NEDEN ?

https://plagiarism-turkish.blogspot.com


Yükseköğretimde Gözetim ve Denetim - Yasal Çerçeve ve Uygulamalar -
Devlet Denetleme Kurulu Raporu (2009) lütfen tıklayın
2547 sayılı Kanun’da öğretim elemanlarının disiplin suçlarına ilişkin yapılması düşünülen değişiklikler hakkında Bilim Akademisi’nin raporu (2016) lütfen tıklayın

28 Ocak 2011

A. Murat Eren - İmece Usulü Bilim Cinayeti Konferansları

Bu yazı ise nispeten aşağıdan yukarıya (bottom-up) bir bakış açısı sunma hedefi güdüyor: Bir konferans, bu konferansı organize edenler, onlara yardım edenler, sponsor olup destek verenler, hepimizin bunun bir parçası oluşumuz.
Bazı suçlar vardır, o kadar büyüktürler ki, aslında ortada bir suçlu yoktur. Bilimin bu gün içinde olduğu duruma ister tepeden aşağı, ister aşağıdan yukarı bakın fark etmeyecek: Bilime karşı işlenen suç o kadar büyük ki, neredeyse bir suçlu yok. Bu kadar büyük suçlar için bir ya da birkaç kişinin ismini öne atıp onları suçlamayı, kavga dövüş çıkarmayı, çözüme hiçbir katkısı olmayan, iki yüzlü bir davranış olarak görüyorum. Nasıl ki ikinci dünya savaşında yaşananlar için yalnızca Adolf Hitler’i ya da yalnızca Nazileri ya da yalnızca Almanları suçlamak ırkçılığın ve ayrımcılığın sonuçlarından alınacak dersi tamamen kaçırmaya sebep oluyorsa, bu problemleri irdelerken de isimlere yoğunlaşmak benzer bir isabetsizliğe yol açıyor bence.
Suç öyle büyük ki, bunu herkese pay etmeli. Kendimizi bu suçtan tepki göstererek arındıracağız. Bu kadar büyük suçlar ancak böyle temizleniyor.
Bu bağlamda bunlar benim acizane tavsiyelerim:
Üniversite Öğrencileri: Hocalarınızın CV’lerini açın, makalelerini okuyun. Hangi konferanslarda yayınlandıklarına, hangi dergilerde basıldıklarına bakın. Bir bilimsel yayını anlamak size hiçbir hocanın veremeyeceği geniş bir vizyon kazandıracak. Özgeçmişler web sayfalarının süsü olmasın. İnsanlar oraya yazdıkları şeylerin okunduğunu bilsinler. Sizler bilimsel değerlendirme katmanlarının en kalabalığı ve en etkini olan bir sonraki nesilsiniz, kendinizi hiçe saymayın.
Araştırma Görevlileri, Yüksek Lisans Öğrencileri, Doktora Öğrencileri: Lütfen yayın yaptığınız dergi ve konferanslara dikkat edin. Sırf özgeçmişiniz kalabalık görünsün diye emin olmadığınız organizasyonlara üye olmayın. Yayınlarınızı onları hak eden dergilerde ve konferanslarda yapın, size aksini yaptırmaya çalışan hocalar ile çalışmayın. Sesinizi çıkarın.
Öğretim Üyeleri: Lütfen arada bir konfor bölgenizi terk edin ve bölümünüzdeki, diğer üniversitelerin benzer bölümlerindeki insanları gözden geçirin. İster anonim ister aleni kimliklerinizle blog’lar açın, başka yayınları kritik edin. Türkiye’de peer-review sürecini dergi ve konferans komitelerinin üzerinde bir anlayış haline gelmesine ön ayak olun.
Geriye Kalan Herkes: Biliyorum, artık ne ile uğraşacağınızı siz de şaşırdınız. Fakat bu ülkedeki bir sorununun herhangi bir diğer sorun ile tamamen ilgisiz olduğunu iddia etmek yanlış olurdu. Bilim dünyası içerisinde bu konulara dair nicedir rahatsız olan birçok isim var. Diliyorum ilerleyen aylarda, yıllarda daha gür sesler duyacağız. Siz bu sırada bu olanları çevrenize anlatın. Gerekiyorsa yöneticilerden hesap sorun. Bizleri yalnız bırakmayın. Sizin desteğiniz gerçekten önemli. Zira sizin olmadığınız durumda, bunların hiçbir anlamı yok.

