13 Aralık 2016
Güven Güzeldere - İntihal: Akademinin Kanayan Yarası (Açık Bilinç)
Bu
hafta Açık Bilinç’te, Boğaziçi Üniversitesi Eğitim Politikaları
Uygulama ve Araştırma Merkezi'nden (BEPAM) Dr. Ziya Toprak’la Türkiye'de
akademinin kanayan yarası "intihal" konusunu ele aldık.
Ülkemizdeki akademik hırsızlığın maalesef çok tanınmış kişilere kadar
giden köklü bir tarihi ve genellikle cezalandırılmayan, uluslararası
kötü şöhrete sahip yaygın bir pratik alanı var.
2005'de intihalden suçlu bulunan ve ‘üniversite öğretim mesleğinden
çıkarıma cezası’ alan Ömer Dinçer, 2011'de Milli Eğitim Bakanı olmuştu.
Bütün bunları bir ironi olarak bile tanımlamak güç. Akademik sistemimizdeki derin çürüme acı ama gerçek.
Geçtiğimiz yıl İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi. Tıp Tarihi ve
Etik Anabilim Dalı, akademide intihal konusunda bir çalıştay
düzenlemişti.
Referans olarak, intihal konusunun önemi ve "sehven intihal" anlayışı
ve uygulamasının sakıncaları üzerine iki yazı daha paylaşalım:
Doktora tezlerinde hırsızlık, bilimsel düzeyimizin ölçütü; Orhan Bursalı, 5 Temmuz 2016, Cumhuriyet.
Dr. Ziya Toprak’ın intihal konusundaki kapsamlı çalışması son halini bulduğunda, Açık Bilinç’in Twitter hesabından (https://twitter.com/AcikBilinc) paylaşacağımızı da duyuralım.
12 Temmuz 2016
Prof. Dr. Kayhan Kantarlı - İntihalcilere yeni bir sığınak: Sehven İntihal (Herkese Bilim Teknoloji)
Ülkemizin bilimsel sahtecilik konulu en çok izlenen
internet günlüğünün [1] arşiv bölümünde görülebileceği gibi son on yılda
yazılı basın ve internet ortamında intihal başta olmak üzere 400’ün
üzerinde bilimsel yolsuzluk konulu haber ve makale var; bunların
neredeyse tamamında YÖK ve üniversitelerin kanıtlanmış bilimsel
sahtecilik olayları karşısındaki örtbas etmeye odaklanmış yandaş
korumacılığı sergilenerek eleştirilmiş ve kınanmış.
Günlükte yalnızca 2007 yılında öğretim elemanlarının karıştığı,
intihal konulu 82 haber yer alıyor. Bunlar, bilim etiğine duyarlı
insanların fark edip üzerine gittikleridir. Bir o kadar da fark edildiği
halde “adam sendecilik” anlayışı ile sorun olarak görülmeyen
sahtecilikler olduğuna şüphe yok. Bunca bilim hırsızlığı olayında adı
geçen yüzlerce kişi profesör, doçent, yardımcı doçent, araştırma
görevlisi gibi unvanlara sahip olup, içlerinde dekanlık dahil her türlü
akademik ve idari göreve atanmakta bir sakınca görülmeyen çok sayıda
kişi var.
Yine aynı internet günlüğüne göre, üniversitelerdeki intihal olayları hız kesmeden devam etmekte. Bu gerçek YÖK’ün, yerlerde sürünen bilim ahlakı düzenini değiştireceğine dair en küçük bir umut vermiyor. Şöyle ki;
Danıştay ve Anayasa Mahkemesi (AYM)’nin iptal kararları [2,3] nedeniyle öğretim elemanlarıyla ilgili disiplin mevzuatında doğan boşluğu gidermek amacıyla, Mayıs 2016’da TBMM’ne yeni bir yasa tasarısı sunuldu [4]. Bu tasarıda, bilim etiğine aykırı eylemler ve bunlara verilecek cezaların ne olduğu açık bir şekilde tanımlamasına ve intihalin yaptırımı olarak “üniversite öğretim mesleğinden çıkarma” cezası yeniden getirilmesine karşın, intihalin gerçekleşmiş sayılabilmesi için getirilen koşullar gelenekselleşmiş görmezden gelme tutumunun devam edeceğinin işaretleri gibi.
Cezai yaptırımı, üniversite öğretim mesleğinden ya da [5] kamu görevinden çıkarma cezası olan intihal ya da aşırmacılık, AYM’nin iptali nedeniyle işlevsiz kalan Yükseköğretim Kurumları Yönetici, Öğretim Elemanı ve Memurları Disiplin Yönetmeliği’nde [6] “bir başkasının bilimsel eserinin veya çalışmasının tümünü veya bir kısmını kaynak belirtmeden kendi eseri gibi göstermek” diye tanımlamıştı.
Evrensel bilim etiği ilkelerinden kaynaklanan bu intihal tanımı, söz konusu yasa tasarısında değiştirildi. Tasarının 2547 sayılı YÖK Yasası’nın [7] 53. maddesini değiştiren 27/b/5 maddesinde yazıldığı şekliyle intihal şu şekilde tanımlanmakta [4];
“(İntihal), kasten başkalarının özgün fikirlerini, metodlarını, verilerini veya eserlerini bilimsel kurallara uygun biçimde hiç atıf yapmadan eserin bütünü dikkate alındığında önem arz edecek şekilde kısmen veya tamamen kendi eseri gibi göstermektir”.
Görüldüğü gibi disiplin yönetmeliğindeki önceki düzenlemelerde intihalin gerçekleşmiş sayılabilmesi için, evrensel tanımına uygun olarak “kaynak göstermemek” dışında başka bir koşul aranmazken, tasarıyla getirilen yeni düzenleme, intihalin gerçekleşmiş sayılması için kasten yapılmış olma yani “kaynakları bilinçli bir şekilde göstermeme” / “kasten aşırmış olma” ve “eserin bütünü dikkate alındığında çalıntıların önem arzetmesi” gibi koşullar getirmekte.
Açıkçası tasarıdaki üniversite öğretim mesleğinden çıkarma gibi onur kırıcı ve son derece ağır bir ceza gerektiren intihal eyleminin ne olduğunu açıklayan ifade, sanki intihali değil de intihal suçundan kurtulma ya da kurtarılma yollarını tarif etmektedir. İntihalle suçlanan bir öğretim elemanı bu tarifi uygulayıp kendisini, “sehven kaynak göstermediğini” söyleyerek, “başka eserlerden kaynak göstermeden yaptığı alıntıların çalışmasının bütünü dikkate alındığında son derece önemsiz kaldığını” ileri sürerek, ya da yüzde yüz aşırma olan tezler ve makaleler için yapıldığı gibi, “tezimi/ makelemi başka bir eserden aldığım doğrudur, ancak ben bunları nereden aldığımı açıkça yazdım” diyerek savunabilecek ve aklanabilecek.
“Kastım yoktu, kaynakları sehven göstermedim” deme fırsatı tanınması, aşırmacılara “sehven intihal sığınağı” diyebileceğimiz bir sığınak sunmak demektir. Evrensel bilim ahlakında böyle bir şey yok. İntihalin “kasten”i, “sehven”i olmaz. İntihal, bilinçli bir eylemdir. Aşırmayı yapanın, aşırdığı eserin bir sahibi olduğunu bilmemesi olanaksızdır.
Diğer taraftan intihal tanımını, söz konusu yasa tasarısında yapıldığı gibi, “(ç)alıntılar eserin bütünü dikkate alındığında son derece önemsiz kalmaktadır” ya da “eser tamamen çalıntı olsa da, kaynaklar arasında çalıntının yapıldığı eser de vardır” türünden zorlama gerekçelerle sulandırmaya olanak veren bir anlayışın da akademik ahlak ilkeleri yönünden kabul edilmesi olanaksızdır. “Kaynak gösterilmemiş alıntıların,eserin bütününe bakıldığında önem arzetmediği, yani çalışmanın özgünlüğünü etkilemediği, çok az sayıda olduğu, bu alıntılar olmasaydı da çalışmanın değerinin değişmeyeceği, yazarın bunları, çalışma konusuna ne denli hakim olunduğunu göstermek için koyduğu” gibi bilimsel temeli olmayan mazeretler öne sürmek, ucu açık, soyut ve keyfi bir yaklaşımdır.
Evrensel bilim ahlakı ilkeleri nettir. Bilimsel yayınlarda ve genel kamuoyuna dönük olarak yayınlanan her türlü makale, derleme, kitap ve benzeri yayınlarda yararlanılan başkalarına ait yayınlar kaynak olarak gösterilmedir; bilim insanı, akademik yaşamının bütün evrelerinde ve öğretim, yönetim ve akademik değerlendirmelere ilişkin görevlerde bilimsel liyakatı temel ölçüt olarak kabul eder, temel etik kurallarının dışına çıkmaz ve bu kuralların dışına çıkılmasına göz yummaz. Eğitimin eksik verilmesi, kopyacılık, akademik ilerleme ve ödül jürilerinde bilimsel liyakat ölçütlerinin dışına çıkmak, kişileri kayırmak ve benzer davranışlar kabul edilemez[8]. Bu evrensel kurallar ulusal ve uluslararası bilim kurumlarının benimsediği akademik dürüstlük ilkesinin temelini oluşturur [9].
YÖK disiplin mevzuatında değişiklik yapan söz konusu tasarıdaki sulandırılmış intihal tanımı kullanılarak kurulacak “sehven intihal sığınağı”, intihalcileri aklamak için kullanılabilecek tek sığınak olmayacaktır. Daha önce kurulan ilk sığınak “anonim bilgi sığınağı”dır [10]. Bu sığınak bilim etiği literatürüne Doğramacı-Yazıcı Davası olarak bilinen dava dolayısıyla girmiştir. YÖK’ün ilk başkanı Prof. Dr. İhsan Doğramacı’nın , “Annenin Kitabı (1968)” isimli kitabının Amerikalı Dr. Benjamin Spock’un kitabından aşırma olduğunu iddia eden Prof. Dr. Hasan Yazıcı hakkında açtığı davada mahkeme, Prof. Yazıcı’nın 6.000 TL manevi tazminat ödemesine hükmetmiş, ancak bu kararı ifade özgürlüğüne aykırı bulan AİHM Türkiye’yi Prof. Yazıcı’ya tazminat ödemeye mahkum etmiştir [11].
Söz konusu manevi tazminat davasında nihai karar olan Yargıtay Hukuk Genel Kurulu kararında Doğramacı ve Spock’un kitaplarının gerçeğin aksine, bilimsel olmadığı ileri sürülerek, “bilimsel olmayan eserlerin anonim kavram ve fikirler içerdiği, böyle anonim kavram ve fikirlerin ancak benzer şekilde-yani kaynak göstermeden-ifade edilebileceği”belirtilmiş ve intihal bu şekilde kurulan anonim bilgi sığınağı” na sokularak aklanmak istenmişti.
Sonuç olarak söz konusu yasa tasarısında intihalin gerçekleşmiş sayılmasının “kaynak göstermemek” dışında, yukarıda açıklandığı türde etik dışı koşullara bağlanması, bir anlamda şimdiye kadarki örtbas etme yöntemlerinin nasıl işlediğini göstermekte. Akademik ahlaka aykırı olan bu örtbas etme yöntemleri, tasarı aynen yasalaşacak olursa disiplin mevzuatına da yazılmış olarak adeta meşrulaştırılarak eleştirilemez kılınacak ve şikayet / dava konusu yapılmasının önü kesilmiş olacaktır. Tasarıdaki bu koşullu intihal tanımından derhal vazgeçilmelidir.
