NEDEN ?

https://plagiarism-turkish.blogspot.com


Yükseköğretimde Gözetim ve Denetim - Yasal Çerçeve ve Uygulamalar -
Devlet Denetleme Kurulu Raporu (2009) lütfen tıklayın
2547 sayılı Kanun’da öğretim elemanlarının disiplin suçlarına ilişkin yapılması düşünülen değişiklikler hakkında Bilim Akademisi’nin raporu (2016) lütfen tıklayın

24 Mart 2017

Dr. Umut Özkaleli - Kıbrıs'ta intihal mücadelesi...Devam! (KıbrısTime)

Bu beş uzun yılın mücadele öyküsüdür. Memlekette diplomasız kişilerin sahte diploma ile yardımcı doçent yapıldıklarını büyük bir şaşkınlıkla öğrendiğimiz (Ömür Yılmaz ile birlikte) ve ispatladığımız bir süreçten sonra, intihalcilerin diploma sahtecilerinden de çok olduğunu keşfetmemizle başlayan bir süreç. İntihal, akademik hırsızlık demektir. Akademisyenin fikir üretmeden kendine akademisyen demesi mümkün olmadığı için, fikir üretmeyen bir sürü insanın, hali hazırda başkaları tarafından üretilmiş olan fikrileri, sanki ilk kez kendileri ortaya atmış kılığına girip, fikrileri “ödünç”(!) aldıkları insanların o fikirlerin sahibi olduklarını söylememesidir. Bir de yazdıkları metinlerin özgün bir fikri içermeden başkalarının fikirlerini (atıf yapsalar da) kendi fikirleri olmaksızın kesip yapıştırıp yayınlamaya kalkmalarıdır.
Adayarısında akademide çalıştığım 3 yıl boyunca gördüklerim anlatmakla bitmez. Her ne kadar da intihalci ve sahtecileri deşifre edip YÖDAK’ın gereken adımları atmadığını ve atması gerektiğini ortaya koymamızdan sonra üzerimize çullanan ve çullandırılan gazeteciler ve fısıltı gazetesi mensubu (sözde) akademisyenler bu iddiaları “istihdam” arayışı ile yaptığımızı söyleseler de, sevgili okur sakın aldanma. O dönemde ben hali hazırda bir üniversitede çalışıyordum, bir bölümün de başındaydım. Kendi adıma o dönemde var olan işim de düşünülecek olursa benim motivasyonum, memlekette akademisyen olarak yer etmek, zihinlere girmek, istihdam bulmak değildi. Zaten sussaydım hala orada pozisyonumu tutuyor olurdum. Onun yerine, sahte diploma ile ilgili üniversitemin sahiplerini bilgilendirmeyi, bu yanlışların düzletilmesinin üniversitenin de geleceği için hayırlı ve avantajlı olacağı konusunda perspektif verebilmeyi umdum. Nafile... Hiç ilgi görmediği gibi, konu oraya gelemedi bile. Sahtecileri hangi komitelerin yardımcı doçentliğe yükselttiklerine dair sorular hep cevapsız kaldı. Öyle bir yönetim anlayışı ile çalışılamayacağıma karar verdiğim için istifa ettim, üniversitenin sahiplerini bu anlayışla yönetenlerden kurtarması gerektiği ile ilgili uyarımı bireysel olarak yapamasam da yazılarımla buna çabaladım.
Süreç içindeki mücadelemde, herkes “istihdam peşinde” olduğumu iddia edip durdu ama kimse zaten var olan çok ballı işimden kendim istifa mektubu yazarak ayrıldığımı, ülkem üniversitelerinin bilim yuvalarına dönmesi için mücadele vermeyi seçtiğimi hatırlamak istemedi. Ya da kim bilir, inanmak istemedi. Kişiler herkesi kendileri gibi bilirmiş derler. Mesleklerinde bir yerlere çala çırpa ya da kolay derece değirmenlerinden aldıkları diplomalarla gelenler veya siyasi ve maddi nüfuzla oraları parselleyenler bu konuları “akademinin en önemli sorunu” görmemişlerdir eminim. Gerçekten de bana bunu diyenler çok oldu. Akademinin var olma sebebi bilim üretmek ve bilimsel üretimi öğrencilere aktarmaktır. Bilim üretmeyen, bilim aktaramaz. “Üniversiteler adası” sloganlı adayarısının bilim üretmek konusunda dünya sıralamasında nerede olduğuna bakın; eğer kayda değer bilim üretiliyorsa gerçekten de “intihal ve sahtecilik en önemli sorunu” değildir. Ama yoksa, varlık sebebi olan bilimsel üretkenlikten uzak bir yerin intihal ve sahtecilikte nasıl ana sorunu yaşamadığını siz bana anlatın. Çünkü bilim insanı demek metot kullanmak demektir. Metot da ancak doktora düzeyinde, gerçekten doktora vermeye yetkin araştırma üniversitelerinde öğrenilir. Metot bilmeyen, kullanmayan doktoralılarla, hiç doktora almamışların ve başkalarının fikirlerini alanların bilim üretmesi nasıl mümkün olabilir?

