NEDEN ?

https://plagiarism-turkish.blogspot.com


Yükseköğretimde Gözetim ve Denetim - Yasal Çerçeve ve Uygulamalar -
Devlet Denetleme Kurulu Raporu (2009) lütfen tıklayın
2547 sayılı Kanun’da öğretim elemanlarının disiplin suçlarına ilişkin yapılması düşünülen değişiklikler hakkında Bilim Akademisi’nin raporu (2016) lütfen tıklayın

24 Nisan 2011

Prof. Dr. İzzettin Önder - Çocuklar, yönetiminin parıltıları! (Evrensel Gazetesi)

Bir 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nı daha geride bıraktık. İki önemli sözcükten oluşan bir bayram;“ulusal egemenlik” ve “çocuk bayramı”. Çocuklar bayram yapar, eğer ulusal egemenlik içinde geleceklerine güveniyorlarsa!

Gençlik aşamasına evrilen çocukların en büyük idealleri sağlam bir eğitim almaktır. Oysa, eğitim sürecine girmek başka bir dert, eğitim aldıktan sonra anlamlı bir iş bulmak başka bir dert. Bu yılki sınav skandalının gençler üzerindeki etkisini hiç uzun uzun tartışmaya gerek yok. Ancak, bu konuda şu dört noktayı belirtmeden geçmeyi, hem bir vatandaş hem de bir eğitimci olarak, içime sindiremiyorum. Birincisi Cumhurbaşkanı ve Başbakanın skandalın incelenmesi için ilgili inceleme komisyonlarını harekete geçirmeden, kamuoyuna, sınav başkanını dinleyip tatmin oldukları şeklinde açıklama yapmaları; ikincisi, sınav başkanının açık itirafından sonra istifa etmeyip hâlâ makamı işgal ediyor olması; üçüncüsü, Başbakanın gençlerin karşısına bilmem kaç bin genci koyma ifadesi ve buna karşı toplumun, birkaç cılız ses dışında, tepkisiz kalması; dördüncü rahatsız edici konu ise, sınav başkanının sınav skandalı ve buna ilaveten intihal söylentiklerinden sonra da hâlâ koltuğunu koruyor olmasıdır.

Herkes için olduğu gibi, özellikle de bir bilim insanı için bilimsel kopyalama, yani intihal olayı, hiçbir şekilde affedilir bir suç değildir. Böyle bir iddia karşısında ya ilgili kişi iddianın doğru olmadığını ileri sürer ve bu savunmasını karşıt deliller ileri sürerek kanıtlar, ya da vicdan muhasebesi yaparak görevini bırakır. Bu iki yolun da izlenmemiş olması akademisyen ruhu ile açıklanabilir bir davranış olarak görülemez! Gönül isterdi ki, Cumhurbaşkanı ve Başbakan, sorumlu kişiden bilgi aldıktan sonra değil de, inceleme komisyonlarını görevlendirip gerekli tahkikatı yaptırdıktan sonraki kanaatlerini toplumla paylaşmış olsalardı! Gönül istredi ki, Başbakan da şikayetlerini dile getirmek için sokaklara dökülen gençlerin karşısına onbinleri çıkarabileceğini söylemek yerine, gençlerin dert ve şikayetlerini dinleyip, bir çare üretme yoluna girmiş olsa idi! Meseleleri anlamak ve çözmek yerine, niye toplum bastırılmaya ve susturulmaya çalışılır, anlayabilmiş değilim!

Yaşadığımız acı gerçekler, belki toplumun bir kesimi için, bir tür alan kazanma ve güç gösterisi olarak hoş karşılanıyor olabilir. Unutulmaması gereken şudur ki, hak ve hukuk toplumun bir kesimi için değil, tüm toplum için gereklidir. Aynı şekilde, toplumsal güvene dayalı adil yönetim de toplumun bir kesimi için söz konusu olamaz, tüm toplum için gereklidir. Güdülen ve giderek derinleştirilen ayırımcılık bugün kendisini güçlü gibi addeden kesimleri de yarın ezer. Toplumun bölünmesi ve bütünlüğünün kaybedilmesi, o anda hakim pozisyonda gözüken kesimlere değil, bu projeyi siyasetçiler marifetiyle toplumda uygulayanlara prim sağlar. Toplumun bütününü kapsamayan kısmî hakimiyet ve güç, aslında derin zaafiyet göstergesidir! 