Yine aynı internet günlüğüne göre, üniversitelerdeki intihal olayları hız kesmeden devam etmekte. Bu gerçek YÖK’ün, yerlerde sürünen bilim ahlakı düzenini değiştireceğine dair en küçük bir umut vermiyor. Şöyle ki;
Danıştay ve Anayasa Mahkemesi (AYM)’nin iptal kararları [2,3] nedeniyle öğretim elemanlarıyla ilgili disiplin mevzuatında doğan boşluğu gidermek amacıyla, Mayıs 2016’da TBMM’ne yeni bir yasa tasarısı sunuldu [4]. Bu tasarıda, bilim etiğine aykırı eylemler ve bunlara verilecek cezaların ne olduğu açık bir şekilde tanımlamasına ve intihalin yaptırımı olarak “üniversite öğretim mesleğinden çıkarma” cezası yeniden getirilmesine karşın, intihalin gerçekleşmiş sayılabilmesi için getirilen koşullar gelenekselleşmiş görmezden gelme tutumunun devam edeceğinin işaretleri gibi.
Cezai yaptırımı, üniversite öğretim mesleğinden ya da [5] kamu görevinden çıkarma cezası olan intihal ya da aşırmacılık, AYM’nin iptali nedeniyle işlevsiz kalan Yükseköğretim Kurumları Yönetici, Öğretim Elemanı ve Memurları Disiplin Yönetmeliği’nde [6] “bir başkasının bilimsel eserinin veya çalışmasının tümünü veya bir kısmını kaynak belirtmeden kendi eseri gibi göstermek” diye tanımlamıştı.
Evrensel bilim etiği ilkelerinden kaynaklanan bu intihal tanımı, söz konusu yasa tasarısında değiştirildi. Tasarının 2547 sayılı YÖK Yasası’nın [7] 53. maddesini değiştiren 27/b/5 maddesinde yazıldığı şekliyle intihal şu şekilde tanımlanmakta [4];
“(İntihal), kasten başkalarının özgün fikirlerini, metodlarını, verilerini veya eserlerini bilimsel kurallara uygun biçimde hiç atıf yapmadan eserin bütünü dikkate alındığında önem arz edecek şekilde kısmen veya tamamen kendi eseri gibi göstermektir”.
Görüldüğü gibi disiplin yönetmeliğindeki önceki düzenlemelerde intihalin gerçekleşmiş sayılabilmesi için, evrensel tanımına uygun olarak “kaynak göstermemek” dışında başka bir koşul aranmazken, tasarıyla getirilen yeni düzenleme, intihalin gerçekleşmiş sayılması için kasten yapılmış olma yani “kaynakları bilinçli bir şekilde göstermeme” / “kasten aşırmış olma” ve “eserin bütünü dikkate alındığında çalıntıların önem arzetmesi” gibi koşullar getirmekte.
Açıkçası tasarıdaki üniversite öğretim mesleğinden çıkarma gibi onur kırıcı ve son derece ağır bir ceza gerektiren intihal eyleminin ne olduğunu açıklayan ifade, sanki intihali değil de intihal suçundan kurtulma ya da kurtarılma yollarını tarif etmektedir. İntihalle suçlanan bir öğretim elemanı bu tarifi uygulayıp kendisini, “sehven kaynak göstermediğini” söyleyerek, “başka eserlerden kaynak göstermeden yaptığı alıntıların çalışmasının bütünü dikkate alındığında son derece önemsiz kaldığını” ileri sürerek, ya da yüzde yüz aşırma olan tezler ve makaleler için yapıldığı gibi, “tezimi/ makelemi başka bir eserden aldığım doğrudur, ancak ben bunları nereden aldığımı açıkça yazdım” diyerek savunabilecek ve aklanabilecek.
“Kastım yoktu, kaynakları sehven göstermedim” deme fırsatı tanınması, aşırmacılara “sehven intihal sığınağı” diyebileceğimiz bir sığınak sunmak demektir. Evrensel bilim ahlakında böyle bir şey yok. İntihalin “kasten”i, “sehven”i olmaz. İntihal, bilinçli bir eylemdir. Aşırmayı yapanın, aşırdığı eserin bir sahibi olduğunu bilmemesi olanaksızdır.
Diğer taraftan intihal tanımını, söz konusu yasa tasarısında yapıldığı gibi, “(ç)alıntılar eserin bütünü dikkate alındığında son derece önemsiz kalmaktadır” ya da “eser tamamen çalıntı olsa da, kaynaklar arasında çalıntının yapıldığı eser de vardır” türünden zorlama gerekçelerle sulandırmaya olanak veren bir anlayışın da akademik ahlak ilkeleri yönünden kabul edilmesi olanaksızdır. “Kaynak gösterilmemiş alıntıların,eserin bütününe bakıldığında önem arzetmediği, yani çalışmanın özgünlüğünü etkilemediği, çok az sayıda olduğu, bu alıntılar olmasaydı da çalışmanın değerinin değişmeyeceği, yazarın bunları, çalışma konusuna ne denli hakim olunduğunu göstermek için koyduğu” gibi bilimsel temeli olmayan mazeretler öne sürmek, ucu açık, soyut ve keyfi bir yaklaşımdır.
Evrensel bilim ahlakı ilkeleri nettir. Bilimsel yayınlarda ve genel kamuoyuna dönük olarak yayınlanan her türlü makale, derleme, kitap ve benzeri yayınlarda yararlanılan başkalarına ait yayınlar kaynak olarak gösterilmedir; bilim insanı, akademik yaşamının bütün evrelerinde ve öğretim, yönetim ve akademik değerlendirmelere ilişkin görevlerde bilimsel liyakatı temel ölçüt olarak kabul eder, temel etik kurallarının dışına çıkmaz ve bu kuralların dışına çıkılmasına göz yummaz. Eğitimin eksik verilmesi, kopyacılık, akademik ilerleme ve ödül jürilerinde bilimsel liyakat ölçütlerinin dışına çıkmak, kişileri kayırmak ve benzer davranışlar kabul edilemez[8]. Bu evrensel kurallar ulusal ve uluslararası bilim kurumlarının benimsediği akademik dürüstlük ilkesinin temelini oluşturur [9].
YÖK disiplin mevzuatında değişiklik yapan söz konusu tasarıdaki sulandırılmış intihal tanımı kullanılarak kurulacak “sehven intihal sığınağı”, intihalcileri aklamak için kullanılabilecek tek sığınak olmayacaktır. Daha önce kurulan ilk sığınak “anonim bilgi sığınağı”dır [10]. Bu sığınak bilim etiği literatürüne Doğramacı-Yazıcı Davası olarak bilinen dava dolayısıyla girmiştir. YÖK’ün ilk başkanı Prof. Dr. İhsan Doğramacı’nın , “Annenin Kitabı (1968)” isimli kitabının Amerikalı Dr. Benjamin Spock’un kitabından aşırma olduğunu iddia eden Prof. Dr. Hasan Yazıcı hakkında açtığı davada mahkeme, Prof. Yazıcı’nın 6.000 TL manevi tazminat ödemesine hükmetmiş, ancak bu kararı ifade özgürlüğüne aykırı bulan AİHM Türkiye’yi Prof. Yazıcı’ya tazminat ödemeye mahkum etmiştir [11].
Söz konusu manevi tazminat davasında nihai karar olan Yargıtay Hukuk Genel Kurulu kararında Doğramacı ve Spock’un kitaplarının gerçeğin aksine, bilimsel olmadığı ileri sürülerek, “bilimsel olmayan eserlerin anonim kavram ve fikirler içerdiği, böyle anonim kavram ve fikirlerin ancak benzer şekilde-yani kaynak göstermeden-ifade edilebileceği”belirtilmiş ve intihal bu şekilde kurulan anonim bilgi sığınağı” na sokularak aklanmak istenmişti.
Sonuç olarak söz konusu yasa tasarısında intihalin gerçekleşmiş sayılmasının “kaynak göstermemek” dışında, yukarıda açıklandığı türde etik dışı koşullara bağlanması, bir anlamda şimdiye kadarki örtbas etme yöntemlerinin nasıl işlediğini göstermekte. Akademik ahlaka aykırı olan bu örtbas etme yöntemleri, tasarı aynen yasalaşacak olursa disiplin mevzuatına da yazılmış olarak adeta meşrulaştırılarak eleştirilemez kılınacak ve şikayet / dava konusu yapılmasının önü kesilmiş olacaktır. Tasarıdaki bu koşullu intihal tanımından derhal vazgeçilmelidir.
Kayhan Kantarlı,
EÜ emekli öğretim üyesi, TÜMÖD İzmir Temsilcisi / kayhankantarli@gmail.com
Kaynaklar
[1] https://plagiarism-turkish.blogspot.com.tr;
[1] https://plagiarism-turkish.blogspot.com.tr;
[2] http://kayhankantarli.blogspot.com.tr/2013/12/intihal-yaptirimsiz-kaldi.html;
[3] www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2015/04/20150407-15.pdfİ;
[4] http://www2.tbmm.gov.tr/d26/1/1-0721.pdf;
[5]http://kayhankantarli.blogspot.com.tr/2014/01/intihalin-cezasi-bundan-boyle-kamu.html;
[6] www.yok.gov.tr/web/guest/mevzuat;
[7]http://mevzuat.basbakanlik.gov.tr/Metin.Aspx?MevzuatKod=1.5.2547&MevzuatIliski=0&sourceXmlSearch;
[8]http://web.archive.org/web/20080828053732/http://www.tuba.gov.tr/duyuru.php?id=41;
[9] http://bilimakademisi.org;
[10] “İntihal iddialarına karşı bir
sığınak: Anonim Bilgi”, Kantarlı K., Bilim ve Gelecek Dergisi, 68-72,
Temmuz 2009;
http://plagiarism-turkish.blogspot.com.tr/2009/08/prof-dr-kayhan-kantarl-intihal.html;
[11]www.radikal.com.tr/turkiye/aihm-33-yillik-intihal-tartismasina-noktayi-koydu-1191058/
11 Temmuz 2016
Pervin Kaplan - Akademide 'hırsız' var
Türk üniversitelerinde "atıf çetesi"nin varlığı uluslararası kuruluşların bile dikkatini çekmiş ve veri tabanlarından atılmışken şimdi de yapılan araştırma "intihal" yani bilimsel hırsızlığın ne kadar yaygın olduğunu ortaya koyuyor. Boğaziçi Üniversitesi'nde yürütülen araştırmaya göre yüksek lisans ve doktora tezlerinin yüzde 34'ünde "yüksek intihal" var. Yani akademideki üç tezden biri çalıntı.
Bir başkasına ait fikir, düşünce, kavram, makaleyi sahibine atıfta bulunmadan kendisinin gibi yazılmasına intihal yani akademik hırsızlık adı veriliyor. Bu araştırma Türk üniversitelerinin akademik hırsızlıkta ne kadar "iyi" olduklarını gösteriyor.
Bir başkasına ait fikir, düşünce, kavram, makaleyi sahibine atıfta bulunmadan kendisinin gibi yazılmasına intihal yani akademik hırsızlık adı veriliyor. Bu araştırma Türk üniversitelerinin akademik hırsızlıkta ne kadar "iyi" olduklarını gösteriyor.
VAKIF ÜNİVERSİTELERİNDE DAHA YÜKSEK
Araştırma vakıf üniversitelerinde hırsızlık oranının yüzde 46, devlet üniversitelerinde ise yüzde 31 olduğunu gösterdi. Bilimsel çalışmaların “orjinal” olup olmadığını gösteren benzerlik indeksinde dünya ortalaması yüzde 15 iken Türkiye’de bu oran yüzde 28.5 oldu. Çalışma kapsamında İngilizce tezlerin benzerlik indeksi yüzde 24 iken, Türkçe tezlerde bu oran yüzde 29 oldu. Kamu üniversitelerinde benzerlik oranı yüzde 28, vakıf üniversitelerinde ise yüzde 31 çıktı. Bu oran da devlet üniversitelerinde daha az "bilimsel hırsızlık" yapıldığını gösterdi.