Adayarısının entelektüelleri, akademisyenleri ve sendika abileri o dönemde üniversitenin en önemli sorununun bu olmadığına karar verdi. Bir sendikacı televizyon ekranından “biz yarın maaş alıp almayacağımızı bilmiyoruz, sorunumuz bu” demeyi tercih etti. Evet, evet doğru bildiniz, üniversitede “hoca” ama metot ve bilim bilecek hali yok çünkü doktorasız. Ama ekspert(!). İntihal önemli mi değil mi kararı o veriyor memlekette. YÖDAK ve o zamanki başkanı, (Gökçekuş’tan evvel o koltukta otumuş bit zâthani şimdilerde üniversitelerin geleceği ile ilgili veryansın edip duruyor), bana bir üniversitenin Sosyal Bilimler Dergisinde dört beş ayrı o üniversitede çalışan “akademisyenin” intihalinin olmasının, bir başka üniversitede lisans mezununun yardımcı doçent yapılmasının, bir başka üniversitede denkliği olmayan bir okuldan doktora diploması gösteren birisinin yardımcı doçent olmasının “istatiksel” olarak alarm vermediğini iddia etti. Muhterem herhalde “istatistik” falan deyince korkarız, geri çekiliriz falan zannetti. Biz ise Ömür Yılmaz ile adamcağızın inkarcılığına güldük geçtik, insanların adayarısında koltuklara, makamlara oturabilmesinin, işlere konabilmesinin bedelinin sessizlik olduğunu üzüntüyle gözlemledik.


Aynı YÖDAK, o dönemde hiçbir intihal komitesi kurup araştırmadan meseleyi geçiştirmeyi tercih etti. Ömür Yılmaz ve ben YÖDAK’ın kapısından o dönem umutla girdik ama büyük bir hayal kırıklığı ile SONUÇSUZ çıktık. Kapı yüzümüze kapandı. Ondan sonra gelenlerin zaten bir şey yapmasını beklemek safdillik olurdu. Zaten intihalcilik ve intihalci/sahtecileri bile bile doçent yapmak için imza atanlar da YÖDAK üyeliğine dek çıkabildi. İntihalle ilgili başvurularımız, bir önceki dönemde yapılmış oldukları için dikkate alınmadı. Bu dönemde adayarısında kurumların adları sürekli de olsa, içeriklerinin dönemlik olduğunu öğrendik. Kişiler değişti mi kurum içindeki başvurular, dilekçeler, işler devretmiyor. Her şey sil baştan. YÖDAK ve üniversiteler hangi gerekçeyle araştırmadılar bu intihal vakalarını biliyor musunuz? İntihallerini, kendi isimleri ile yayınlanan yayınların isimlerini, çaldıkları yayınların adını, çaldıkları sayfaları vererek intihalini açıkladığımız insanlar bize “zem ve kadih” davası açtılar, yani kendilerine haksız yere hakaret ettiğimizi iddia ettiler. Bizim bu intihalleri açıklamamızın sebebi üniversitelerin adım atmamasıydı, YÖDAK’ın konuyla ilgili sessiz kalmasıydı.