15 Ocak 2011

Emrah Göker - Tıp fakülteleri ve karakter çürümesi (BirGün)

Geçen hafta, Birgün Kitap’taki “Akademi ve İntihâl” dosyasının fizik ve matematik gibi disiplinlere odaklanarak açtığı tartışmayı genişletmeye çalışmıştım. Bu hafta, tıp fakültelerindeki durumu mercek altına alarak devam ettirmek istiyorum. Sosyal bilimler içinde eğitilmiş biri olarak, akademi alanının bu iyi tanımadığım bölgesinin uzmanıymış gibi ahkâm kesmeyeceğim. Kendimce amatör bir soruşturmacılık yaptım, tıp fakültelerimizde paryalık eden dostlarımdan sorunları dinledim, tıp yayıncılığındaki düzenbâzlıklar hakkında yazılmış şeylere baktım.
Tıp eğitimindeki durumla ilgili ifade etmeye çalışacağım konulara eklemek istedikleriniz olabilir, yanlışlarımı düzeltmek isteyebilirsiniz – söylediklerim zülfiyâre dokunuyorsa, bana e-posta gönderin. Başka yazılarda konuyu işlemeye devam etmek isterim.
Üniversitenin hizmet üretim sektörünün dinamik bir parçası olduğunu söyledik. Sektör dönüşüm geçirdikçe, özellikle “esnekleşme”, “ürün çeşitliliği”, “hızlı üretim”, “sendikasız / güvencesiz istihdam” gibi yaklaşımlar da üniversitenin işletilme ve yeniden örgütlenme tarzını biçimlendiriyor. Richard Sennett’ın önerdiği “karakter çürümesi” kavramını, akademik kişiliğin bu değişen çalışma koşullarında maruz kaldığı aşınma / yozlaşma biçimlerini tahayyül etmeye yardımcı olması için kullandığımı son yazımda açıklamaya çalışmıştım. Bu hafta Türkiye’de tıp fakülteleri örneği üzerinden, nasıl bir çürümeden bahsettiğimi, neyin çürüdüğünü düşündüğümü biraz daha somutlaştırıyorum.
Karakter çürümesini tıp alanında içiçe geçmiş 3 düzlemde soruşturabiliriz: (1) Bilimsel yayıncılıkta intihâl ve diğer etik-dışı pratikler; (2) Genel Cerrahi’den KBB’ye alt disiplinler arası hiyerarşiyi ve bir uzmanlık alanı içinde akademik rütbeler ve işbölümü üzerinden kurulan hiyerarşiyi kapsayan; hem öğretim işlevi, hem hasta bakım işlevi açısından “işin örgütlenmesi”; (3) üniversite sistemi içinde parasal hacmi çok yüksek olan bu alanın iktisâdi ilişkileri.
Türkiye’de üretilen yayınlar üzerinden tıpta intihâlin ve diğer üçkâğıtların niceliksel boyutunu bilmiyoruz. Uluslararası planda, biyomedikal yayınlarda aşırmanın azımsanmayacak kadar yaygın olduğunu söyleyebiliyoruz. Scientific American dergisinde 30 Ocak 2008’de yayımlanan bir inceleme, durum hakkında genel bir fikir verebilir: Medline veritabanındaki 17 milyon makale üzerinde yapılan bir dijital tarama çalışmasında 200.000’e yakın (% 1) makalenin önceki başka makalelerden bir biçimde aşırılmış olduğu ortaya çıkarılmıştı.
ANKEM Dergisi editörü, İstanbul Üniversitesi Mikrobiyoloji ve Klinik Mikrobiyoloji Anabilim Dalı Emekli Öğretim Üyesi Kurtuluş Töreci, “Tıpta Yayın Etiği” (2010) başlıklı titiz bir incelemesinde, intihâl istatistikleri veremese de, çeşitli biçimleriyle düzenbâzlığın Türkiye tıp yayıncılığında yaygın olduğuna işaret ediyor. Töreci’nin sadece kendi ANKEM editörlüğü boyunca karşılaştığı olaylar bile, çürümenin boyutu hakkında bir fikir veriyor. Yeni Ekonomi’nin tıp fakültelerine dayattığı “hızlı ve çok yayın üretimi”, akademisyenlerin çeşitli etik-dışı stratejiler geliştirmelerini sağlamış. Töreci bunları madde madde incelemiş, bazılarını aktaralım.
Tekrarlama: Bir yayını, aynı veya sayısı değişen yazarlarla, biraz değiştirip birden fazla dergide yayımlamak.
Salamlama: Bir araştırmadan, olağan durum olan tek bir yayın çıkarmak yerine, bulguları yayın sayısını artırmak için ayrı ayrı yayımlamak. Bizde tıp kongrelerinde de sık görülen bir davranış: Tek bir posterde sunulabilecek bulguları ayrı işlermiş gibi bölüp, lafızları üzerinde çok az oynayarak dilimlemek.
Uydurma yayın ve verilerle oynama: Görüştüğüm tıp mezunu arkadaşlarımın da çok sık yapıldığını belirttikleri bir üçkâğıt. Verilere “masaj” yaparak veya deney sonuçlarını tamamen uydurarak, konu hakkında yapılmış önceki yayınlardan söylem kalıpları ödünç alıp üretilen dizi dizi yayınlarla doçentlik, profesörlük almanın yaygın bir uygulama olduğunu anlatıyorlar. Kibarca “masabaşı çalışmayla yayın” deniyor bunlara.