BOĞAZİÇİ ÜNİVERSİTESİ ARAŞTIRDI
Boğaziçi Üniversitesi Eğitim Politikaları Araştırma ve Uyguluma Merkezi (BEPAM) bu kapsamda 2007-2016 yılları arasında yazılmış 470’i yüksek lisans ve 130’u doktora tezi olmak üzere 600 tezi inceledi. Bu tezlerin 477’si kamu, 123’ü vakıf üniversitelerine ait. Yine tezlerin 89’u İngilizce ve 511’i de Türkçe. Tezler "intihal" açısından bu hırsızlığı yakalayan programlardan biri olan Turn-it-in kullanılarak incelendi.
YÜZDE 34'ÜNDE YÜKSEK İNTİHAL VAR
Çalışmanın amacı intihal olmamasına rağmen araştırma sırasında yüksek intihalli tezler görmezden gelinemeyecek kadar çok olunca bu tezler intihalli olarak işaretlendi. Araştırma sonucunda 207 tezin, yani tezlerin yüzde 34’ünün yüksek intihalli olduğu ortaya çıktı. Devlet üniversitelerinde intihalli tez sayısı 150 iken (yüzde 31), vakıf üniversitelerinde bu sayı 57 (yüzde 46) oldu. Yüksek lisan tezlerinde intihalli olanların sayısı 173 (yüzde 36) iken, doktora tezlerinin sayısı 34 (yüzde 26) oldu. İngilizce tezlerde bu sayı 25 (yüzde 28) ve Türkçe tezlerde 182 (yüzde 35) oldu.
Boğaziçi Üniversitesi Eğitim Bilimler Fakültesi öğrencisi Ziya Toprak'ın doktora çalışması olan bu çalışma akademide ciddi bir ahlak sorunu yaşandığını da gösteriyor. Toprak, "Burada bir ya da iki satır yada bir paragraftan söz etmiyoruz. Bilerek yapılan intihaller bunlar" diyor. Toprak Türkiye'de özellikle son yıllarda doktora ve yüksek lisans çalışmalarında büyük bir artış yaşandığını söyleyerek, YÖK Ulusal Tez Merkezine 1999 yılında 11 bin 39 tez girilirken, bu rakamın 2004 yılında 16 bin 343, 2009 yılında 21 bin 350 ve 2014 yılında 25 bin 730 olduğunu belirtiyor.
Cumhuriyet ve Habertürk'te çıkan yazılardan derlenmiştir. (06-07-2016)
Faruk Çakır - Eğitimin ahlâk çıkmazı (YENİ ASYA)
Dünyayı kurtarmaya çalışırken içten içe bir bozulma yaşandığını göremiyoruz.
Elbette ümitvar olacağız, ümizsizlik etrafımıza yanaşmamalı; ancak dertleri de görmezden gelemeyiz.
Boğaziçi Üniversitesi’nde yapılan bir araştırma, yüksek lisans ve
doktora tezlerinin yüzde 34’ünde “ağır intihal” yani bilimsel hırsızlık
yapıldığını ortaya koymuş. Akademide, ilim ehlinde, üniversitelerde
böyle bir hata yapılıyorsa ahlâk temellerinin sarsıldığı akla gelmez mi?
Kısaca, başkasının çalışmasını sahiplenmek olarak tarif
edebileceğimiz intihal olaylarının bu kadar yaygın olması üniversite ve
eğitim camiasının ciddî bir imtihanıdır. Başkasının çalışmasını kendi
çalışması gibi sunanların nisbeti, vakıf/özel üniversitelerde daha da
fazlaymış. (Vakıf üniversitelerinde intihal oranı yüzde 46, kamu
üniversitelerinde yüzde 31)
Askerlik yapanlar bilir, başkasının eşyasını (ç)almanın adı ‘Yer
değiştirmek’ olarak anlatılır. Üniversite eğitimini tamamlayan bir
öğrencinin ya da bir akademisyenin başkasının araştırmasını
sahiplenmesi, onu kendi eseri gibi takdim etmesi başlı başına
araştırılması gereken bir konu olmalı. Acaba eğitim sistemi insanların
yeni çalışmalar ortaya koymasına inkân tanımıyor mu? Öğrenci ya da
herhangi bir akademisyenin böyle bir yanlışı gönül huzuruyla
yapabileceğine ihtimal vermiyoruz. Eğitim sistemindeki uygulamalar mı
insanları bu yanlışa itiyor, bunu da konuşmak gerek.
Bu konudaki tartışmalar yıllardan beri devam edip gelir. Bazı
profesörlerin bile (ç)alıntı eserlerle bu ünvanları aldıkları iddia ve
bazen de isbat edilmiştir. Konunun yeniden gündeme gelmesi “Akademik
yazı kalitesi” ile ilgili bir çalışma yürüten Boğaziçi Üniversitesi
Eğitim Politikaları Araştırma ve Uygulama Merkezi’nin (BEPAM) 2007-2016
yılları arasında yazılmış 600 tezi inceletmesiyle ortaya çıkmış.
Araştırma Türkiye’de yapılan çalışmalarda ortaya yeni bir şey
konamadığı ve çalışmaların sıklıkla birbirini tekrar eden araştırmalar
olduğunu göstermiş. Araştırma sonucunda 207 tezin, yani tezlerin yüzde
34’ünün yüksek intihalli olduğu ortaya çıkmış. Çalışmayı yürüten
araştırmacı Dr. Ziya Toprak, yaptığı değerlendirmede araştırmanın
öğrencilerin tez yazmayı, akademisyenlerin de tez yazdırmayı bilmediğini
ortaya koyduğunu söylemiş. Toprak “Ülkemizde maalesef ciddî boyutlarda
etik sorunlar bulunmaktadır. (...) Yani ciddî seviyelerde intihal söz
konusudur. Burada bir ya da iki satır ya da bir paragraftan söz
etmiyoruz. Bilerek yapılan intihaller bunlar, bu da ciddî bir ahlâk
sorunu olduğunu düşündürtmektedir” demiş. (www.hurriyet.com.tr, 1 Temmuz
2016)
Aynı araştırmayla ilgili başka bir bilgi daha var ki o daha da
sarsıcı. Tez jürisindeki hocaların da kendi alanlarında yazılanları
okumadığını anlatan çalışmayı yürüten araştırmacı Dr. Ziya Toprak, “Bu
yüzden de tezin çalıntı olduğunu fark etmiyorlar” demiş. (Habertürk, 2
Temmuz 2016)
Bu tablo karşımızda dururken eğitim, akademi, ilim, irfan, araştırma konusunda gelişme sağlamak mümkün olabilir mi?
Ahlâk temelli eğitimi öncelemek mecburiyetindeyiz vesselâm
5 Temmuz 2016
Orhan Bursalı - Doktora tezlerinde hırsızlık, bilimsel düzeyimizin ölçütü (Cumhuriyet)
Bilim hem bizi hem insanlığı kurtarabilir.. Ama hırsızlıkta önde gidiyoruz...
Bilimsel
düzeyimiz ne durumda? Bu konuda iç içe yaşayan iki dünyamız var. Biri,
uluslararası göstergelere göre gerçekten başarılı araştırmalar yapan
ciddi bilim dünyamız. Herkese Bilim Teknoloji haftalık dergisinin son sayısında bilim insanlarımızın başarımları üzerine bir araştırma yayımlandı.
Bir
bilimsel başarım değerlendirmesi ölçütü olan h-faktörüne göre, h-20 ve
h-40 başarısına ulaşan bilim insanlarımızın sayısı giderek artıyor.
Dergide h faktörü nedir anlatılıyor ve 438 bilimcimizin isimlerine ve
başarılı çalışmalarına yer veriliyor.
Başarılı 438 bilimci
Şu kadarını belirteyim, Aziz Sancar’ın
h-faktörü 101. Çok üstün bir başarı. Arkasından yine yurtdışında
araştırmalarını sürdüren 3-5 bilim insanımız Sancar’ı izliyor. Prof. Mehmet Doğan’ın
yazısına göre, başarılı bilimci sayılmanın bir eşik değeri olan h-20
eşiğini aşan 438 bilimcimiz var. Yine h-40 sayısına ulaşan bilim insanı
ise çok başarılı sayılıyor. Sayıları 96.
“Başarılı bilimci” nitelemesini salt bu faktöre göre değerlendirmek tabii ki yanlış olur. Ama burada kıstasımız bu.
Türkiye’nin
yıldan yıla, bilim dergilerindeki makale, bilimsel not, eleştiri vb.
gibi yayınları artıyor. 2014’te bu tür yayın sayısı 37 bin 478 iken,
2015’te 38 bin 758’e ulaşmış.
Şüphesiz araştırmaların niteliği gibi ciddi bir sorunumuz var.
Müthiş bilimsel hırsızlıklar
Ama bundan daha ciddi bir sorun ise, özellikle akademi dünyasına yeni adım atanlar arasında, yaptıkları lisans üstü ve doktora tezlerindeki büyük özgünlük eksikliği ve buna paralel büyük bilimsel hırsızlık yüksekliği.
Kemal Göktaş’ın Cumhuriyet’te yayımlanan haberi, dehşet verici bir durumu
fotoğraflıyordu. Boğaziçi Üniversitesi Eğitim Politikaları Araştırma ve
Uyguluma Merkezi (BEPAM), “Akademik yazı kalitesi”ni araştırma kapsamında yaptığı araştırmanın sonuçlarını açıklıyor (Dr. Ziya Toprak) ve “2007- 2016 yılları arasında yazılmış 470’i yüksek lisans ve 130’u doktora tezi olmak üzere 600 tez”den
(477 kamu, 123 vakıf üni.) üçte biri (yüzde 34) çalıntılarla dolu
çıkmış.. Yani 207 tezde yüksek bilimsel hırsızlık saptanmış.
Devlet
üniversitelerinde yüksek çalıntılı tez sayısı 150 iken (yüzde 31),
vakıf okullarında bu sayı 57 (yüzde 46) olarak bulunmuş! Tabii yüksek
lisans tezleri de bundan geri kalmıyor. Bilimsel çalışmaların “orijinal”liğini
de sorgulayan araştırmaya göre, tezlerde benzerlik oranı Türkiye’de
yüzde 28.5 gibi çok yüksek çıkmış. Dünya ortalaması yüzde 15..
Şimdi bir sonuç çıkaralım
Bilimde
başarı özlüyoruz. Sancar’ı göğsümüze bastık. Yeni Sancar’ların
yollarını gözlüyoruz. Ama bilime adım atan genç akademisyenlerimizin
yüksek lisans ve doktora tezlerinde, müthiş bir özgünlük eksikliği
olduğu gibi, bilimsel intihal oranı da çok yüksek.
Bu sadece bu gençlerin suçu mu?
Şüphesiz ki büyük ölçüde onlar okkanın altında, ama tez hocaları ve
üniversitelerin tez yönetim sistemleri? Vakıf üniversitelerinde çalıntı
tezlerin yüksekliği neden? Devlet üniversiteleri neden işleri daha sıkı
tutmuyor? Hocaların tez yönetimlerinde neden bu kadar büyük kaçak ve açık var?
Çalıntıya hoşgörü yüksekliği
Bunun
bir yanıtı, şüphesiz bilimsel hırsızlığın ülkemizde yeterince
cezalandırılmaması, üniversiteler dahil YÖK sisteminin de epey
vurdumduymaz halleri, bilimsel hırsızlıkta cezalandırma sisteminin,
evrensel ölçülere göre çok geride kalması.