Ben akademisyen kimliğine sahip bir insan olarak, üzerime düşen görevi yapıyor ve buna sessiz kalmayarak kamusal alanda kurumları konuyu incelemek, araştırmak ve gerekirse yeni maddeler oluşturarak kanun boşluklarını doldurmak için mücadele veriyordum. Sivil demokratik mücadele böyle verilir. Mantıken bu davalar sürerken YÖDAK ve üniversitelerin iddialarımızı araştırması gerekirdi. Çünkü iddiamız, bunun bir kamusal sorun olduğuydu. Öğrenci yetiştirmeye ehil olmayan insanların sınıfa sokulmaması, intihalcilerin sınıflarda “etik” dersine girmesinin önlenmesiydi. Çünkü intihalci birinden etik dersi alan yarınlarımız nasıl bir profesyonel etik bilinçle insan emanet edilen mesleklere koşulabilirdi? Ama sevgili okur, bu araştırmalar yapılmadı. Tam tersine bize verilen cevap “bu konu artık hukuki bir dava sürecidir, davalar sonuçlanıncaya dek intihal ve sahtecilik araştırması yapılmayacaktır” oldu. Zem ve kadih kamusal davalar değildir, kişilerin kişilere açtıkları davalardır, kamusal meselelerin bu davaları beklemesinin hiç bir alakası yoktur. O davalar 2012 yılında açıldı. Hala bir tanesi bile sonuçlanmadı. İkisi sağlık sebeplerini gerekçe göstererek açtıkları davaları geri çektiler. Muhtemelen artık üniversitelerde pozisyon tutma ve maaş çekme durumları kalmadığı için davalara devam etme gerekleri de bittiğinden geri çektiler. Ben bu davaların açıldığı ve bu insanlar hiç bir soruşturmaya tabi olmadıkları o gün, intihal mücadelesinin buzdolabına kaldırıldığını üzülerek biliyordum. İnsanların hiçbir caydırıcı yaptırımla karşılaşmadan sınıflara girmeye beş yıl daha devam edebilmelerinin sonucu, adayarısının muteber vatandaşlarının bilimsel alt yapısı olmayanlara kendilerini ya da çocuklarını teslim etmeye devam etmesi oldu. Şahsi olarak ben bilim insanı olarak çalışmaya devam ettim. Bilimsel yayından susuzluk yaşayan adayarısının dışında, başka kurumlarda ve ülkelerde evrensel bilime katkı yapan yayınlar yapmaya da devam ettim. Başka ülke sınırları içinde üniversiteli gençlerin yetişmesine katkı koymaya da devam ettim.


Adayarısı ise bilimsel temelini kurmak konusunda şu an itibarı ile o mücadele başladığından beri 5 yıl kaybetti. Peki kamuyu ilgilendiren bu davalar neden 5 uzun yıldır sonuçlanmadı? Hikayenin o kısmı uzun detaylara sahip. Her ne kadar da bu süreçte davayı açanlar davalardan kaçanlar olsalar da kaçmak da her zaman bir yere kadar. Süreç içinde çok ihanetle, çok arkadan bıçaklamayla, çok yılgınlıkla ve o yılgınlıklardan doğan satışlarla bu süreçlerin engellenmesi, bu davaların ispatlı gerekçelerinin saklanması, dosyalara konulmaması, yanlış bilgilerin yanlış isimlerin dosyalarına yerleştirilerek dosyalanması, herhangi bir değişiklik ve tadilat yapılmasının önünün kapatılması gibi ancak adayarısında akla sığabilecek uzatmalarla beş uzun yıl geçti. Adayarısı bu mücadeleyi yapma cesareti ve ilkesini gösterecek yeni insanlar türetmeli. Artık bir başka insan grubu, belki bir başka nesil (?) adayarısında bu bayrağı devralmalı ve bu mücadeleyi sürdürmeli. Davaların neden bunca uzun gittiğine dair konuşmak ya da adayarısındaki intihallerle ilgili konuşmak doğrusunu isterseniz artık benim gündemimde değildi.