Bir 23 Nisan kutlamasını, dünya çocukları ile kutladık, onlara çeşitli mesajlar iletmeye çalıştık. Oysa, farkında olmamız gerekir ki, çocuklar, aynen anadilini öğrenme yöntemine benzer şekilde, tüm davranış kalıplarını da büyüklerinden gördüğü ve hafızasının en derinine hiç silinmeyecek şekilde kaydettiği davranış kodları ile oluşturur. Başka bir deyişle, biz büyüklerin davranış normları, yarının büyükleri olacak bugünün çocuklarının davranış kod tohumlarını oluşturmaktadır. Hal böyle ise, dua edelim de, çocuklar nasihatlarımıza kulak versin de, yaptıklarımızı algılamasın ve yapmasın!

Çocuklara nasihat üstüne nasihat verirken, minik kalpli yavrular, iyi ki dönüp de bizleri, intihal iddiaları ile şaibeli insanları nasıl profesör yaptığımız, böyle insanları nasıl en sorumlu bir sınav sisteminin başına oturttuğumuz vb gibi sorularla bunaltmıyor! Minik kalpli yavrular eğitimin her aşamasında sınav heyecanı ile strese girerken, iyi ki bize, Avrupa Birliği’nin eğitim sistemimize kestiği acı karnenin hesabını sormuyor! İyi ki, kalpleri heyecanla çarpan çocuklarımızın acı hikayesini yakından yaşayan eğitimcilerimiz de her gün oynadığımız tuluatın ve hiç çekinmeden çökertilen yüksek eğitim kurumlarımızın hesabını sormuyor da, ellerinden gelen tüm gayretleri ile güzel bir nesil yetiştirmek için çırpıyorlar!  

Sevgili çocuklar, lütfen büyümeyin, içinizdeki çocuğu öldürmeyin, hep böyle kalın, ki ben de uyanmadan, bu ruyanın hayaliyle yaşayabileyim!

22 Nisan 2011

İntihal = Ahlaksızlık (Hürriyet)

Melis Alphan

İddiaya göre “şifreli kitapçık” meselesinin “kahramanı” ÖSYM Başkanı intihalci çıkmış, yani vaktiyle akademik hırsızlık yapmış.
Dr. Ginsparg vaktiyle yüreğimize su serpmiş, intihalin bilime pek etkisi olmadığını, intihalcinin zaten bilime katkısı olmayacağını ifade etmişti. İyi de ya o intihalci önemli bir göreve gelirse?
Amerikalı oyun yazarı Wilson Mizner'in zekice çıkarımlarından biri şu: “Eğer birinden kopyalar ya da çalarsanız buna intihal denir. Eğer iki kişiden kopyalar ya da çalarsanız buna değerlendirme denir. Eğer çok kişiden kopyalar ya da çalarsanız buna araştırma denir.”
Yani, konumuz yazı çizi olduğunda ne kadar çok kişiden çalarsanız o derece temizsiniz.
Basında mesela araştırmacı gazeteci olabilirsiniz.
Gazetelerin sayfalarını şöyle bir çevirin, derleme, portre türünde yazılarda arayın bakalım kaç kaynak bulacaksınız.
Birçoğunda hiç olmadığı gibi, derlemeyi yapan kişinin bir de utanmadan imzası basılır yazının tepesine.
Türk gazeteleri, dergileri yıllarca dünyanın başka yerlerindeki gazetelerden, dergilerden hırsızlık yaparak, sadece yazı değil, formatlar da çalınarak yapılmıştır. Hâlâ da bu yapılıyor. Ve yapanlara sorduğunuzda, “Babalar her şeyi yaptı, icat olunacak yeni bir şey yok ki” cevabını almanız olasıdır.