Önümde Prof. Kayhan Kantarlı’nın
HBT’de yayımlanacak makalesi var. Meclis’teki yeni tasarı, bilimsel
hırsızlıkları cezalandırmada yeni ve büyük açık kapılar bırakıyor.
Hırsızlıkları affetmek için türlü çeşitli bahaneler ileri sürülecek bir
metin taslağı..
Bilim hırsızlıkla değil, özgünlükle gelişir ilerler.
Eğer özgün araştırmalar üretemezseniz, hırsızlık yapar ve düzinelerce
benzer konularda sözde tezler yazar ve akademik unvanlar alırsınız.
Bunun sonucu: Bilimde yerinde saymaktır. Bakmayın siz “yayın sayımızın artmış” olmasına!
Okurlarıma iyi bayramlar diliyorum.
Okurlarıma iyi bayramlar diliyorum.
29 Haziran 2016
Kemal Göktaş - Akademide intihal depremi (Cumhuriyet)
Boğaziçi Üniversitesi’nde yapılan bir araştırma, yüksek lisans ve
doktora tezlerinin yüzde 34’ünde “ağır intihal” yani bilimsel hırsızlık
yapıldığını ortaya koydu. Vakıf üniversitelerinde intihal oranı yüzde 46
seviyesine çıkarken kamu üniversitelerinde bu oran yüzde 31 oldu.
Bilimsel çalışmaların “orjinal” olup olmadığını gösteren benzerlik
indeksinde de dünya ortalaması yüzde 15 iken Türkiye’de bu oran yüzde
28.5 çıktı.
“Akademik yazı kalitesi” ile ilgili bir çalışma yürüten
Boğaziçi Üniversitesi Eğitim Politikaları Araştırma ve Uyguluma Merkezi
(BEPAM) bu kapsamda 2007-2016 yılları arasında yazılmış 470’i yüksek
lisans ve 130’u doktora tezi olmak üzere 600 tezin incelenmesini
tamamladı. Bu tezlerin 477’si kamu, 123’ü vakıf üniversitelerinde
yazılmıştı ve 89’u İngilizce ve 511’i de Türkçe idi. Tezlerin
incelemesinde “turnitin intihal programı” kullanıldı ve programın her
bir çalışma için ayrı ayrı belirlediği benzerlik indeksi kullanıldı.
Yapılan çalışmanın ne kadar orijinal olduğunu ifade eden
benzerlik indeksinin dünyada kabul edilen seviyesi yüzde 15 iken
Türkiye’de yapılan tezlerde bu oran yüzde 28.5 çıktı. Bu da Türkiye’de
yapılan çalışmalarda ortaya yeni bir şey konamadığı ve çalışmaların
sıklıkla bir birini tekrar eden araştırmalar olduğunu gösterdi. Çalışma
kapsamında İngilizce tezlerin benzerlik indeksi yüzde 24 iken, Türkçe
tezlerde bu oran yüzde 29 oldu. Kamu üniversitelerinde benzerlik oranı
yüzde 28, vakıf üniversitelerinde ise yüzde 31 çıktı. Bu da kamu
okullarında yazılan tezlerin daha iyi durumda olduğunu gösterdi.
Her 3 tezden biri çalıntı
Çalışmanın amacı intihal olmamasına rağmen araştırma sırasında
yüksek intihalli tezler görmezden gelinemeyecek kadar çok olunca bu
tezler intihalli olarak işaretlendi. Araştırma sonucunda 207 tezin, yani
tezlerin yüzde 34’ünün yüksek intihalli olduğu ortaya çıktı.
Kamu okullarında intihalli tez sayısı 150 iken (yüzde 31),
vakıf okullarında bu sayı 57 (yüzde 46) oldu. Yüksek lisan
tezlerinde intihalli olanların sayısı 173 (yüzde 36) iken, doktora
tezlerinin sayısı 34 (yüzde 26) oldu. İngilizce tezlerde bu sayı 25
(yüzde 28) ve Türkçe tezlerde 182 (yüzde 35) oldu.
“Ciddi bir ahlak sorunu var”
Çalışmayı yürüten araştırmacı Dr. Ziya Toprak, konuya ilişkin
yaptığı değerlendirmede araştarmanın öğrencilerin tez
yazmayı, akademisyenlerin de tez yazdırmayı bilmediğini ortaya
koyduğunu söyledi. Türkiye’de hiç bir üniversitede yazıyı bilgi
üretmenin ana aracı olarak gören bir Akademik Yazı Merkezi’nin
bulunmadığını belirten Toprak “Ülkemizde maalesef ciddi boyutlarda etik
sorunlar bulunmaktadır. Kuşkusuz bu araştırmada ortaya çıkan intihal
vakaları arasında bilmeden intihal yapanlar vardır. Ancak
araştırmanın bulguları yüksek intihalli tezler ile ilgilidir. Yani
ciddi seviyelerde intihal söz konusudur. Burada bir ya da iki satır yada
bir paragraftan söz etmiyoruz. Bilerek yapılan intihaller bunlar, bu
da ciddi bir ahlak sorunu olduğunu düşündürtmektedir.” dedi. Toprak,
İngilizce yazılan tezlerin İngilizce eğitim veren üniversitelerde
yazıldığı düşünüldüğünde benzerlik ve intihal oranları bakımından
Boğaziçi, ODTÜ ve Bilkent gibi okulların Türkiye ölçeklerine göre daha
iyi durumda olduğunu kaydetti.
Yılda 25 bin tez yazılıyor
Türkiye’de özellikle son yıllarda doktora ve yüksek
lisans çalışmalarında büyük bir artış yaşandığına dikkat çeken Toprak
“YÖK Ulusal Tez Merkezine girilen tez sayısı 1999 yılında 11 bin 39,
2004 yılında 16 bin 343, 2009 yılında 21 bin 350 ve 2014 yılında 25 bin
730 olmuştur. Kuşkusuz bu sayının artmasında vakıf
üniversitelerinin sayısındaki artış ile birlikte eğitimin ’kariyer
yapmada’ gittikçe artan önemi yadsınamaz” dedi.
İntihal, bir başkasına ait bir fikri, düşünceyi ya da
kavramı sahibine atıfta bulunmadan kullanmaya yani akademik hırsızlığa
verilen isim.
18 Haziran 2016
Yalanlar Üzerine Kurulmuş Bir Kariyer: ''Dr.'' Serkan Anılır’ın Doktora Tezi ve Araştırma Sahteciliği Vakası - (Evrim Ağacı)
"Serkan Anılır'ın ismini belki gazetelerden ve bazı bilim dergilerinden
duymuşsunuzdur. Bir aralar çeşitli illerde bilim konuşmaları yapan, uçuk
kaçık bilim projeleriyle halkı heyecanlandıran, hatta NASA'nın ilk Türk
astronotu olduğunu iddia ederek ün yapan bir şahıstı. Detaylarını
makalemizde vereceğiz; ancak Serkan Anılır'ın hayatı, edebiyat ve
bilimin en tehlikeli düşmanlarından birisi olan veri uydurma ve aşırma
(intihal) suçlarının en ilginç örneklerinden birisidir. Serkan Anılır'ın
yaptıkları, bir insanın kariyerini intihal ve yalanlarla nasıl yerle
bir edebileceğinin en ilgi çekici örneğidir. Çünkü Anılır'ın hayatında
yaşananlar, sadece 1-2 çalışmanın sağdan soldan aşırılması değil, koca
bir kariyerin yalanlar ve intihaller üzerine kurulu olmasının bir
örneğidir.
Texas Tech Üniversitesi'nde aldığım "Mühendislik Pratiği ve Araştırmalarında Etik" isimli
doktora dersinin dönem projesi olarak Serkan Anılır ile ilgili
internette yer alan bilgileri bir araya getirerek bir derleme yapmak ve
hayatın her alanında etiğin ne kadar büyük öneme sahip olduğunu
göstermek istedim. Bu araştırma makalesi, bu ders için yaptığım
araştırmaların ve analizlerin bir sonucudur.
Umuyorum ki günümüz ve gelecekteki bilim insanlarına ilham ve uyarı olur. " >>>
13 Haziran 2016
Murat Bardakçı - İntihali yakalama programlarına dünyanın parası veriliyor ama işe yaramıyor! (HABERTÜRK)
HIRSIZLIĞIN en seviyesizi, en berbatı ve en utanmazca olanı “intihal”, yani başkasına ait eserin üzerine imzasını koyup kendisininmiş gibi yayınlamaktır.
Bu pespayelik üniversitelerimizde son zamanlarda maalesef arttıkça arttı...
Türkiye’de intihal konusunda en fazla yayın yapan gazetecilerden
biri, herhalde bendenizim. Senelerden buyana intihalcileri teşhir
maksadıyla elimden geleni yaptım, hırsızlıklarının belgelerini
yayınladım, YÖK’ü göreve çağırdım ama tek bir hadise, Afyon’daki
Kocatepe Üniversitesi’nde yapılan bir hırsızlık dışında hiçbirinden tam
bir netice alamadım.
“Netice” derken intihal konusunda Batı’daki yaygın
uygulamayı, yani intihalcinin üniversite ile ilişkisinin ebediyyen
kesilmesini kastediyorum!
Bizim hırsızlarımız ya “zamanaşımı” gibi akademik camiada mevcut bulunmaması gereken bir bahane veya “Hırsızlık etmiş ama sadece bir lira çalmış, bin lira çalmış olsaydı gereğini yapardık” misâli “metindeki intihal yüzdesinin düşük olması” şeklindeki daha da garip bir yorum ile aklandılar; hırsızlık dosyaları sümenaltı edildi.
İNTİHALCİYİ DEKAN YAPTILAR!
İntihalcilerle en fazla didiştiğim dönem, Prof. Kemal Gürüz’ün
YÖK’ün başında bulunduğu günlerdi. Akademik hırsızları afişe etmek için
aynı hadiseler ve aynı şahıslar hakkında haftalarca ardarda yayın
yaptım.
Meselâ, İngiltere’deki bilimsel bir kongreye katılan bir grup Türk
akademisyenin ortaklaşa hazırladıları tebliğin çalıntı olduğu
anlaşılmış, kongreden kapıdışarı edilmişler ve düzenleme heyeti
tarafından Avrupa’nın önde gelen meslekî yayınlarına “Bu adamlar hırsızdır, makale gönderdikleri takdirde sakın ha yayınlamayın, çalmış olabilirler”
diye unvanlı hırsızlarımızı ve üniversitelerimizi rezil eden uyarılar
yollanmştı. İngiltere’deki rezaleti ve intihalcilerin isimlerini
defalarca yayınladım. Prof. Gürüz birkaç defa arayıp “merak etmememi, akademik hırsızlar hakkında ne gerekiyorsa yapılacağını”
söyledi ve vaadini sağolsun tuttu: Devr-i iktidarında yayınladığım
bütün intihal dosyaları rafa kaldırıldı, hattâ intihalcilerden biri
dekan bile yapıldı!
Akademik hırsızlar hakkında bugün de ihbarlar gönderiyorlar, sık sık
dosyalar yollanıyor ama bu konuda artık hiçbirşey yazmıyorum! Zira hem
bu işlerden netice çıkmayacağını, üniversitenin “Kol kırılır yen içinde kalır”
sözünü doğrularcasına intihalcilerin hakkından gelmeme konusunda azimli
ve hattâ yeminli olduğunu öğrendim, hem de bazı ihbar mektuplarını
gönderenlerin Türkçe fukaralığı meramlarını anlamama imkân vermiyor!