Adayarısı, beş uzun yıl buzdolabına kapatarak kaybedeceğini kaybetmişti bu meseleyle ilgili. Bense bilime olan borcumu artık o mecrada ödemek yerine bilimsel üretkenliğe, bilimsel yayına yönelmeyi seçtim. Ama gelin görün ki davaların artık uzatılmasının ihtimalinin giderek daraldığı şu günlerde, süreç yeniden mevzuyu gündemime almaya mecbur ediyor. İnadım inat, sistemin dişlilerinin içinde dönenler “haksızsın” diye bağırdıkça, ülkem akademisinin temiz ve ilkeli akademi mücadelesini yaptım diye bana yeniden bedel ödetmeye yeltendikçe, geçen beş yıllık dava sürecinde gördüklerimi de intihalleri açıkladığım netlikte adayarısı ile paylaşacağım.


Dava süreçlerinde gördüklerimi tartışmaya açmakla da durmayacağım. YÖDAK’ı, YÖDAK’ta hala koltuk tutan, maaş çekenlerin içinde intihalci ve sahtecileri doçent yapanları, üniversitelerin içindeki başka diğer intihalcileri, devlet üniversitelerinin ve YÖDAK’ın intihal duruşunu, yarım saatte verilen doçentlikleri, siyasetin akademi ile ilişkisini de yeniden adayarısı ve onun ötesinde gündeme sokacağım. Haklı olduğum, elimde uzman kişi tarafından yazılmış intihal raporu varken, çalınan kaynakları gösterebiliyorken ülkem için verdiğim bu sivil mücadelede susturmak için alavere dalavere ile “haksızsın” denildiği her adımda, çoktan ardımda bıraktığım bu meseleye tekrardan ve yeniden hep geri döneceğim. Meseleyi zorla gündemimde tutanlara selam olsun!

Tayfun Atay - Tezler olmuş plastik, üniversite hikâye! (Cumhuriyet)