BİZİM KÜLTÜRÜMÜZE İŞLEMEMİŞ
Sadece yabancılardan kopyalıyoruz diye düşünmeyin, gazeteler de birbirinden çalar. Bir format birinde tutar, hop diğerleri de aynı formatı sayfalarına taşır.
Akademik dünyada da durum çok farklı değil. Ekşisözlük'te biri çok güzel demiş, “İntihal Türkiye akademik dünyasının ata sporudur” diye...
Gün geçmiyor ki bir akademisyenin intihal yaptığı ortaya çıkmasın.
Oysa intihal, Batı demokrasilerinde en büyük ahlaksızlıklardan biri sayılır.
Yurtdışında okuyanlar bilir, okullarda ilk öğretilen şey intihaldir. Biz tezimizi yazarken hocaların en fazla üzerinde durduğu konuydu bu.
İntihal yapan öğrenci okuldan atılır, akademisyenin unvanı elinden alınır.
İntihal yüz kızartıcı suçların bir numarasıdır.
Gelin görün ki bu bizim kültürümüze pek işlememiş bir konudur.
Sadece bilimde, akademik dünyada ya da basında değil...
Modada, müzikte bizim kadar hırsız millet var mıdır, emin değilim.
Yunan ve Ortadoğulu müzisyenlerden çalınan ve “anonim” diye gösterilen şarkıların haddi hesabı yoktur.
Modada yıllarca yurtdışındaki fuarlardan tasarım çalan biz değil miydik?
İntihal dendiğinde epey tecrübeliyiz aslında. Hatırlayın, Ömer Dinçer'in 1996'da basılan “İşletme Yönetimi” kitabında, Prof. Tamer Koçel'in “İşletme Yöneticiliği” kitabından intihali ortaya çıkmıştı. Dinçer suçu, kitabı beraber yazdığı “acemi ve dalgın” Yrd. Doç. Dr. Yahya Fidan'ın üzerine atmıştı.
Yalçın Akdoğan ise “Muhafazakar Demokrasi” adlı kitabında AKP ideolojisini anlatıyordu. Onun intihal için seçtiği kaynak ise Dr. Bekir Berat Özipek'in “Muhafazakarlık/ Akıl, Toplum, Siyaset” adlı doktora teziydi. Sonradan söylediğine göre meğer Özipek kaynak belirtmesini istememiş. Bu da bir ilktir herhalde.
İntihalci olduğu iddia edilen son kahraman, YGS'deki “şifreli kitapçıkların” odağı haline gelen ÖSYM Başkanı Prof. Dr. Ali Demir. Yine o en dürüstleriymiş, vaktiyle intihal yaptığı ortaya çıkınca, bir özür yazısı yayınlamış.
Ama tabii şanssızlığı geçmişindeki lekenin yine koşup ona yapışması. Kopyaydı, şifreydi derken esas kopyacının kendisi olduğunun ortaya çıkması. Bu öyle tarih dersinde kopya çekmeye de benzemez, akademik dünya intihali affetse de unutmaz.
Birkaç yıl önce uluslararası elektronik makale arşivi arXiv'in kurucusu Dr. Paul Ginsparg, Türk fizikçilerin intihalleri üzerine şu yorumu yapmıştı: “İntihalin bilime etkisi azdır. Çünkü zaten yüksek kaliteli iş üreten insanlar intihale ihtiyaç duymazlar. İntihale ihtiyaç duyanlar ise herhangi bir şeyi etkileyecek derecede yüksek kalite iş çıkaramazlar.
Dediğine geldik. Yüksek kaliteden geçtik de bari zararları dokunmasaydı, değil mi?

21 Nisan 2011

Sibel Oral - İntihal etme ne olur! (Sabit Fikir)