Üstelik “intihal” gibi bir ahlâk düşkünlüğünün bile ideolojik didişme mevzuu hâline getirilmesi, sadece mide bulandırıyor!
İŞ, ‘TEMİZ’ RAPORTÖRDE BİTER!
İntihal derdi YÖK’ün başını da fena halde ağrıttığından olacak,
üniversitelere bazı intihal programlarını satın alma talimatı
verilmiş...
Önceki senelerde Amerika’da öğrencilerin ödevlerini başkalarından aynen makaslayıp makaslamadıklarını yahut internetten “kes-yapıştır”
şeklinde alıp almadıklarını belirlemek için kullanılan programlar
birkaç sene önce akademik seviyeye yükseltilmişti. Tezler ile bilimsel
makalelerin özgünlükleri de bu programlar sayesinde belirleniyordu.
YÖK emredince birçok üniversite bu programları aldı, kullanmaya başladı ama çabalar bir işe yaramadı!
Programlar fen bilimleri ile ilgili yayınlarda hırsızlık olduğu
takdirde bir yere kadar ortaya çıkartabiliyor, çalıntının yüzdesini
verebiliyor ama iş sosyal bilimlere gelince kalakalıyor! Zira
programların Türkçe metinleri ve mukayese edilecek kaynakları
tanıyabilmeleri gibisinden teknik noksanlar bir tarafa, akademik
hırsızın biraz akıllı olanı çaldığı metnin cümlelerini ve paragraflarını
değiştiriyor, ifadeyi başka bir şekle koyuyor ve neticede dünyanın
parası verilen pogramlar çuvallıyor, çalıntı metin pir ü pâk
görünüyor...
İntihali belirlemenin ve önlemenin ilk şartı bilgisayar
programlarından medet ummak değil, bilgi ve akademik ahlâka sahip
olmaktır! Tezlerin ve bilimsel yayınların raportörleri konuya ve
kaynaklara hâkim oldukları takdirde önlerine gelen metnin yürütülüp
yürütülmediğini zaten ilk bakışta anlayabilirler. Ama asıl önemli şart,
denetimi yapan hocaların yayın mâzilerinin “Tencere dibin kara...” dedirtmeyecek şekilde temiz olmasıdır.
2 Haziran 2016
Prof. Dr. Zafer Ercan - YOZLAŞTIRILAN AKADEMİ: TEŞVİK ( Bilim ve Gelecek)
Sevgi ve onun gelişimi parayla yapılabilir mi? Örneğin ‘sen bunu sev
sana para vereyim’ yaklaşımı neyi üretir sorusunu soralım. Yanıtımız da
‘fahişeliği üretir’ olsun. Yazımıza bu soru ve yanıtı aklımızın
merkezine yerleştirerek başlayalım.
Bu yazının anahtar kelimesi teşvik daha doğrusu akademik teşviktir.
10-15 yıl önce ortaya çıkan ‘ilk 500’e giren üniversiteler’ sıralamalarla başlayan ve dönemin başbakanının ‘eyy ODTÜ, sen neden ilk 500’e giremedin? Önce onu söyle’ suçlamaları ile devam eden süreç bu işin nerelere doğru evrileceğinin işaretlerini veriyordu.
Üniversiteleri yarıştırmak, piyasalaştırmak üniversite geleneğine aykırıdır. Ama kapitalizmin bir değer kaygısı olmadığı gerçeği dikkate alındığında şaşılacak bir durumun olmadığını da kendi doğallığı içerisinde analiz etmek gerekiyor. Alınganlığa gerek yok.
Sayı saymayı yeni öğrenmeye başlayan, bugün 10’a kadar, ertesi gün 100’e kadar, sonraki hafta 1000’e kadar sayan 7-8 yaşlarındaki çocuğun heyecanı elbette anlaşılabilir ve teşvik de edilebilir. Ancak öğretim üyelerinin her geçen gün daha fazla sayı saymasını bir araştırma ve başarı olarak gören ve bunu ödüllendiren üniversite yapısına ne denilebilir? Böyle bir yaklaşımın yaratabileceği boğucu ortamın nasıl olabileceğini ve kimleri boğabileceğini tahmin edebiliyor musunuz? Katılmış olduğum bir akademik toplantıda, on bir bölüm başkanının kendilerine verilen beşer dakikalık konuşma süreleri içerisinde, konuşmalarının tamamının “Bölümümüzde şu kadar yayın yapılmıştır. Şu kişi en fazla yayını yapan kişidir. Kendisini tebrik ediyor ve başarılarının devamını diliyoruz…” biçiminde olması, niteliğe yönelik hiçbir değerlendirme yapılmayıp, dinleyicilerden de bırakın bu garip duruma tepki göstermeyi, mevcut durumun alkışlanması neyi gösterir?
Bir teşvik doğuyor
Erdal İnönü’ün TÜBİTAK’tan sorumlu bakan ve Tosun Terzioğlu’nun TÜBİTAK başkanı olduğu dönemde SCI-E indeksine giren akademik dergiler sınıflanmış ve bu dergilerde yayın yapan öğretim üyeleri ‘parayla teşvik’ edilmişlerdi. Bu teşvik sürecinde yapılan çalışmanın niteliğiyle kimseler ilgilenmemişti.
Bir zamanlar Cumhuriyet gazetesinin cuma günleri eki olarak çıkartılan Bilim ve Teknik Türkiye’deki üniversitelerde en fazla yayını olan kişileri kapak sayfasında listeleyerek bu öğretim üyelerini Türkiye’nin en başaralı araştırmacıları olarak sunmuştu. Listede isimleri olan birçok öğretim üyesinin koltuklarının altında bu dergiyi büyük gururla taşımaları çok tuhafıma gitmiş ve o ana kadar saygı duyduğum ve aydın olarak gördüğüm/sandığım bu kişiler konusunda kafamda şüpheler oluşmuştu.
Teşvik, sonrasında ODTÜ tarafından da çok sevilmiş, okşanmış, büyütülmüş ve kendi üniversitelerinde uygulanmıştır. Bu uygulamanın mimarı da uzun süre ODTÜ’de rektörlük yapmış olan Ural Akbulut’tur.
Daha sonraları SCE-I dergilerine giren paralı dergiler inanılmaz bir artış göstermiş ve TÜBİTAK’ın teşviki bu dergi şirketlerine para akıtan bir kurum haline dönüşmüştür. İşin tadını alan paralı dergi şirketleri inanılmaz bir şekilde örgütlenmiş, sahte konferanslar düzenleyerek piyasalarını daha da genişletmiş ve kontrol altına almıştır. Özellikle bilimsel etiğin ve kültürün gelişmediği ülkelerde bu dergiler kök salarak, bu dergiler üzerinden yetişen ‘akademisyenler’ Türkiye’nin dört bir yanında üniversiteleri tabiri caiz ise ele geçirmişlerdir.
Ülkemizde yapılan Matematik yayınlarının yüzde 90’a varan bir kısmının yukarıda tanımlanan paralı dergilerde olması, Almanya, Fransa, İngiltere gibi ülkelerde bu oranın yüzde 5 civarında kalması olayın korkunçluğunun işaretini de veriyor.
Teşvik eleştirilmeye başlanıyor
Teşvik konusunun tam bir tecavüzcü amca olduğunun anlaşılmaya başlanması üzerine konuyla ilgili ufak tefek eleştiri yazıları çıkmaya başlamıştır. Bu yazılardan bazıları:
– Ersan Akyıldız, Bilimsel Atıf Dizinleri (SCI, SCI-Expanded) tarafından taranan dergilerde matematik yayınları ve bazı gözlemler, Bilim ve Ütopya.
– Şafak Alpay ve Zafer Ercan, Bilimsel Yayınların Değerlendirmesi Üzerine, Cumhuriyet Bilim Teknik, 24 Aralık 2005, 19, 179, s.20.[1]
– Kaan Öztürk, Şişme Dergiler ve Yayın Etiği İhlalleri, Matematik Dünyası, 2012-II.
– Metin Balcı, Nedir Bu Waset[2] Adlı Kuruluşun Kongreleri: Kongreler Bilimsel Amaçlı mı Yoksa Gezi Amaçlı mı? Cumhuriyet Bilim ve Teknoloji, 25 Aralık 2015.
– Özgür Aydın, Akademik Teşvik neyle şevke gelinir, Sol Haber, 07.03.2016.[3]
(Yukarıdaki yazılardan özellikle Kaan Öztürk ve Metin Balcı’ın yazısı okunmadan burada vurgulanmak istenenin tam olarak anlaşılması mümkün olmayacaktır. Bu sebeple okurlara bahsi geçen yazıların okunmasını öneririm.)
Türkiye’de paralı teşvik süreci bu şekilde başlamıştı. Böyle bir model bildiğim kadarıyla saygın hiçbir üniversitede yoktur.
Perelman ‘ben sergilenmem’ diyor[4]
Matematik Dünyası dergisinin 2003-1 sayısında Burak Özbağcı tarafından “Bir Milyon Dolarlık Soru” başlıklı bir yazı yayınlanmıştı. Yazıda bir matematik probleminden bahsediliyor ve bu soruyu ilk çözene Clay Matematik Enstitüsü tarafından bir milyon dolar para verileceği söyleniyordu. Bu yazıyı referans alarak aynı derginin 2003-II sayısında yayınlanan “Taahütname” başlıklı bir yazımda ‘Bir Milyon Doları’ ironik bir dille eleştirmiştim. Sonra neler mi oldu? Bahse konu soru Rus Matematikçi Grigori Perelman tarafından çözüldü (Yanlış anlaşılmasın, bu ödülün Perelman’ın problemi çözmesinde bir motivasyonu olmamıştır.) Hatta Perelman, bildiğim kadarıyla, bir milyon dolarlık ödülü reddettiği gibi, ilgililere “Hayvanat bahçesindeki bir hayvan gibi sergilenmek istemiyorum” fırçasını da çekmiştir.
Perelman’ın ortaya koyduğu bu yaklaşım matematiğin gelişimine yön vermiş birçok matematikçide de görülebilen yaygın bir davranış biçimidir. Elbette bu tür davranışları her matematikçiden ya da araştırmacıdan beklemek yersizlik olur. Ancak, bu tür davranışlar sergileyen araştırmacıları anlayamayan bir toplum için çöküş çanları çalıyor demektir.
Teşvik daha da büyüdü
Ülkemizde yapılan bilimsel değerlendirme yöntemi akıl almaz derecede yanlışlar içermektedir. Tehlikeli olan ise bu yanlışların kazara değil, bilinçli olarak yapılıyor olmasıdır. Bu değerlendirmenin başında da niteliğe değil niceliğe yönelinmiş bir durum söz konusudur. Bu değerlendirme biçiminin üniversitelerce, TÜBİTAK vb. kurumlarca desteklendiği dikkate alındığında ortada bir akıl tutulmasının, rantçılığın ve talan etme düşüncesinin izdüşümleri olduğu görülür.
Akademik teşvik 2016 yılından itibaren tüm üniversitelerde devlet eliyle uygulanarak, öğretim üyeleri hırsızlığa ve hiçsizliğe teşvik edilmeye resmen başlanmıştır.
Kısacası bu yazıda asıl vurgulanmak istenen yazının başında geçen sorunun yanıtıdır. Soruyu tekrarlayalım ‘Sen bunu sev, sana para vereyim’ yaklaşımı neyi üretir? Yanıt: Fahişeliği. Maalesef Türkiye’de üniversiteler fahişeleşmiştir/fahişeleştirilmiştir.[5]
Bu yazının anahtar kelimesi teşvik daha doğrusu akademik teşviktir.