İntihâl / Hırsızlık: Bizde doğrudan yağmalayarak veya daha “ince” aşırmalarla yayın artırmanın özellikle Cerrahi kliniklerinde kurumsallaştığı anlatılıyor. Cerrahi, içinde neredeyse askeri bir hiyerarşinin geçerli olduğu, yayınların bu hiyerarşi içinde “sen beni gör, ben seni” ilişkileriyle çalmaya göz yumularak artırıldığı bir disiplin. Bu bölümlerin hem fakülte, hem de üniversite içinde nüfuz fazlalıkları nedeniyle Etik Kurul soruşturmalarına da bağışıklı olduğu söyleniyor. Töreci’nin işâret ettiği bir başka uygulama, bir dildeki makaleyi bir başka dile çevirip, yağmalayıp, birinciden haliyle habersiz, kopuk olan ikinci dilin yayın çevrelerinde yayımlamak. Türkiye’deki tıp bilimcilerinin İngilizce yayın yaparken sık kullandıkları bir başka taktik de, kibarca “iyi İngilizce ödünç almak” denilen, başka makalelerden söylem ve argümantasyon kalıplarını aşırmak.
Çok yazarlı yayınlar: Kolektif bir araştırmanın ürünü olan yayınlara çok sayıda araştırmacının imza atma gerekliliği de, çeşitli üçkâğıtlarla kötüye kullanılıyor. Kliniğin bir tür ağababası olan profesörün, toprak vergisi toplayan lord misâli, hiçbir iş yapmamış da olsa, yayına isminin konularak “şereflendirilmesi” de yayın artırıcı bir başka araç haline gelmiş. Kimlerin imzacı olmayı hakettiğine dair uluslararası yayın protokolleri bulunsa da, Türkiye’de daha ziyâde feodalizmin geçerli olduğu anlatılıyor.
Tıpta dolandırıcılığın boyutlarını izleyebilmenin araçlarından bir tanesi, dergi editörleri tarafından etik-dışılık gerekçeleriyle geri çekilmeye zorlanan yayınların takibi olabilir. Bugün bunu yapan retractionwatch.wordpress.com, vedigerleri.blogspot.com gibi geri çekme takibi yapan bloglar var. Özellikle ikincisi, İngilizce dergilere gönderilip intihâl tespitiyle geri çektirilen Türkiyeli tıp akademisyenleri örnekleriyle dolu. Asistan ve uzman arkadaşlarım, ardarda intihâl olaylarının ortaya çıkmasından sonra bazı prestijli İngilizce tıp dergilerinin kategorik olarak Türkiye’den gelen makalelere ambargo koyduğunu söylüyorlar.
İkinci düzlem, yani uzmanlık alanları içindeki hiyerarşiler, tıp fakültelerinde alanlar arası ilişkiler ve tıp fakültelerinin üniversite yönetimi ile ilişkileri üzerinden işin, çalışma yaşamanının “esnek” ve özellikle asistanlar için “güvencesiz” örgütlenmesi ile ilgili. Hızlı bir çalışmayla, bugün faaliyette olan 154 üniversitenin rektörlerinin hangi disiplinlerden geldiğine baktım. Tıp fakülteleri olan üniversitelerin çoğunda (en azından, en köklülerinde diyebiliriz) rektörler de tıp kökenli. Bugün, doğru saydıysam, 31 üniversitenin (% 20) rektörü tıp doktoru. Bunların 11 tanesinin uzmanlık alanı Cerrahi. Tıp fakültelerinin, özellikle Cerrahi kliniklerinin, bulundukları üniversite içinde döner sermaye yönetiminden idari kararlara dek, baskın olduklarını düşünebiliriz. Çürümenin önemli bir kısmı, üstlenilen idari görevlerden edinilen (her zaman ekonomik olmayan, Mehmet Haberal örneğini düşünün) kârlarda yatıyor olsa gerek.
Tıp fakülteleri içinde de, “ucuz emek” olarak görülen ve aslında öğrenci olmalarına rağmen, iş deneyimlerinin ihtisas kısmı pek önemsenmeyen asistanların maruz kaldıkları sömürünün altını çizmek gerekiyor. “Etinden sütünden” mümkün mertebe faydalanılan asistanların çalışma koşullarının, hem onları kullanan hocalarında, hem de onlarda yarattığı karakter aşınmasını burada ayrıntılandıracak kadar yerim yok. Örneğin, yukarıda bahsettiğim çok yazarlı makalelerin kaleme alınması, deneyinin yapılması, verilerinin derlenmesi gibi her türlü “angarya” işin çoğunlukla asistanlara yaptırıldığı; bir şeyin ucundan tutmayan doçentlerin oturdukları yerden böyle yayın sahibi oldukları sık duyduğum bir şeydi.
Departmanlardaki hiyerarşik iş örgütlenmesi içinde, astların üstleriyle iyi geçinmek zorunda olması, “uyumlu” oldukları sürece intihâl de dahil belirli etik-dışı uygulamalara göz yumulması da (uzmanlık bitirme tezlerinin masabaşı imâlatıyla hazırlanıp geçmesi, doçentlik yayın dosyalarının incelenmeden kabul edilmesi gibi) çürümenin hâlleri olarak kayda geçirilebilir.
Eski bir dostumun eklediği bir nokta ile bitireyim: Asistanlıktan itibaren, diyordu, tıpta bilim insanları neyin gerçekten intihâl, neyin meşru yayın olduğunu ayırt etme lüksüne sahip değildirler. Karakter çürümesi, rızk kapısında bilim üretmenin olağan işleyiş biçimi haline gelmiş, doğallaşmış görünüyor.

