gösteren Dr. A. Murat Eren’in: “Türkiye akademisinin büyük bir değişime ihtiyacı olduğu bir gerçek. Fakat bu değişim yurt dışından dönecek bilim insanları eliyle başlatılabilecek gibi görünse de, akademik kadrosu gücü elinde bulunduran siyasi otoritenin ‘kadrolaşma’ eğilimleri doğrultusunda şekillenen bölümlerde yer etmiş kültürün bu değişime karşı ortaya koyacağı direnç ile başa çıkmak, “bilim insanı” olmaktan farklı meziyetler gerektiriyor. Akademinin bugünkü noktaya gelmesinin sebebi intihallerden, bütçe sıkıntılarından ya da vizyonsuzluktan daha derin: Türkiye’de akademi özgür değil. Bir nehir gibi coşkuyla akması gereken akademi, Türkiye’de siyasetin ifade özgürlüğüne çektiği setlerle oksijensiz baraj göllerine dönmüş vaziyette. Bugün gördüğümüz akademi de işte bu seçilim baskısının bir sonucu. Hem Türkiye, hem de ABD’deki bilim camiasını tanıyan birisi olarak ABD ya da Avrupa nehirlerinden alınıp bu göllere salınacak akademisyenlerin çok büyük bir kısmının boğulup gittiğini hayal etmek benim için zor değil.
Türkiye’nin ihtiyacı olan büyük bir akademik devrim; ama akademi hakkında görüş bildirirken ismini saklamak zorunda hisseden akademisyenler ya da akademinin problemlerini anlamaktan uzak siyasetçilerin değil, bu problemlerin en doğrudan etkilediği kitle olan öğrencilerin öncülük ettiği, akademiyi otoriteye bağlı köklerinden kurtaracak, önündeki setleri yıkarak akademiye bağımsızlığını kazandıracak bir devrim. İmkansız duyuluyor olmalı. Bu inanın yurt dışından dönecek bilim insanlarının Türkiye’de bir şeyleri değiştirebilme ihtimalinden daha olası.”

18 Aralık 2011

3 öğretim görevlisinde intihal ortaklığı (T24)

Çankaya Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Ziya Güvenç, Gazi Üniversitesi’nden Prof. Dr. Ergün Kasap ve Aksaray Üniversitesi’nden Yrd. Doç. Halil İbrahim Dursun’un ortak imzasıyla uluslararası bir dergide yayımlanan bilimsel bir makalede bilimsel hırsızlık (intihal) yapıldığı ortaya çıktı. Rektör Prof. Güvenç, makalede yardım ettiği Dursun’un kendisini kandırdığını savundu. Güvenç’ten mektupla özür dileyen Dursun, durumun İngilizce bilgisinin yetersiz olması ve tecrübesizliğinden kaynaklandığını belirtti. Aksaray Üniversitesi tarafından açılan soruşturmada Dursun’un suçlu bulunduğu belirtildi. >>>

!

Türkiye yırtıcı, şaibeli, sahte ve fake dergilerde en çok yayın yapan 3. ülke

Predatory journals: Who publishes in them and why? - Selçuk Beşir Demir Dünyanın en prestijli dergilerinden biri olan Elsevier tarafınd...

Predatory journals: Who publishes in them and why?

.....................................................................


...
...
...

* Rastgele Yazılar




.