10-15 yıl önce ortaya çıkan ‘ilk 500’e giren üniversiteler’ sıralamalarla başlayan ve dönemin başbakanının ‘eyy ODTÜ, sen neden ilk 500’e giremedin? Önce onu söyle’ suçlamaları ile devam eden süreç bu işin nerelere doğru evrileceğinin işaretlerini veriyordu.
Üniversiteleri yarıştırmak, piyasalaştırmak üniversite geleneğine aykırıdır. Ama kapitalizmin bir değer kaygısı olmadığı gerçeği dikkate alındığında şaşılacak bir durumun olmadığını da kendi doğallığı içerisinde analiz etmek gerekiyor. Alınganlığa gerek yok.
Sayı saymayı yeni öğrenmeye başlayan, bugün 10’a kadar, ertesi gün 100’e kadar, sonraki hafta 1000’e kadar sayan 7-8 yaşlarındaki çocuğun heyecanı elbette anlaşılabilir ve teşvik de edilebilir. Ancak öğretim üyelerinin her geçen gün daha fazla sayı saymasını bir araştırma ve başarı olarak gören ve bunu ödüllendiren üniversite yapısına ne denilebilir? Böyle bir yaklaşımın yaratabileceği boğucu ortamın nasıl olabileceğini ve kimleri boğabileceğini tahmin edebiliyor musunuz? Katılmış olduğum bir akademik toplantıda, on bir bölüm başkanının kendilerine verilen beşer dakikalık konuşma süreleri içerisinde, konuşmalarının tamamının “Bölümümüzde şu kadar yayın yapılmıştır. Şu kişi en fazla yayını yapan kişidir. Kendisini tebrik ediyor ve başarılarının devamını diliyoruz…” biçiminde olması, niteliğe yönelik hiçbir değerlendirme yapılmayıp, dinleyicilerden de bırakın bu garip duruma tepki göstermeyi, mevcut durumun alkışlanması neyi gösterir?
Bir teşvik doğuyor
Erdal İnönü’ün TÜBİTAK’tan sorumlu bakan ve Tosun Terzioğlu’nun TÜBİTAK başkanı olduğu dönemde SCI-E indeksine giren akademik dergiler sınıflanmış ve bu dergilerde yayın yapan öğretim üyeleri ‘parayla teşvik’ edilmişlerdi. Bu teşvik sürecinde yapılan çalışmanın niteliğiyle kimseler ilgilenmemişti.
Bir zamanlar Cumhuriyet gazetesinin cuma günleri eki olarak çıkartılan Bilim ve Teknik Türkiye’deki üniversitelerde en fazla yayını olan kişileri kapak sayfasında listeleyerek bu öğretim üyelerini Türkiye’nin en başaralı araştırmacıları olarak sunmuştu. Listede isimleri olan birçok öğretim üyesinin koltuklarının altında bu dergiyi büyük gururla taşımaları çok tuhafıma gitmiş ve o ana kadar saygı duyduğum ve aydın olarak gördüğüm/sandığım bu kişiler konusunda kafamda şüpheler oluşmuştu.
Teşvik, sonrasında ODTÜ tarafından da çok sevilmiş, okşanmış, büyütülmüş ve kendi üniversitelerinde uygulanmıştır. Bu uygulamanın mimarı da uzun süre ODTÜ’de rektörlük yapmış olan Ural Akbulut’tur.
Daha sonraları SCE-I dergilerine giren paralı dergiler inanılmaz bir artış göstermiş ve TÜBİTAK’ın teşviki bu dergi şirketlerine para akıtan bir kurum haline dönüşmüştür. İşin tadını alan paralı dergi şirketleri inanılmaz bir şekilde örgütlenmiş, sahte konferanslar düzenleyerek piyasalarını daha da genişletmiş ve kontrol altına almıştır. Özellikle bilimsel etiğin ve kültürün gelişmediği ülkelerde bu dergiler kök salarak, bu dergiler üzerinden yetişen ‘akademisyenler’ Türkiye’nin dört bir yanında üniversiteleri tabiri caiz ise ele geçirmişlerdir.
Ülkemizde yapılan Matematik yayınlarının yüzde 90’a varan bir kısmının yukarıda tanımlanan paralı dergilerde olması, Almanya, Fransa, İngiltere gibi ülkelerde bu oranın yüzde 5 civarında kalması olayın korkunçluğunun işaretini de veriyor.
Teşvik eleştirilmeye başlanıyor
Teşvik konusunun tam bir tecavüzcü amca olduğunun anlaşılmaya başlanması üzerine konuyla ilgili ufak tefek eleştiri yazıları çıkmaya başlamıştır. Bu yazılardan bazıları:
– Ersan Akyıldız, Bilimsel Atıf Dizinleri (SCI, SCI-Expanded) tarafından taranan dergilerde matematik yayınları ve bazı gözlemler, Bilim ve Ütopya.
– Şafak Alpay ve Zafer Ercan, Bilimsel Yayınların Değerlendirmesi Üzerine, Cumhuriyet Bilim Teknik, 24 Aralık 2005, 19, 179, s.20.[1]
– Kaan Öztürk, Şişme Dergiler ve Yayın Etiği İhlalleri, Matematik Dünyası, 2012-II.
– Metin Balcı, Nedir Bu Waset[2] Adlı Kuruluşun Kongreleri: Kongreler Bilimsel Amaçlı mı Yoksa Gezi Amaçlı mı? Cumhuriyet Bilim ve Teknoloji, 25 Aralık 2015.
– Özgür Aydın, Akademik Teşvik neyle şevke gelinir, Sol Haber, 07.03.2016.[3]
(Yukarıdaki yazılardan özellikle Kaan Öztürk ve Metin Balcı’ın yazısı okunmadan burada vurgulanmak istenenin tam olarak anlaşılması mümkün olmayacaktır. Bu sebeple okurlara bahsi geçen yazıların okunmasını öneririm.)
Türkiye’de paralı teşvik süreci bu şekilde başlamıştı. Böyle bir model bildiğim kadarıyla saygın hiçbir üniversitede yoktur.
Perelman ‘ben sergilenmem’ diyor[4]
Matematik Dünyası dergisinin 2003-1 sayısında Burak Özbağcı tarafından “Bir Milyon Dolarlık Soru” başlıklı bir yazı yayınlanmıştı. Yazıda bir matematik probleminden bahsediliyor ve bu soruyu ilk çözene Clay Matematik Enstitüsü tarafından bir milyon dolar para verileceği söyleniyordu. Bu yazıyı referans alarak aynı derginin 2003-II sayısında yayınlanan “Taahütname” başlıklı bir yazımda ‘Bir Milyon Doları’ ironik bir dille eleştirmiştim. Sonra neler mi oldu? Bahse konu soru Rus Matematikçi Grigori Perelman tarafından çözüldü (Yanlış anlaşılmasın, bu ödülün Perelman’ın problemi çözmesinde bir motivasyonu olmamıştır.) Hatta Perelman, bildiğim kadarıyla, bir milyon dolarlık ödülü reddettiği gibi, ilgililere “Hayvanat bahçesindeki bir hayvan gibi sergilenmek istemiyorum” fırçasını da çekmiştir.
Perelman’ın ortaya koyduğu bu yaklaşım matematiğin gelişimine yön vermiş birçok matematikçide de görülebilen yaygın bir davranış biçimidir. Elbette bu tür davranışları her matematikçiden ya da araştırmacıdan beklemek yersizlik olur. Ancak, bu tür davranışlar sergileyen araştırmacıları anlayamayan bir toplum için çöküş çanları çalıyor demektir.
Teşvik daha da büyüdü
Ülkemizde yapılan bilimsel değerlendirme yöntemi akıl almaz derecede yanlışlar içermektedir. Tehlikeli olan ise bu yanlışların kazara değil, bilinçli olarak yapılıyor olmasıdır. Bu değerlendirmenin başında da niteliğe değil niceliğe yönelinmiş bir durum söz konusudur. Bu değerlendirme biçiminin üniversitelerce, TÜBİTAK vb. kurumlarca desteklendiği dikkate alındığında ortada bir akıl tutulmasının, rantçılığın ve talan etme düşüncesinin izdüşümleri olduğu görülür.
Akademik teşvik 2016 yılından itibaren tüm üniversitelerde devlet eliyle uygulanarak, öğretim üyeleri hırsızlığa ve hiçsizliğe teşvik edilmeye resmen başlanmıştır.
Kısacası bu yazıda asıl vurgulanmak istenen yazının başında geçen sorunun yanıtıdır. Soruyu tekrarlayalım ‘Sen bunu sev, sana para vereyim’ yaklaşımı neyi üretir? Yanıt: Fahişeliği. Maalesef Türkiye’de üniversiteler fahişeleşmiştir/fahişeleştirilmiştir.[5]
[1]
Bu yazıda ortaya konan problemlerin niteliğinde bugüne kadar epey
farklılıklar oluşmuştur. Bu yazının yazıldığı tarihlerde paralı dergiler
üç-beş tane iken günümüzde yüzde doksana varan oranı paralıdır ve
Türkiye bu konuda en büyük Pazar alanıdır.
[2] Waset, Türkiye’de ‘bilimsel’ hizmetler sunarak Türkiye’de bilim adamları yetiştiren organizasyondur. Çok daha geniş bilgiye http://haber.sol.org.tr/bilim/bilimsel-sarlatanliga-akp-korumasi-151175 adresinden ulaşılabilir.
[3]
Bu yazının son paragrafı şöyle bitiyor: Öyle anlaşılıyor ki akademik
teşvik bilimsel üretim sürecinde nakde dönüştürebileceği puanları
toplama konusunda akademisyeni şevke getirecek., bilimsel üretim
sürecine ilişkin hakimiyetini yitirme konusunda akademisyeni adımlar
atmaya teşvik edecektir.
[4]
Bu noktada yüzyılımızın matematiğine yön vermiş Alexander
Grothendieck’den bahsedilmeden olmaz. Grothendieck, çalışmakta olduğu
üniversitenin ülkenin savunma bakanlığı tarafından desteklendiğini
anladığı gün çalıştığı kurumdan istifa eder, nedeni basittir: Kirli
işlere bulaşmış bir savunma bakanlığı tarafından desteklenen bir kurumda
çalışmayı kabul edemez.
[5]
Yılmaz Akyıldız, fahişelerin işçi sınıfının bir parçası ve devlete
vergi ödeyen emekçiler olmaları nedeniyle, ‘Üniversiteler
fahişeleşmiştir’ yerine ‘teşviklerle üniversiteler yozlaştırılmakta ve
sahtekârlar yuvasına dönüştürülmektedir’ kullanımının daha yerinde
olacağını öneriyor. Bu eleştiri son derece yerinde olsa da, bu kelime
vurgu açısından bilinçli olarak kullanılmıştır.
21 Mayıs 2016
Prof Dr Kayhan Kantarlı - BİLİM AHLAKI ENKAZINI RANTA DÖNÜŞTÜRMEK
( ALAKARGA 1132.sayı )
Uyguladığı görmezden gelme/örtbas etme tutumuyla, bilimsel hırsızlık (intihal) başta olmak üzere her türlü bilimsel sahteciliği sıradan bir olay haline getiren YÖK sistemindek bilimsel ahlak çöküşü, sistemin işbilir sözde bilim insanları tarafından muazzam bir kirli kazanç pazarı yarattı. Pazardaki alıcı sayısı, akademik yükseltmelerin ve son zamanlarda buna ek olarak düşük öğretim üyeleri maaşlarını yükseltmek için bulunan akademik performans formülünün bilimsel yayınların niteliği değil niceliği temelinde işlemesi sayesinde hızla yükseliyor. Pazarda kolayca müşteri bulan malın ne olduğu malum…sahte konferans ve 20 gün de yayınlama sözü vermek gibi ahlak sınırlarını zorlayan bilimsel dergiler [1]. Bazı mallara verilmeye başlayan TÜBİTAK desteği ise pazarın cazibesini daha da arttırmaktadır [2].