Bilimde Etik ( MMF Aylık Bülteni )

Burak İzgi

Bilimde etik kavramı, akla ilk olarak bilimde hırsızlık veya bilinen diğer adıyla intihal olayını getirmekte. Bilimde hırsızlık, tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de suç kapsamında yer almakla birlikte ortaya çıkarılması, sonrası ve sonuçlandırılmasındaki süreç maalesef ülkemizde biraz daha farklı işlemekte. Bilimde hırsızlık oldukça önemli bir konu fakat bu yazıda en az bilimde hırsızlık kadar önemli olan bir başka bilimsel etik sorununa değinmek istiyorum; sözde bilimsel dergilerde basılan sözde makaleler ve sözde konferanslarda sunulan sözde bildiriler.

Konuya ilk olarak, kendisi de bir bilim insanı olan A. Murat EREN, NTV Bilim Dergisi’nde yayınlanan bir yazısıyla dikkat çekti. Daha sonra çeşitli ulusal gazetelerde konuyla ilgili haberler de yer aldı.

Aslında en baştan başlayıp “Bilimsel yayın neden yapılır?” sorusunu cevaplamak gerekiyor öncelikle. Tabii ki farklı perspektiflerden pek çok cevaba ulaşmak mümkündür fakat “akademik yükselme” gibi cümleler içeren cevapların en sonlarda yer alması gerekirken artık ilk cevap olarak karşımıza çıkması bile tek başına, ülkemizde bilim konusunda bir takım problemlerin olduğunu ortaya koymaya yetmektedir.