İntihal, yani aşırma, hırsızlık... Bir başkasının yazmış, yaratmış olduğu herhangi bir fikri, özgün içeriği kaynak göstermeden ve hatta bırakın kaynak göstermeyi kendi fikrinizmiş gibi ortaya çıkarmak intihalin ta kendisi. Türkiye’de, edebiyatımızda, yıllardır intihal sözler, şiirler ve hatta hikâyelerin olduğu da bir gerçek.  
“Çeviride İntihal” konulu bu dosyamızı hazırlarken elbette yine sözü öncelikli olarak çevirmenlerimize verdik. Genel kanı özellikle Milli Eğitim Bakanlığı’nın 100 Temel Eser dizisinden sonra işlerin iyice ayyuka çıktığı yönünde oldu ve tabii bu olayın başrolü ise intihalci yayınevlerinindi. Peki, onlar kim? Çeviri intihaline karşı yasal yaptırımlar neler? Yayınevleri çeviride intihal konusuna nasıl bir özen gösteriyor ve nasıl çalışıyor? 
Klasiklerin %60’ı intihal 
Çevirmen Sabri Gürses’e göre;  intihalci yayınevleri son 6 yıl içinde sektörün büyük kısmını ele geçirdiler, kitapçıların raflarına artık yaygın olarak giriyorlar. Hiç çekinmeden, son bir ay içinde satın alıp Dostoyevski okuyan okurların en az yüzde 50’sinin çalıntı çeviri okuduğu söylenebilir. Türlerin Kökeni bile çalınanlar arasında. Peki neden?  
Gürses bu soruya şöyle yanıt veriyor: “Çalmanın temel nedeni, kolay kâr hırsı. Çevirinin emek bedeli sıfırlanıyor, yayıncı bu şekilde başka işlerini finanse edecek güvenceli sermaye birikimi sağlıyor. Bu mekanizmanın geçmişine bakınca, işin 1990’lara dek uzandığını görüyoruz, fakat sektörü ele geçirmesi 2000’lerin ortalarında 100 Temel Eser listesinin hazırlanması ve bu liste çerçevesindeki yayınlara gazetelerin de kampanyalarla destek vermesi sayesinde oldu. Önce intihal çeviri yayınlayan yayınevleri vardı; sonra okul müfredatlarına, eğitime yönelik setler, yayın dizileri hazırlandı; buna Sabah, Star, Taraf, Milliyet gibi gazetelerin bu kitap setlerini kuponla dağıtması eşlik etti; ve marketlerde kitap satılması, bu marketlere dağıtılan kitapların denetlenmemesi çok sayıda ucuz intihal çevirinin Migros, Carrefour gibi marketlerde bile tüketicilere ulaşmasına neden oldu. Sonunda ürünleri denetleyen D&R, Kabalcı, Nezih gibi ciddi kitapçılar bile bu sürece teslim oldu.” 
ÇEVBİR adına sorularımıza yanıt veren Mehmet Moralı da Sabri Gürses’le aynı görüşte. Klasik eserler ve çevirileri olarak bilinen ve piyasada satılan kitapların en az %60’ı intihal olduğunu söyleyen Moralı,  bu eserlerin intihal olmasalar bile karlı yatırımlar olduğunun altını çiziyor. Çünkü, yazara telif ödenmesi söz konusu olmadığı için, maliyet düşük ve değeri kanıtlanmış olduğu için de satış şansı son derece yüksek. Bu yapıtların Milli Eğitim Bakanlığı’nın 100 Temel Eser uygulaması sonrasında, öğrencilere bu kitapları satmak çok daha kolay bir hale geldiğinden bu kitapların öğrencilere paket halinde satılmasıyla büyük gelirler elde ediliyor. Özellikle okul çocuklarının ödevleri için gerekli olan bu kitaplar veliler tarafından zaten okunsun diye değil, çocuklar ödev yapsın diye alınıyor ve içeriğin hiç mi hiç önemi yok. 
Yazarın ve çevirmenin ölümünden 70 yıl geçtikten sonra yayımlanan eserlerine bir telif ödenmesinin sözkonusu olmadığını hatırlatan Mehmet Moralı  Umberto Eco ve Victor Hugo örneğinden yola çıkarak durumun vehametini şöyle gözler önüne seriyor: “Umberto Eco’nun bir eseri tek bir yayınevi tarafından yayımlanır, modern bir eserin yayıncısı bellidir, eğer başka bir yayıncı o kitabı yayımlarsa, yasa dışı bir iş yapıldığı derhal anlaşılır. Halbuki Victor Hugo’nun Sefiller’i 40 yayınevi tarafından yayımlanabilir. Böyle olunca, iş çeviriye dayanıyor, bu 40 yayınevinin hepsinin Sefiller’i ayrı ayrı kişilere çevirtmesi gerekir, bunun denetlenmesi ise çok güç, zaten piyasada bu kadar çok çevirmen de yok.” 