Bu güne kadarki deneyimler ve yaşanan gerçekler YÖK’ün, yerlerde sürünen bu bilim ahlakı düzenini değiştireceğine dair en küçük bir umut vermiyor. YÖK her ne kadar hazırladığı ve parlamentoya sunulan yasa tasarısında [3], bilim etiği ihlallerini ve bunlara verilecek cezaların ne olduğunu açık bir şekilde tanımlamasına ve intihalin yaptırımı olarak “üniversite öğretim mesleğinden çıkarma” cezasının yeniden getirmesine karşın, tasarıda bilimsel sahtecilikler için söz konusu olmaması gereken zaman aşımı maddelerinin bulunması ,uygulamada yine örtbas etme ve görmezden gelme taktiğinin devam edeceğini işaretleri olarak karşımıza çıkıyor.
İster üniversite öğretim mesleğinden, ister kamu görevinden çıkarma cezası olsun bilimsel hırsızlık suçu için böylesi ağır yaptırımların ardında yatan amaç "caydırıcılık"tır. Ancak bir cezanın caydırıcılığı her şeyden önce “örtbas etme” yi dışlayan, yandaşlık kaygılarından arınmış, tarafsız bir soruşturma yapılıp yapılmamasına bağlıdır. Açıkçası ceza var ama, hırsızlık örtbas edilip uygulanmıyorsa caydırıcılık yoktur. Sonuçta akademik ahlak yoksunluğu azalacağına daha da artar. Öyle ki ortalık bu ahlaki çöküntüyü, müşteri bulmakta hiç bir zorlukla karşılaşmadan ranta dönüştüren sahte bilimsel kongre, dergi ve sahte tez pazarlarından geçilmez olur.
YÖK’den umudunu kesen bazıları ise bilim ahlakının kurtulması için bu pazarda “bağımsız bir Ulusal Bilim Etiği Kurulu” kurulması için imza masası açmaya kalkarlar. Ancak, 6 aydır kurulu olan bu masaya o kadar az insan yanaşır ki on binlerce akademisyenin dolaştığı pazarda imza sayısı başlangıçta atılan imzalarla 500’e bile ulaşmaz [4] .
Kayhan Kantarlı
Emekli Öğr. Üyesi
TÜMÖD İzmir Temsilcisi
Kayhan Kantarlı
Emekli Öğr. Üyesi
TÜMÖD İzmir Temsilcisi
1 Mayıs 2016
Çiğdem Toker - Prof. Dr. Serdar Sayan: "İntihal en çok bu coğrafyadan çıkıyor" (Cumhuriyet)
Yaşadığı intihal deneyimi sonrası dünyadaki intihal olaylarını masaya
yatıran Prof. Dr. Sayan, unvan alabilmek için makale yayımlatmada
yapılan sahtecilikleri anlattı.
Prof. Dr. Serdar Sayan, akademik alanda üretkenliğiyle tanınan bir
iktisat hocası. TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi öğretim üyesi.
Yaşadığı tuhaf bir deneyim, adını literatürde farklı kılmakta: Prof.
Sayan, yazdığı bir makaleyi, olduğu gibi “yürüterek” kendisininmiş gibi
sunan bir akademisyenin çalıntı makalesine “hakemlik” yapmış ilk ve tek
isim.
İranlı Bashir Khodaparasti, Sayan’ın bir doktora öğrencisiyle
birlikte kaleme aldığı makaleyi, ilk satırından son satırına dek -adeta
ekran fotoğrafı gibi- aşırmakta beis görmemiş. Ama “Scandinavian Journal
of Economics” editörü, nüfus yaşlanma hızının dış ticarete etkisini
konu alan bu makaleyi hakemlik yapması için Sayan’a gönderince de yakayı
ele vermiş.
2007’de yaşanan bu olayın dünyada eşi benzeri yok. O dönem çalıştığım
Hürriyet’te haberleştirdiğim bu olay, “Makale çalıntı, çünkü benim”
başlığıyla sürmanşete taşınmıştı. Akademi alanında etik çalışması yapan
uluslararası bir kurum bu konuyla yakından ilgilenince, mesele dokuz yıl
sonra yeniden güncel hale geldi.
Sayan’ın, dünyadaki intihal olaylarını inceleyen “Kendi Makalenize
Hakemlik Yapmak: Gerçekleşen Rüya mı, Yoksa...” başlıklı makalesi,
“Review of Social Economy” adlı akademik dergide bu ay yayımlandı. Dokuz
yıl önceki haberimin, bu makalede referans olarak yer aldığını
öğrenince bana da Sayan’ın kapısını tekrar çalmak düştü. Makaleyi
yazarken, intihalin en çok Türkiye’nin yer aldığı “bu coğrafya”da
yaygınlığını gördüğünü belirten Sayan ile “intihal”i konuştuk.
‘O ahlaka kurban olun’
Sizin olaydan başlayalım. Makalenizi blok olarak çalan İranlı akademisyen ne yapmakta?
İran’da hocalığa devam ediyor. Ama kayda değer hiçbir makalesi
çıkmamış. İsmi pek bilinmiyordu zaten. Makaleyi bana hakemlik için
gönderen editör, üniversite yönetimine ve kendisine yazmıştı ama
herhangi bir yaptırım uygulanmadı.
Son makalenizde ele aldığınız konulardan biri intihaldeki artışın nedenleri...
Evet burada iki enteresan şey var. Birincisi, artış en çok bizim
bölgeden, yani bizim coğrafyadan. Orada şunu söylemem lazım: “Siz
Batı’nın teknolojisini, ahlakını almayın diyen, bir tür var ya. Siz o
Batılı ahlaka kurban olun. İkinci soru ise neden bu kadar cüretkâr
oldukları.
‘Küreselleşmeyle arttı’
İnternetin sebep değil araç olduğunu söylüyorsunuz burada. Peki nasıl?
İntihal vakalarındaki artış, 90’lardan itibaren küreselleşmeye bağlı
olarak artıyor. İnternet ile küreselleşmenin aynı döneme rastlaması ve
etkileşimin rolü büyük. İnternet intihali kolaylaştırdı ama yakalamayı
da kolaylaştırdı. Diğer yandan da küreselleşmedeki artış öğretim
üyelerinin ülkeler arası dolaşımını artırıyor.
Dolaşımın artması ve dış dünyaya açılım, akademik çalışmada standart
sorunları görünür mü kılıyor? Tabii. Türkiye’de çalıntı iddiaları çok
vardır. Ama bunu zaten üç beş jüri üyesi görür, bilir. Anlarsa intihal
olayını, onlar anlar. Anlamazlarsa doçentliğini verir geçerler. ABD’de,
İngiltere’de işler böyle olmuyor. Oralarda ne işe yaradığı belli olmayan
500 sayfalık bir şey yazamıyorsun. Uluslararası baskı çoğalıyor. Bugün
artık önemli bir soruna çözüm önerecek, yaratıcı bir şeyler yazma
zorunluluğu ortaya çıktı. Bu Türkiye’de Bilkent’te başladı. Sonra
giderek başka üniversiteler hakemli dergilerde yayımlatılsın demeye
başladı. Bunun bizim gibi ülkeler açısından getirdiği en önemli sonuç
ise ABD ve İngiltere gibi ülkelerdeki atama, yükselme kriterleriyle
tanışılması. Atama ve terfiler, saygın dergilerde, alanın uzmanı
hakemlerin yayımlanmaya değer bulmasıyla basılan makalelerin sayısı ve
kalitesine bağlı.
‘Rus ruleti oynamak gibi’
Prof. Dr. Serdar Sayan, “Dolu mermiye sıranın ne zaman geleceği
belirsizdir; intihalden yakalanmak kafanıza kurşun sıkmak gibidir”
diyor.
Söz ettiğiniz cüretkârlığın cevabı da burada mı?
Evet yaratıcı bir sorun bulup, onu çözme meselesi büyük eksiklik. Bu
eksikliklerin atanma ve yükseltilme kriterlerini doğrudan etkilemesi,
intihalin bir sebebi. İntihal “Rus ruleti” oynamak gibidir. Sizi suçüstü
yakalayacak hakeme ne zaman yakalanacağınız, dolu mermiye sıranın ne
zaman geleceği gibi belirsizdir; intihalden yakalanmak kafanıza kurşun
sıkmak gibidir...
Ama yine de cüret ediliyor işte...
Çünkü bizim gibi gelişmekte olan ülkelerde yayımlanan yerli akademik
dergilerde hakem değerlendirmesi süreci sağlıklı biçimde işletilemiyor.
Çünkü bizde herkes kimin ne olduğunu biliyor, zaten ismini, izlesen de
kimin ne yaptığı belli. Benim makalem sana geldiğinde, şöyle bir
bakıyorsun, beğenmesen de “tamam iyidir, yayımlansın” diye bir rapor
yazıyorsun, sonra da bana telefon edip, “Bak Hoca, senin makalen bana
geldi, benimki de sana gelecek muhtemelen” diyorsun.
“Al gülüm ver gülüm”lerle karşılıklı borçluluk ilişkisi yaratma?
Maalesef. Bunun sonucunda kriterler aşağıya çekiliyor. Uluslararası
yayın, seni tanımayan, kontrol edemeyeceğin, etkilemeyeceğin bir süreç
demektir. Gerçek anlamda kalite onayı. Yavaş yavaş bu sistem taşra
üniversitelere de uygulanıyor. Fakat taşra üniversitelerdeki öğretim
üyelerinin büyük çoğunluğu Türkiye’deki üniversitelerden doktora almış
ve buralardaki kötü doktora eğitimi sonucunda ilginç problem
tanımlamakta, çözmek üzere ilginç bir araştırma yapmakta, tasarlamakta,
özellikle sosyal bölümlerde yoksun.
‘Yazma becerisi eksik’
İntihali yaygınlaştıran başka bir etken var mı?
Genç kuşaklarda korkunç bir yazma becerisi eksikliği. İngilizceden
geçtim, meramını Türkçe anlatma becerisinden söz ediyorum. Bazen
yazdığını okuduğumda, “ne diyor bu çocuk” diyorum. Giriş, gelişme,
paragraf hak getire. Hakikaten anlamıyorum, çağırıyorum çocuğu, “Sen ne
anlatıyorsun. Bana söyle şimdi” deyip oradan toparlamaya çalışıyorum. Bu
şartlar altında böyle eğitim almış adamlara “yaratıcı problem bul, çöz,
tanıt” diyorsun. Kaliteli uluslararası yayın organında bir makale yazıp
yayımlatacak beceriye sahip olmadığı halde, “Bunu yapmazsan, doçent,
profesör olamazsın” diyorsun. Eskiden Fransızlarda Doğu ülkelerinden
gelen öğrencilere verilen çok aşağılayıcı “bon pour l’Orient” diye bir
değerlendirme notu vardı, “Şark için kabul edilebilir”. Demem şu; kendi
dilini kullanamayan adamları üniversitelerde çalıştırıp, “Batı için de
iyi olan şeyler yazacaksın” diyoruz.
‘Tünelin ucunda ışık yok’
Peki, ne yapacağız biz?
Yapacağımız şey eğitim kalitesini çok artırmamız, ama ben tünelin
ucunda bir ışık göremiyorum, hayır. Çünkü eğitim sistemi, yaratıcı insan
yetiştirmiyor. Ezberci, yarım yamalak, kurnazlığa yönelik işler.
Çocuklara bir şey öğretmeye kalktığımda dirençle karşılaşıyorum. “Şurada
türev alacağız” dediğimde, “Neden” diyor.