Bir yayının bilimsel olarak nitelendirilebilmesi için yayının geçerliliği, önemi, özgünlüğü, gibi bir takım kriterlere göre değerlendirilmesi gerekmekte. Bu değerlendirmeler, çalışmanın yayınlandığı bilimsel dergilerde belli bir yere kadar yapılabiliyor. En azından yayının bilimsel olarak geçerli olup olmadığı bir anlamda kuralına uygun şekilde üretilip üretilmediği gibi görece değerlendirilmesi daha basit ve belli kurallara göre yapılabilen özellikleri değerlendirilip dergide yayınlanabiliyor. Bu noktada bir yayının kalitesi ile yayınlandığı derginin kalitesi arasında bir ilişkiden bahsetmek mümkün olabilir. Alanında saygınlık kazanmış, köklü dergilerde yayınlanan çalışmalar daha kıymetli olarak değerlendirilebilirken yazarın kıymeti hakkında da belli bir intiba uyandırabilir. Fakat bilimsel dergi sayısının çokluğu, alanında kendini ispatlamış saygın dergiler dışında kalan dergilerin yayın yapabilmesi için sağlaması ereken kriterlerin nasıl belirlendiği ve ne derece denetlenebildiği, bu dergilerde hakemlik yapan akademisyenlerin alanlarında ne kadar yetkin olduğu gibi parametreler de düşünüldüğünde, bir çalışmanın bilimsel bir dergide yer bulması tek başına, o çalışmanın bilime katkısı hakkında yeterince fikir veremiyor. Durum böyle olunca da bir bilim insanının değerini” yaptığı bilimsel yayın “sayısıyla” ölçmek sağlıklı bir yöntem olmaktan çıkıyor. Buna ağmen Türkiye ve Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde hala “makale sayısı” bir akademisyenin kıymetinin bir ölçüsü olarak kullanılabiliyor ve atanma, kariyerinde yükselme kriterlerinde en öncelikli kıstas haline gelebiliyor.Yapılan bilimsel çalışmaların içeriğinin, bilime katkısının, özgünlüğünün vs. arka planlarda kaldığı, makale sayısının bu denli ön plana çıkarıldığı bir akademik dünyada, yayın sayısını artırmak maalesef bilimin önüne geçebiliyor. Makale sayısı bu kadar önemli bir konu haline gelince, bilimde yapılan etik dışı davranışlara bir yenisi daha ekleniyor: Sözde bilimsel dergilerde yayınlanmış sözde makaleler.

Eren’nin yazısından alıntılarla devam etmek istiyorum:

“Çoğunlukla bilimsel dergilerde yayın yapmak için ciddi bir araştırma yürütüyor olmak gerekli. Bilimde geri kalmış ülkelerde bir akademisyen değerlendirilirken, yaptığı ‘yayın sayısı’, yaptığı yayınların içeriğinden daha önemli olduğundan, akademisyenler için kısa sürede fazla yayın yapmak bir gereklilik halini alıyor.

Böyle bir ihtiyaç, bundan kâr elde etmek isteyen organizasyonların ortaya çıkmasına sebep oluyor. Akademisyenler para veriyor, bu organizasyonlar akademisyenlerin vasıfsız yayınlarına sahte uluslararası konferanslarda, sahte dergilerde yer veriyor. Akademisyenler de enstitülerine bu yayınlan gösterip avantaj sağlıyor.

En basit haliyle bu metot, kimi akademisyenlerin çeşitli şebekeler yardımıyla vasıfsız makalelerini ‘yayımlanmış’ gibi göstererek akademik puan toplamalarına olanak veriyor. Diğer bir deyişle bilim yerinde sayarken, insanlar bu yolla mesleklerinde yükseliyor.

Sözde bilimsel dergiler (ve konferanslar) kendilerine ulaştırılan her bilimsel yayını kabul edip belli bir ücret karşılığında yayımlıyor. Bu organizasyonların web sayfalarında her şey son derece kitabına uygun görünse de, gönderilen çalışmalar hiçbir akademik tetkike tabi tutulmuyor.”

Türkiye’de neden bilim üretilmiyor? Sorusuna verilebilecek güzel cevaplardan biri de Eren’in cevabı olabilir:

“’Türkiye’de neden bilim üretilmiyor?’ diye sorulduğunda akla ilk gelenler arasında hırsızlık vakaları, az ödenek ve ödeneklerin bölümler arasında adaletsiz tanzimi gibi sorunlar var. Fakat bu tip organizasyonlardan beslenerek pozisyon işgal edenler yüzünden dışarıda kalan, özel sektöre yönelmek ya da kolay yoldan bol yayın sahibi olmak arasında tercih yapmak zorunda bırakılan kimselerin ‘yapamadıkları bilim’ pek akla gelmiyor. Bu tip organizasyonlardan beslenen akademisyenlerin aynı zamanda bilimin yeni neslini yetiştiren, yüksek lisans ve doktora öğrencilerine sahip olan kişiler oldukları, bir noktada doktorayı bırakmak ya da bilim ahlakı anlayışlarını değiştirmek arasında tercih yapmak zorunda bırakılan öğrencilerin ‘olamadıkları bilim insanları’ pek akla gelmiyor.”