300 sayfalık Savaş ve Barış 
Az once değinilen sıkıştırılmış 100 Klasik Eser serilerine mutlaka bir yerlerde rastlamışsınızdır. Hatta şimdi girin bakın online kitap satış sitesine; Madame Bovary bir yayınevinde 385 sayfayken bir başka yayınevinde 135 sayfa olarak satılıyor. Üstelik çevirmeninin kim olduğu dahi yazmıyor. Benzer şeyi yaşayan Mehmet Moralı’nın söyledikleri gerçekten trajik; “Geçenlerde bir Savaş ve Barış çevirisi gördüm, kitabın başında savaş başlamadan önceki 150 sayfa, sonunda da savaş bittikten sonraki 100 sayfayı almışlar, ortadaki 1300 sayfalık savaşı atmışlar, 1600 sayfalık Savaş ve Barış olmuş size 300 sayfalık Barış! Üstelik bu insanlar genellikle daha önceki kopyalardan kopyaladıkları, yani hırsızın malını hırsızladıkları için, yakalanması çok da zor, hırsız hırsızı şikayet edecek değil ya! Benim elimde böyle bir klasik çevirisi var, eski çevirmenlerimiden birinin çevirisi biraz değiştirilip basılmış, bir başkası da bunu alıp, biraz daha değiştirip basmış, aradaki sürüme bakılırsa, iş anlaşılıyor, ama onu bulamazsanız, o üçüncü çevirinin birinciden alındığını kanıtlamak çok zor. Bazı sofistike! Yayınevleri, birkaç çeviriyi alıp, biraz ondan, biraz bundan yepyeni bir eser! Ortaya çıkartıyorlar, sonra çıkın çıkabilirseniz bu işin içinden… 
Evet, durum bu kadar vahim. Peki, nasıl ayırt edeceğiz? Sabri Gürses  okurun çalıntıları ayırt etmesinin, tıpkı korsan kitabı ayırt etmesi gibi mümkün ve kolay olduğunu söylüyor: “Okur raftaki aynı kitabın üç baskısını yan yana koyup durumu anlayabilir. Sonuçta iki farklı Cola markasını yan yana görünce, taklit olanı ayırt edebiliyoruz. Fakat bu tüketicinin keyfine ve vaktine bırakılacak bir şey olamaz. Ürünü satışa sunan kitapçının bunu engellemesi gerekiyor. Kitapçıların büyük kısmı sıkça marka değiştirerek karşılarına çıkan bu yayınevlerinin mallarını tanıyor, ama tüketici ucuzu tercih ediyor gibi bahanelerle rafta tutuyor, hatta öne çıkarıyor. Yani bu sorunun kaynağı kötü niyetli yayıneviyse, çözümü de dağıtım, kitapçı ve medya üçgeninde.”  
Görev Milli Eğitim Bakanlığı’nın 
Tekrar Milli Eğitim Bakanlığı’nın 100 Temel Eseri’ne burada gelmekte fayda var, çünkü Mehmet Moralı’ya göre bu işin önemli sorumlularından biri de bu uygulama. Mehmet Moralı’nın bu konudaki önerisi ise gayet mantıklı. “Aslında yapılması gereken bu uygulamanın kaldırılmasıdır, ama Bakanlık’ın başlattığı bir uygulamanın yanlışlığını kabul edip kaldırmasını beklemek gerçekçi değil. Ancak, İntihal Komisyonu’nun bu konuda bir hayrı dokunabilir, şöyle ki: 100 Temel Eser bir marka haline gelmiştir, ve bu markanın sahibi olan Milli Eğitim Bakanlığı’nın bu markanın saygınlığını korumak, bu marka aracılığıyla tüketicinin istismar edilmesini önlemek görevidir. Tıpkı saf yeni yün markası Woolmark gibi, 100 Temel Eser de ancak belli bir denetimden geçen kitapların kullanabileceği bir marka haline getirilmelidir.” 
Kim bunları çevirenler diye bir sormak lazım 