Dün, elimin altındaki gazete demeti içerisinden “üniversite”ye dair iki yazı dikkatimi çekti. Bunların biri, doğrudan haber metni idi. Diğeri ise esasen edebi- felsefi bir “değer” taşımakla birlikte, buna ek olarak haber mahiyeti de olan bir yazı... 
***
İkinciden başlayalım! Bizim Cumhuriyet’in Kitap ekinde felsefeci Yusuf Örnek, Alman varoluşçuluğunun abide ismi Karl Jaspers üzerine yazısında bu büyük düşünürün “Bütün Eserleri”nin Heidelberg ve Göttingen Bilimler Akademileri’nin ortak projesi olarak toplam elli cilt halinde yayımlanmaya başlandığını “müjdeliyor”. Ve bu elli cildin ilki olarak çıkmış “Üniversite İdesi Hakkında Yazılar”ın bir tanıtım ve değerlendirmesini sunuyor.  
Jaspers’in üniversite üzerine düşünceleri, kendisinin etkilendiği (Kant’tan Fichte’ye ve von Humbolt’a) düşünürlerden de hareketle satır başlarıyla şöyle: 
Üniversite, hükümetin emirlerinden bağımsızdır; bilim, kendi içinde kendi amacını taşır; üniversite öğretimi, bilgi kazandırmaktan çok eleştiri sanatına ve bilginin kullanımına ağırlık verir; üniversitenin vazifesi, gençlerde hakikati arama arzusu uyandırmasındadır; bu anlamda üniversite, insanın kültürel varlığının gerçekleşmesine olanak sağlayan kurumdur. *** 
Jaspers üniversiteyi devletten bağımsız ve onun her türlü siyasal etkisinden uzak bir kurum olarak nitelemekle kalmaz sadece. Daha ileri giderek, üniversitenin toplumsal hayatın ve siyaset kurumunun eleştirildiği yer olması gerektiğini söyler. 
Ve de üniversitenin, özgür araştırma ortamı ve özerk yapısı sayesinde “milletler-üstü” ve “devletler-üstü” bir ruhtan payını aldığını ileri sürer. 
Ancak diğer taraftan, daha 1930’larda, adeta gelmekte olan tehlikeyi sezmişçesine, sadece pratik (isterseniz bugünden “ticari”yi ekleyin!) amaç ve hedeflere yönelik, “faydacılık” ilkesi etrafında bir yükseköğrenim kurumuna doğru gidişattan da şikâyetçidir. Böyle bir üniversitenin olsa olsa üst düzey bir lise olabileceğini kaydetmiştir. 
***  
Bu noktada hemen daha fazla uzatmadan diğer gazete metnine geçelim! HaberTürk’ten Yusuf Doğan’ın haberine...   
 “Naylon tez pazarı” manşetiyle karşımıza gelen yazıdan satır başları da şöyle: 
Türkiye’de “akademik danışmanlık” ya da “tez danışmanlığı” adı altında oluşan “tez yazım sektörü” patlama yapmış durumda! Sürekli artan özel üniversite sayısı ve mezuniyet için tez yazma zorunluluğu “sektör”ü günden güne büyütüyor. Lisans tezi 2-3 bin liraya, yüksek lisans tezi 3-10 bin liraya, doktora (ve de doçentlik!) tezi ise 5-20 bin liraya “itina” ile yazılıp öğrenciye, pardon, “müşteri”ye teslim ediliyor. 
Tabii ki en pahalıya çıkanlar, tıp alanında “üretilen” tezler. Tahmin edilebileceği üzere “fiyat”, sosyal bilimlerde düşüyor. Elbette “anket çalışması”, “çeviri” ve “yabancı kaynak kullanımı” da fiyatı etkiliyor! 
“Sektör”, akademisyenlere bile istihdam imkânı sunmakta; tez-yazma gruplarında üniversite hocaları da varmış!.. 
*** 
Eğer bir “üniversiteli” olarak hayatınız Jaspers’in tanımladığı tarzda bir kurum ortamında geçip gittiyse sorun yoktur; yaşanmış ve bitmiştir. Özellikle öğrenci olarak ikinci yazıda anlatılanlarla haşir neşir durumda iseniz ve başka (Jaspers’in bahsettiği türde) bir üniversite gerçeğinden bîhaberseniz, zor da olsa yine sorun yok denilebilir. 
Ama eğer ilk yazıda yansıtılan üniversite ideali ve tecrübesinden geçip şimdi ikinci yazıdaki “naylonlaşma”yı da üniversite adı altında yaşıyorsanız, yandınız demektir! Durumunuz çok hazin, feci ve acıdır!..
*** 
Türkiye, elbette dünyada da bir eğilim olarak kendisini gösteren, üniversitenin endüstriyelleşmesi, ticarileşmesi, sektörleşmesinden payını, hem de kendi arzusu ile fazlasıyla ve iştahlıca almış bir ülke. 
12 Eylül 1980 darbesi sonrasında önü açılan bir süreç bu: Üniversite hem siyasileşti, daha doğrusu “Resmiyet”e ram oldu (“YÖK”), hem de ticarileşti (özel üniversiteler). 
Şimdi bu iki “doğrultu”, bir de “dinbazlık”la takviyeli olarak daha korkunç bir ucubeyi karşımıza çıkarmış durumda “üniversite” adına... 
*** 
Önünüze sosyoloji “okumaya” gelmiş ama “Ben bugüne kadar hiç kitap okumadım hocam” diye, üstelik yakınarak değil gayet mağrur ve kibirlice konuşan öğrenciler çıkıyor. Ona önce “okuma-yazma” öğretmek durumundasınız. Gel gelelim bunu dahi öğrenmeye niyeti yok. Nasıl ödev, tez, rapor yazdıracaksınız?! 
İşte “naylon tez pazarı” bu ihtiyacı karşılıyor!.. 
Öte yandan “barış” için imza atmış akademisyenleri siyasete bulaşmış olmakla, hem de en uçta “vatan haini” suçlamasıyla gözaltına alıyor, tutukluyor ve okullarından atıyorsunuz. Onlarca tezin danışmansız kalmasına yol açarak... 
Üniversite içinde nitelikli ve yetkin tez danışmanlarını uzaklaştırınca tabii yine gelsin naylon tez pazarının sözüm ona “tez danışmanlıkları”!..
*** 
Özetlemek gerekirse, yukarıda paylaştığımız iki yazıdan birincisi, üniversitenin ne olduğunu anlatıyor. 
İkincisi ise üniversitenin nasıl bittiğini...