‘Sahte dergiler'
Makalenizde görüldüğü kadarıyla neredeyse bir intihal endüstrisi oluşmuş?
Dünyanın her yerinde hakemli dergi adı altında sahte dergiler
çıkıyor. Mesela İngiltere’de genelde Bangladeşliler yapıyor bunu.
İtalya’da bir dergi, sırf sınamak amacıyla böyle bir maç ya da hayat
hikâyesi anlatır gibi bir makale göndermişler para karşılığında, ne
olacak diye. Basılmış o makale. Türkiye’de de bu uluslararası yayınlarda
belli bir puan alıyorsun. Mesela Kazakistan’da bir dergi çıkıyor,
uluslararası dergi. Yayın kurulunu açıyorsun. Editörlerin hepsi
Türkiye’deki taşra üniversitelerinden öğretim üyeleri. Trabzon’da bu işi
yapıp para kazanan bir adam vardı mesela. Kapatıldı sonra. TÜBİTAK
desteği alıyorlar bir de.
‘Endüstri oldu’
Nasıl fark edilmiyor?
Şimdi sen bana makale gönderiyorsun, ben burada bilgisayarda
basıyorum. Bir şekilde İngiltere e-posta adresi almışım. Şimdi çok kolay
o işler. Kendimi İngiltere’de çıkan bir derginin editörü gibi
gösteriyorum. Makalende hayatını bile anlatabilirsin. Daha iyi bir şey
yazamadığın için ben sana 500 dolar veriyorum. Bunda beis görmüyorum
çünkü TÜBİTAK’tan daha yüksek destek alıyorum. Trabzon’da evinde dergi
kuran adam böyleydi. Yani bu işler dünya çapında çok arttı. Bu
ülkelerden insanlar bu şartlar altında ilerleyemedikleri için, bu iş bir
endüstri haline geldi. Yani öyle örnekler biliyorum ki, TÜBİTAK’tan
aldığı parayla, maaşını ikiye katlayan insanlar biliyorum. TÜBİTAK fark
edince geri istiyor, kesiyor filan ama çok mide bulandırıcı hale geldi
bu işler.
Serdar Sayan kimdir?
ODTÜ Ekonomi Bölümü’nden mezun. Yüksek lisans ve doktorasını ABD’de
Ohio State University’de yaptı. 1992’de Türkiye’ye dönerek Bilkent
Üniversitesi Ekonomi Bölümü’nde öğretim üyesi olarak göreve başladı ve
2006’ya kadar bu üniversitede çalıştı. 2003-2004 öğretim yılında misafir
profesör olarak yüksek lisans ve doktora dersleri vermek üzere davet
edildiği Ohio State University‘ye döndü. 2005 kışını Uluslararası Para
Fonu’nda (IMF) Ziyaretçi Akademisyen olarak çalıştığı Washington’da
geçirdikten sonra 2006’da TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi’ne
geçti. Halen bu üniversitede bir yandan dersler veriyor, bir yandan da
Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü’nü ve isabetli işsizlik oranı
tahminleriyle ünlü Sosyal Politikalar Uygulama ve Araştırma Merkezi
(SPM) Direktörlüğü’nü yürütüyor. Sayan çok sayıda ulusal ve uluslararası
akademik dergiye hakem olarak hizmet etmesinin yanı sıra, Türkiye’de ve
ABD’de yayımlanan çeşitli dergilerde misafir editörlük, başeditörlük ve
asosiye editörlük görevleri de üstlendi. 2009-2011 yılları arasında
Üniversiteler Arası Kurul Doçentlik Alt Komisyonu ve 2011-2013 arasında
da YÖK Sosyal Bilimler Yayın Etiği Komisyonu üyesi olarak görev yaptı.
(Bütün bu etkinlikleri sırasında da arzu ettiğinden çok daha fazla
sayıda intihal vakasıyla karşılaştı.)
1 Nisan 2016
Erman Çete - 'Bilimsel şarlatanlığa' AKP koruması (SoL - Haber)
Düzenledği
sahte bilimsel konferanslar ile tanınan WASET isimli kuruluş hakkında
haber yapan siteler mahkeme kararıyla engellendi. Kararı çıkartan avukat
ise AKP'li.
Bir süre "Enformatika" adıyla faaliyet
yürüttükten sonra adını "Dünya Bilim, Mühendislik ve Teknoloji Akademisi
(WASET)" olarak değiştiren sahte "bilim konferansları" düzenleyen
kuruluş bu sefer "site kapattırma" ile gündeme geldi.
Kuruluşun sahibi Cemal Ardıl adına Avukat Ceyhun Gökdoğan tarafından
14 Mart 2016'da İstanbul 10. Sulh Ceza Hakimliği'ne yapılan talep, jet
hızıyla kabul edildi ve 17 Mart 2016 tarihinde WASET hakkında yayın
yapan çok sayıda internet sitesi ve URL'ye erişim engeli çıkartıldı.
Engellenen URL'ler arasında hurriyet.com.tr'ye, ekşi sözlük'e, plagiarism-turkish.blogspot.com.tr 'ye ait sayfalar da bulunuyor.
Ancak mahkeme kararında, engellemenin gerekçesi olarak, Cemal
Ardıl'ın üzerine isnat edilen bir "zimmet" suçundan beraat ettiği, adı
geçen yayınlarınsa "masumiyet karinesini ihlal ettiği" gösteriliyor.
Oysa, engellenen URL'lerde Ardıl'a bir "zimmet" suçu değil, sahte bilimsel konferanslar düzenleme suçu isnat ediliyordu.
WASET NEDİR?
WASET, aslında akademideki "açığı" kullanarak, sahte bilimsel konferanslar ve "hakemli dergiler" aracılığıyla insanların dergilerde yayın yapmasını sağlayan bir kuruluş.
WASET, aslında akademideki "açığı" kullanarak, sahte bilimsel konferanslar ve "hakemli dergiler" aracılığıyla insanların dergilerde yayın yapmasını sağlayan bir kuruluş.
İnternet sitesine bir göz attığınızda, Barcelona'dan Paris'e, New
York'tan Kuala Lumpur'a kadar onlarca "bilimsel konferans" ilanı ile
karşılaşıyorsunuz.
Ancak yapılan şu: WASET'e belirli bir ücret ödüyorsunuz ve o da sizi
uluslararası bilimsel konferanslara katılmış ya da hakemli dergilere
yazı yazmış gibi göstererek CV'nizi şişirmenize yardımcı oluyor.
WASET'in öncülü "Enformatika"nın foyası, İTÜ öğretim üyesi Prof. Tayfun Akgül tarafından ortaya çıkartılmıştı.
Akgül, bu kuruluşa sahte bir makale yolladığını ve makalenin
basıldığını kamuoyuna açıklayınca, site ve kuruluş apar topar
kapatılmıştı.
Ancak Enformatika sadece görünüşte kapatıldı. Yerine geçen site ise WASET oldu.
NASIL İŞLİYOR?
Şebekenin nasıl işlediğine dair dünyanın birçok yerinden tanıklıklar internette bulunabiliyor.
Şebekenin nasıl işlediğine dair dünyanın birçok yerinden tanıklıklar internette bulunabiliyor.
Örneğin, "MEI Blog" isimli sitede yayımlanan
"WASET konferansları yalnızca dolandırıcılık mı?" başlıklı yazıda,
posta kutusuna düşen "Venedik'te 34'üncü Uluslararası Maden Mühendisliği
ve Metalurji Teknolojisi Konferansı" e-postasından bahediyor.
Venedik'te bir konferansa katılmak elbette cezip geliyor. Ancak
e-postadan şüphelenmesine neden olacak bazı şeyler oluyor. Bir süre
sonra, Prag'da da benzer bir konferansın olduğunu, posta kutusuna düşen
yeni bir e-posta ile öğreniyor!
Daha sonra WASET'in internet sitesine girerek kuruluşa destek veren
isimleri araştıran blog yazarı, tanıdığı kimsenin olmadığını fark
ediyor.
Tanıdık gelen tek isim, University of Westminster'den Kenneth Revett.
Ancak bu okulun sitesine girince, Kenneth Revett isimli birinin de
olmadığını görüyor.
Örneğin, "34. Yapay Sinir Ağları Uluslararası Konferansı"nı araştıran
yazar, bu isimde bir başka ve gerçek bir konferansın olduğunu, ancak
bugüne kadar yalnızca 22 tane konfernasın yapıldığını keşfediyor. Yani
WASET, başka konferansların başlıklarını çalıp rakam uydurarak yoluna
devam ediyordu.
İşte o "hırsızlık"ın kanıtlarından birisi:
Sitesi engellenenlerden olan Adam Chehouri de, daha önce bildirisi
için WASET'in banka hesabına para transfer eden birisinin, daha sonra
hiçbir geri dönüş alamadığını, bu paranın WASET tarafından çalındığını iddia ediyordu.
Öte yandan, "parayı bastırıp makale yayımlatma" işi WASET ile sınırlı
değil. Akademideki "atıf manyaklığı" nedeniyle, "pay journal (paralı
dergi)" adı verilen yöntemle para karşılığı makale bastırmak ve akademik
basamakları hızla tırmanmak mümkün.
BİR 'AİLE ŞİRKETİ' OLARAK WASET
WASET'in arkasındaki isimleri, mahkeme kararıyla engellenen sayfalardan birisinde yer alan, Hürriyet'ten Sefa Kaplan'ın 2010 tarihli haberinden okuyoruz:
WASET'in arkasındaki isimleri, mahkeme kararıyla engellenen sayfalardan birisinde yer alan, Hürriyet'ten Sefa Kaplan'ın 2010 tarihli haberinden okuyoruz:
Sitenin arkasında eski Fen Bilgisi öğretmeni Cemal Ardıl var, kendisine kızı Ebrû Ardıl ile oğlu Bora Ardıl yardımcı oluyor. Bu isimler hayli ilginç. 20 yıllık Fen Bilgisi öğretmeni Cemal Ardıl kendisini Dr/PhD olarak tanıttığı için TÜBİTAK Başkanı Prof. Nüket Yetiş, hakkında Etik Kurul’da soruşturma açtırdı. Arkasından TÜBİTAK ismini izinsiz kullandıkları için noterden protesto etti. Hatta sahte konferans, sahte dergi gibi sorunlar çözülene kadar Çanakkale 18 Mart Üniversitesi ve Bilgisayar Muhendisliği Bölümü’ne TUBİTAK desteğini kesti. Ama onlar faaliyetlerini sürdürüyorlar. Bilin bakalım WASET’te en çok kimin makalesi yayımlanmış? 46 makale ile ilk sırada Cemal Ardıl bulunuyor.
AVUKAT TANIDIK
Sitelere erişim engelini çıkartan avukat ise "tanıdık."
Sitelere erişim engelini çıkartan avukat ise "tanıdık."
Avukat Ceyhun Gökdoğan'ın, kısa bir Google taramasıyla, "Harun Yahya"
adını da kullanan Adnan Oktar'la bağlantısı olduğu görülebiliyor.
Ancak daha önemlisi, Gökdoğan'ın AKP Büyükçekmece İlçe Örgütü Yürütme Kurulu Üyesi olması.
Gökdoğan, Twitter hesabından da Erdoğan'ı öven paylaşımlar yapıyor: >>>
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
!
Türkiye yırtıcı, şaibeli, sahte ve fake dergilerde en çok yayın yapan 3. ülke
Predatory journals: Who publishes in them and why? - Selçuk Beşir Demir Dünyanın en prestijli dergilerinden biri olan Elsevier tarafınd...
Predatory journals: Who publishes in them and why?
.....................................................................
...
...
...
* Rastgele Yazılar
.