Sabri Gürses ise bu sorunun önüne geçilmesi için herkese görev düştüğünü söylüyor ve edebiyat kürsülerinin uzmanlarının da sorumluluklarına dikkat çekiyor. “Tüketici-okur yalanla yaşamak istemiyorsa, ona verilen kusurlu malı geri vermeli, parasını geri istemeli. Bozuk peynir yemek sağlıksızsa, bozuk çeviri okumak da sağlıksız. Yayıncı birliklerine, çevirmen örgütlerine, market yöneticilerine, tüketici sayfalarına dek her yere kuşkulandığı her kitabı bildirmeli. Raflara bakmıyor musunuz, bu kitapların dağıtımına, satılmasına nasıl izin verdiniz, diye sormalı. Ama bunu en başta yapması gerekenler, söz konusu klasiklerin kaynak dilleriyle ilgili üniversite bölümlerindeki uzmanlar. Sahte Dickens’lar, Bronte’ler İngiliz edebiyatı kürsülerinin, sahte Hemingway’ler Amerikan kürsülerinin, sahte Dostoyevski, Gogol’ler Rus edebiyatı kürsülerinin... sorumluluğunda. Öncelikle onların yalın bir soru sorması gerekiyor: Neden bu kitapların bu kadar çok farklı yayını var, kim bunları çevirenler?” 
Söz yayınevinlerinde 
Tabii burada yayınevlerine söz vermemek olmaz. Onlar çeviride intihal meselesinde ne düşünüyorlar, hassasiyetleri ne yönde ve bunun önüne geçmek için ne yapıyorlar? Everest Yayınları’ndan Sırma Köksal bu konunun, yayıncılığın hakkını vermeyi ilke edinmiş tüm yayınevleri için can alıcı bir konu olduğunu düşünüyor ve bu hırsızlığın önlenmesi için öncelikle çeviriye emek veren insana saygı duymak, sonra da bu işin hakkını veren insanların hakkını korumak gerektiğini söylüyor ve sözlerine şöyle devam ediyor: “Her çeviri heveslisinin eline bir kitap tutuşturup “hadi bunu hemen yap gel” derseniz, sonra da akla yatmayacak kadar kısa sürede gelen metni hiç incelemeden basmaya kalkarsanız, yani bağını sormadan üzümünü yemenin tadına kapılırsanız intihalin önüne geçmeniz mümkün olmaz. Çevirmene güvendiğiniz kadar, yapılan işin özgünlüğünü soruşturacak kadar da titiz davranmak zorundasınız. Unutmamak gerek ki, çevirinin özgünlüğüne özen göstermemek de korsan yayıncılığın bir başka türüdür.” 
Kültür ve ahlak meselesi olarak intihal 
Yıllardır sadece çeviri edebiyatı kitapları yayımlayan Ayrıntı Yayınları’ndan Abdullah Yılmaz kendileri gibi dillerini, jargonlarını büyük oranda kendileri üreten ve bu üretimleri de öyle aman aman kitlesel talebe mazhar olmayan yayınevleri için, intihal bir mesele değil diyor ve sözlerine şöyle devam ediyor: “Başar da, zengin ol da nasıl olursan ol zihniyetinin egemen olduğu ve desteklendiği bir zaman ve ortamda, elbette birileri başkalarının emeğini çalarak amacına ulaşmak isteyecektir. Biz yayınevi olarak, tüm çalıştığımız çevirmen, redaktör, düzeltmen ve editörlere, kendi kaleme aldığım, “Mesai Arkadaşlarıma Mektup” diye bir metin gönderiyoruz. Bu metinde alıntı yapma biçimleri en ince ayrıntısına kadar anlatılıyor. Bazı durumlarda, orijinal eserde zikredilmese bile, biz biliyorsak, kaynağı kuralına göre yazıyoruz. Zaten en başından, akademik dünyanın açık ya da örtük olarak kabul görmüş uluslararası kurallarına uymayan bir çalışmanın bizim yayınevimizden basılması söz konusu olamaz. Basılmışsa, bunu bir hata olarak telakki ederiz. İntihal konusu, genel olarak, bir kültür, bir ahlak meselesidir. Bu zamana kadar ayyuka çıkmış, dava konusu olmuş ve kanıtlanmış, ikisi de üniversitelerinde rektörlük yapmış İhsan Doğramacı ve Kemal Alemdaroğlu gibi örneklere bakarsak, durumumuzun pek iç açıcı olmadığını söyleyebiliriz. Her konuda olduğu gibi, burada da karamsarlığa kapılıp haksızlığa, bu örnekte hırsızlığa, göz yummak yerine, umudumuzu yitirmeden mücadele etmek gerekiyor.”  
Sistemli intihal yapan yayınevleri de var 