19 Mart 2017

Gökçer Tahincioğlu - Makbul akademisyenler (Milliyet)

Anadolu’nun dört yanındaki üniversitelerde neler olup bittiğiyle birileri ilgili mi? Emeğiyle çalışıp kurumuna katkı sunmak isteyenlerin yanında gizlenip, sadece milliyetçi sloganlar atıp, “işini yürütenlerin” yaptıklarıyla...

İntihar eden akademisyen Mehmet Fatih Traş, yaşamını sonlandırmaya karar verdiğinde, muhtemel ki ölümünün bir şeyi değiştirmeyeceğini, akıllarda, vicdanlarda bir iz bırakmayacağını biliyordu.

Muhtemel ki eninde sonunda zaten ölecek olmamız seçimini etkilememişti.

Uğradığı haksızlığı anlamıyordu.

Tam o noktada, yani sadece bir bildiriye imza attığı için dışlandığı, çok yakın bildiği insanların sırtlarını döndükleri, bir dilim ekmek için yalvarması gerektiğinin ima edildiği, kimseye kötülüğü dokunmamışken bütün kötülüklerin sorumlusu sayıldığı, kapıların bir bir yüzüne kapandığı o noktada, büyük sözlerin bir anlamı kalmamıştı.

Muhtemel ki yanına gelip omuz vermeye çalışanları çok seviyordu.

Muhtemel ki böyle öleceğini, bu şekilde biteceğini hiç düşünmemişti.

İnsanın öleceğini bilen tek canlı olduğu ve bu yüzden ölümsüzlük peşinde koştuğu önermeleri, ölmeyecek gibi yaşayanların kötülükleri önemli değildi.

Çukurova Üniversitesi’ndeki işine, sorgusuz sualsiz, gerekçesiz son verilmiş, diğer üniversitelere yaptığı bütün başvurular son dakika müdahaleleriyle geri çevrilmişti.

Yaşamına son verdi.

***
Oysa dışlananlardan olmayabilirdi.

Taşrada çalışan, hiçbir bildiriye imza atmamış olsalar da girdikleri fakültelerde doğdukları memleket, mezhepleri, etnik kimlikleri, tercihleri, çalışmalarının eleştirelliği nedeniyle suçlanan, sömürülen, kadro verilmeyen, buna rağmen üretmek, yaşamak, mesleğini yapmak için didinen ancak kimselere yaranamayan akademisyenlerden olmayabilirdi.

Ama bunlar yaşanmıyor gibi yapmamız gerekiyor değil mi?

Anadolu’nun dört yanındaki üniversitelerde neler olup bittiğiyle birileri ilgili mi?

Emeğiyle çalışıp, üretip, alın teriyle yaşayan ve çalıştığı kuruma katkı sunmak isteyen, akademik ahlaka uygun davrananların yanında gizlenip, sadece milliyetçi sloganlar atıp, “işini yürütenlerin” yaptıklarıyla.

***
Anadolu’nun farklı kentlerindeki üniversitelerden gönderilen belgeler birikiyor.

Konu; akademik teşvik.

YÖK, üniversitelerin akademik üretkenliğini artırmak için bilim insanlarının çalışmalarını teşvik kararı aldı.