A. Murat Eren’in yazısına
http://tinyurl.com/gri-mecralar adresinden ulaşabilirsiniz.
izgiburak@gmail.com

8 Ocak 2011

Emrah Göker - “Rızk Kapısı Olarak Bilim” Çağında Karakter Çürümesi (BirGün)

Bugünkü Birgün Kitap’ta kaçırmayın: Fizik ve matematik gibi disiplinler özelinde ve Türkiye akademisinde kurumsallaşmış arızalara vurgu yaparak, sevgili Baybars Külebi ve arkadaşları bilimde intihal ve ahlâksızlık hakkında vurucu bir dosya hazırladılar. İşaret ettikleri çürümenin Türkiye’de benzer formlarıyla sosyal bilimlerde, ama çok daha köklü biçimde tıpta da geçerli olduğunu düşünüyorum.
Avrupa’da ve Türkiye’de üniversitelerin durumu, akademisyenlerin ve öğrencilerin varoluş koşulları ve talepleri bugünlerde güçlü bir şekilde politik gündeme girdi. Politik strateji tartışmaları kadar, umuyorum ki tartışılan meseleler üzerine bilimsel çalışmalar da yapılır. Çürümenin, ataletin, yozlaşmanın derinliği ile çökmüş karanlık umut kırıcı olabilir. Ama yine de, akademisyenlerin önünde, çoğu zaman suda balık misâli çalıştıkları için yanlış-tanıdıkları kendi dünyaları ile ciddi bir yüzleşme fırsatı da var. Pierre Bourdieu 1984’te Homo Academicus’u yayımladığında söze şöyle başlamıştı: Akademisyenler kendileri hakkında, demişti, dünyayı çalışmak için kullandıkları araçları kullanarak bilgi üretilmesinden hiç hoşlanmazlar. Bugün bize böyle hoşa gitmeyecek, rahatsız edecek çalışmalar lazım.>>>

Akademi ve İntihal - AHLAKSIZLIĞIN TÜRKİYE ÇEHRESİ (BirGün - kiTaP)