Bu konuda fikrini ve yayınevi sahibi olarak nasıl önlemler aldığını sorduğumuz Can Yayınları’ndan Can Öz ise küçük çeviri hatalarını dahi onur meselesi olarak değerlendirdiklerini ve intihalin kendileri için çevirmene karşı işlenen, lanetlenmesi gereken bir suç olduğunun altını çiziyor. “İyi çevirmenler, kendilerini dil ve edebiyat konusunda ustalık mertebesine kadar yetiştirmiş, toplumun çok değerli kişileri, aydınlarıdırlar, ve emin olun, sayıları pek fazla değil. Bu birikimlerini, emeklerini genellikle paraya dönüştüremez, zor şartlarda yaşamaya razı olurlar. Ancak kimi uyanıklar, neslini korumakta zorlanan çevirmenlerin birikimine, emeğine ve elde edeceği cüzzi gelire göz dikiyor; çevirisini çalıyor ve yayınlatıyorlar. Burada elbette tek suç intihali gerçekleştirende değil. Sektör içinde bilinen, intihali sistemli bir şekilde yaptırmış yayınevleri var. Bu yayıncılar halen aramızda dolaşıyorlar. Neyse ki son Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu'nda intihal suçuna büyük para cezası ve 6 yıla kadar hapis cezası getirildi. Özellikle Çevirmenler Birliği ile Yayıncılar Birliği'nin iyi çalışmaları sayesinde bu uyanık yayıncılar son yıllarda intihal yayını yapmaktan vazgeçmeye yöneldiler. Yine de raflarda halen çok sayıda intihal eser var. Hakları yenen çevirmenlerin bu işin peşini bırakmayıp bu hırsız yayıncıları dava etmeye ve haklarını korumaya çalışmaları, sektörün tüm oyuncularının da Çevbir ve Yaybir'e destek vermeleri gerekiyor.” 
Hakkı gaspedilen okur oluyor 
Konuyla ilgili görüşüne danıştığımız, İdefix Direktörü Bora Ekmekçi, “Yayınevlerinin özensiz ve hatalarla dolu kitaplar yayınlamaları, okuru kazıklamaları ne kadar ahlaksızlıksa, intihal de aynı derecede ahlaksızlıktır” diyor: “Çünkü her iki durumda da hakkı gasp edilen yine okur oluyor”. 
İdefix’in her zaman “iyi” kitapları okura sunmaya, tavsiye etmeye özen gösterdiği için bu tür durumlara elinden geldiğince tepki göstermeye çalıştığını söyleyen Ekmekçi, “Yaklaşık olarak 3 sene önce YayBir bir rapor hazırlamıştı. Biz de bu raporu kendilerinden istedik. Yaybir’den Sema Özdemir Hanım da bize bu raporu ilettiler. Bu raporda intihal çeviri yapan yayınevleri yer alıyordu. Biz de bu rapora istinaden ilgili yayınevlerini idefix'te satışa kapattık. Çünkü bu ahlaksızlığa bir şekilde alet olmak istemiyorduk” diyor ve sözlerine şöyle devam ediyor: 
“Ancak bugün bu kararımızda yanıldığımızı anlıyorum. Çünkü bu rapor ile bazı yayınevlerini raflardan indirecek, batma noktasına getirecek mercinin sektörün genelini temsil etmediğini düşündüğüm bazı meslek birliklerinin olmaması gerektiğidir. Bu yayınevleri; aynı türde ama daha pahalı klasik kitap yayınlayan ve meslek birliklerinde söz sahibi olan bir takım yayıncıların karalamasına maruz kalmış olmazlar mı diye de düşünmek gerekiyor. Her ne kadar intihal ahlaksızlıksa, eğer varsa, böyle bir karalama kampanyası da büyük ahlaksızlıktır. 
İntihal varsa, meslek birliklerinin raporları ya da kitapçıların ambargoları ile değil, mahkeme kararı ile ya da okurun elemesi ile yargılanmalıdır”. 
Bordo Siyah Yayınları: “Çeviri intihali yapmıyoruz”  