Buna göre, yıl içerisinde yayımlanan akademik yayınlar, ulusal-uluslararası kongrelere katılımlar, basılan kitaplar için puanlama yapılıyor.

O puanlamanın sonunda belirlenen puanı geçen akademisyenin maaşına bir yıl boyunca teşvik bedeli ekleniyor.

Akademisyen, 12 ay boyunca bu bedeli alıyor.

Yılda 3-4 bin liradan başlayıp, oldukça yüksek meblağlara çıkan teşvik bedellerini üretkenliğe paralel olarak kazanmak mümkün.

Peki, katiyen soruşturulmayan, slogan atmak gerektiğinde en önde koşan bazı akademisyenler bunun için ne yapıyor?

Makbul sayılan bu akademisyenlerin eski yöntemleri zaten biliniyor:

Hakemli bir derginin editörlüğü elde tutularak, burada istenilen sayıda nitelikli-niteliksiz yayınları basmak.

Yurt dışında da özellikle bazı yakın ülkelerdeki dergilerle yakın temas kurup, buralarda bilimselliği son derece tartışmalı eserleri yayımlamak.

Birbirinin kopya tezleri, zaten kimse kontrol etmediğinden aynı kişilerden oluşan jürilerden geçirip, danışmanlık puanı almak.

Hiçbir yayınevinin basmadığı kitabı bir matbaaya bastırıp, basılmış kitap gibi göstermek.

Eşten dosttan jüri oluşturup, akademik alımları liyakata göre değil, tanıdığa göre yapmak.

Kritik noktaları tutup, tüm ikinci öğretim derslerini yüklenmek, katbekat fazla kazanmak.

***
Ama teşvik yeni bir uygulama.

Yöntemleri geliştirmek, puanları yükseltmek lazım.

Farklı üniversitelerden gelen belgelere göre bulunan son yöntem yurt dışına öğrenci göndermek.

Doğru düzgün dil bilmeyen öğrencileri, 5-6 hocanın kaleme aldığı niteliği tartışmalı makalelerin yazarları arasında göstermek, o öğrenci için harcırah çıkarttırıp yurt dışında o makaleyi bir biçimde okutmak.

Böylece imzası olan tüm hocalar puan kazanabiliyor.

Üniversite harcırah mı vermedi, o zaman da ceplerinden otel ve uçak bileti parası ayarlayıp öğrenciyi gönderiyorlar.

Sözünü ettiklerimiz lisans öğrencileri, yüksek lisans ya da doktora değil.

Gittikleri etkinlikler ise sadece hocaların katıldıkları paneller, oturumlar.

Bu yolla onlarca ortak makaleye imza atan hocaların kazanımları büyük.

Hem akademik teşvik almak hem hızlıca kariyer basamaklarını yükselmek mümkün.

Üniversitelerin isimleri de var.

Hızlıca, “en fazla teşvik alan üniversiteler” listesinde yükseliyorlar.

Uluslararası nitelikli yayın sıralamasında ise pek görünmüyorlar.

***
Traş, yazdığı son mesajlarından birinde, derslerinin nasıl elinden alındığını, ders ücretinin zaten mühim olmadığını ama öğrencilerin yarı yolda kaldığını anlatıyordu.

Erdemlilik, iyi ve doğru olana yönelmektir, değil mi?

İyi ve doğru olan nedir?

İnsanlık, tarih boyunca, bu sorunun yanıtını bulmak için büyük emek vermiştir.

Ortaya çıkan sonuç ise pek iç açıcı değil.

Ama inanın aslında adaletsizliği görüp, anlamak çok güç değil.

!

Türkiye yırtıcı, şaibeli, sahte ve fake dergilerde en çok yayın yapan 3. ülke

Predatory journals: Who publishes in them and why? - Selçuk Beşir Demir Dünyanın en prestijli dergilerinden biri olan Elsevier tarafınd...

Predatory journals: Who publishes in them and why?

.....................................................................


...
...
...

* Rastgele Yazılar




.