Baybars Külebi, Alper Hançerlioğlu, A. Murat Eren, Togan Kafesoğlu
BirGün - kiTaP, Yıl:4, Sayı:92, Sayfa:19-27, 8 Ocak 2011
İnternet devriminin yarattığı imkanlar, bilgiye ulaşım ve fikri mülkiyet haklarını çağımızın önemli çatışma alanlarından biri haline getirmiş durumunda. Ülkeler yerelinde ifade ve bilgiye erişim özgürlü­ğünü tehdit eden internet yasakları ve benzeri kısıtlayıcı mevzuatlar çevresinde gelişen bu tartışma, daha büyük boyutta da WikiLeaks'in yarattığı uluslararası ku­tuplaşmada kendini göstermekte.
Üniversitelerdeki bilgi üretim döngü­sünün tıkanıklık gösterdiği noktaları in­celeme altına aldğımız bu araştırma dos­yasında, bulgularımızı büyük dönüşümde halkın çıkarlarının gözcülüğünü yapma sorumluluğunu üzerine almış olan öğ­renciler, akademisyenler, aydınlar, sivil toplum kuruluşları, yasama organında fa­aliyet gösteren seçilmişler ve yürütme ka­demesinde faaliyet gösteren sorumlular ile paylaşmak istedik. Dosya, Türkiye'nin yükseköğretim politikasının yarattığı at­mosferde yetişen araştırmacı profilinin ne gibi çarpıklıklara yol açtığını farklı açılardan ve derinlikli olarak inceliyor. Bi­limde ahlaksızlık olarak tanımlanabile­cek bu çarpıklıklardan hususi olarak inti­hal (aşırmacılık, fikri hırsızlık) ve vasıfsız yayınlara eğiliyoruz.
İlk bölümde intihalin kurumsal ve ya­sal tanımları Türkiye özelinde nelerdir, bunlardan bahsedeceğim. Yasalar ve yö­netmelikler çerçevesinde tanımların yanı sıra, Devlet Denetieme Kurulu'nün intihal raporunun bilimde ahlaksızlığın denetlenmesinin önündeki en önemli engelin YÖK olduğundan bahsetmesi, intihal sorununun yapısal ve kurumsal boyutlarını ortaya koymakta.
İkinci bölümde birinci yazıda kurulan arkaplanın üzerine, intihale dair bir du­rum çalışması ile devam ediyoruz. Alper Hançerlioğlu bu bölümde, uluslararası bilim camiasında yankı bulmuş, 2007 yı­lında Türkiyeli fizikçilerin adının karıştığı intihal skandalinin geçmişini özetliyor, üniversitelerimizin ve bilim kurumlarımı­zın bu olaya karşı verdiği kararlardan ve vesile olduğu olumlu gelişmelerden bah­sediyor. İntihalin nedenlerinin aslında atama kriterleri ve yarışmacı bir bilim or­tamında diğer insanların önüne geçmek olduğuna atıfta bulunan bu yazının he­men ardından bu konuyu daha derinle­mesine inceleyen A. Murat Eren'in yazısı geliyor. Akademik atama ve bilimsel de­ğerlendirme kriterlerinin yayın sayısına endekslenmesinin zararları ve bu sistemin kısa ve uzun vadedeki sakıncaları tartışan Eren, konuya çok önemli ve orijinal bir durum çalışması olan WASET organi­zasyonu üzerinden eğiliyor. Daha önce kendi bloğunda ve NTV Bilim'de yayın­lanmış bu yazının kapsamlı bir halini biz­lere sunarak bilimde ahlaksızlığın ana akım medyada irdelenmesi konusunda bize yeni bir mevzi açıyor.
Dördüncü ve son bölüm ise, mevcut yasal çerçeve ve önceki yazılarda sayılan bilimde ahlaksızlık örneklerinden yola çı­karak bu durumlarla nasıl başa çıkıldığı­na odaklanıyor, ve ileriki mücadelelerde neler yapılabileceğini tartışıyor. Haliha­zırda başarıya ulaşmış olan mücadele şekilleri bize bilimde ahlaksızlığın çözümü­nün üniversitede sendikal örgütlenme ve bilgiye ulaşım olanakları ile doğrudan il­gili olduğunu gösteriyor. Genel bir çerçe­veden bakıldığında, intihal ve bilimdeki ahlaksızlık, şu an bir çok alanda sürege­len bilgiye erişim çatışması ile organik olarak bağlantılı.
Bolonya süreci bahanesiyle üniversite­lerinin bütçelerinin kısıldığı, üniversitede üretilen bilginin kamunun denetiminden çıkarılarak, "refah için bilim" aldatmacasıyla piyasanın güdümüne sokulmaya çalışıldığı, ancak aynı zamanda bilginin dolaşımının intemetin katılımcı yapısı sayesinde demokratikleştiği ve yeni dire­niş mevzilerinin oluştuğu şu dönemde, üniversite işleyişinin tekrar gündeme gelmesi şaşırtıcı değil. Bizler, özgün bi­limsel bilgi üretiminin farklı kulvarların­da faaliyet gösteren genç akademisyenler olarak ana akım medyanın yalnızca magazin kısmına ilgi gösterdiği bu güncel çelişkiyi, bu araştırma dosyasıyla günde­me taşımayı ve tarihe bir not olarak düş­meyi borç bildik.
Bu dosya içerisinde yer alan araştır­maların sonuçları intihalin aslında fik­ri mülkiyetin doğal bir arızası olduğu­nu gösteriyor. Bilgiyi çalınabilir, fasonlaştırılabilir yapan da, bilimsel araştır­mayı akademik rant sağlamak için araçlaştırıp bir meta haline getiren de yükseköğretim sisteminin ta kendisi­dir. Üniversitede üretilen bilginin, te­mellük edilen saklı bir mal olarak değil de umumi bir fikir olarak erişime açıl­ması, denetleme olanaklarını kendili­ğinden geliştirecektir.

!

Türkiye yırtıcı, şaibeli, sahte ve fake dergilerde en çok yayın yapan 3. ülke

Predatory journals: Who publishes in them and why? - Selçuk Beşir Demir Dünyanın en prestijli dergilerinden biri olan Elsevier tarafınd...

Predatory journals: Who publishes in them and why?

.....................................................................


...
...
...

* Rastgele Yazılar




.