Bordo Siyah Yayınları’da çeviri intihalinin korsan yayıncılıktan bile yıkıcı sonuçları olduğunu söylüyor ve kendilerinin adının çeviri intihaliyle yan yana getirilmesini kötü niyetli bir propaganda olarak gördüklerini dile getirerek bu dosya konumuz aracılığıyla kendilerini şu şekilde savunuyorlar: “Çeviri intihaline bulaşan yayınevlerinin aksine, Bordo Siyah’ın çevirmenleri bellidir ve kitapların künyesinde hangi kitapları çevirdikleri, hatta çeviri alanında hangi ödülleri aldıkları belirtilmektedir.  Bordo Siyah’ın dünya klasikleri editörü, 100’e yakın çevirisi yayınlanan, Ömer Asım Aksoy Çeviri Ödülü’nün sahibi olan ve İstanbul Üniversitesi çeviribilim bölümünde dersler veren Veysel Atayman’dır. Kitapların her biri uzun yıllardır sektörde çalışan usta düzeltmen ve redaktörler tarafından gözden geçirilmektedir ve her birinin özgeçmişleri kitapların künyesinde yayınlanmaktadır. Çeviri kalitesiyle ilgili sadece bir örnek vermek gerekirse; Ankara Üniversitesi’nde Türkiye’deki Kafka çevirileriyle ilgili karşılaştırmalı bir çeviribilim tezi yapılmış,  bilimsel ölçütlere göre oluşturulan endekse göre tutarlı ve tutarlıya yakın cümlelerin oranı karşılaştırılmıştır. Bordo Siyah’ın yayınladığı Evrim Tevfik Güney çevirisi için oran yüzde 83’tür. Burada ismini vermediğimiz ve arasında büyük yayınevlerinin de bulunduğu diğer çevirilerin oranları yüzde 20 ile 39 arasında değişmektedir.   
Peki neden Bordo Siyah suçlanıyor? 
Bordo Siyah’ın kaliteden ve yayıncılık etiğinden taviz vermeden klasikleri düşük fiyat politikasıyla alım gücü düşük insanlara ulaştırma projesi, aynı kalitede ama üç dört kat yüksek bir fiyatla merkezdeki okura kitap satan yayınevlerinin ve yüksek kârlara alışmış pazarlama şirketlerinin çıkarlarına dokunmuştur.  Bordo Siyah, bugüne kadar on milyonun üstünde kitabı Anadolu’daki alım gücü düşük okura sunabilmiş olmaktan gurur duymaktadır ve yayıncılığı sadece ticari bir uğraş değil aynı zamanda bir toplumsal sorumluluk olarak gördüğü için fiyat politikasından vazgeçmeyecektir. Çeviri intihalini önleme konusunda duyarlı olan kesimler, işe çevirmenlerin gerçek kimliğini tespit etmekle başlayabilir. Bordo Siyah da dahil olmak üzere, dünya klasiklerini yayınlayan bütün yayınevlerinden çevirmenlerinin kimliğiyle ilgili açıklama yapmaları istenmelidir. Merdiven altı yayınevlerinde intihal edilmiş çevirilerin çoğunda çevirmen ismi olarak gerçekte çevirmenlik yapmayan, hatta belki de gerçekte hiç var olmayan isimlerin yer aldığı düşünüldüğünde, sadece bu küçük adım bile çeviri intihali vakalarının çok büyük bir bölümünü engelleyecektir. Her kitabını yetkin bir çevirmene tercüme ettiren, editörüne ve en az bir düzeltmenle bir redaktöre okutarak emsallerinden çok daha fazla bir dosya maliyetinin altına giren bir yayınevi olarak, çeviri intihaline karşı her tür samimi girişim bizi son derece mutlu edecektir.  
Çeviride intihale karşı yasal yaptırımlar neler? 
Bu konuyla ilgili söyleyecek en çok şeyi olan elbette yine çevirmenlerimiz Sabri Gürses’le Mehmet Moralı ve bir de Avukat Sabri Kuşkonmaz’dı.  
Sabri Gürses: Görünen o ki, yasal yaptırım getirmek çok zor. Çevirmenler Birliği’nin çalışmalarından ve karşılaştığım olaylardan benim anladığım şu: mahkeme sürecinde, metin incelemesi bile sonuç vermeyebilir, iki sözcük, dört cümle değişikliğini yeni bir çeviri diye tanımlayabilir bilirkişi – ya da mahkeme uzun sürebilir, fakat çalıntı çeviri yayıncısı hedeflediği parayı piyasadan çok kısa sürede toplar, çok sayıda kitabı bir kampanyayla dağıtır, adalet zarara göre geç kalır. O yüzden bir yandan hukuka başvururken, diğer yandan bu işten zarar görenlerin, okurdan çevirmene dek herkesin sivil müdahalesi de gerekiyor. 
Mehmet Moralı:  İntihal şikayete bağlı bir suçtur. Yani yasal işlem yapılabilmesi için madur olan kişinin, bu durumda çevirmenin yasal işlemi başlatması gerekir, hırsızlık ve benzeri kamu suçlarında olduğu gibi savcılık kendi başına soruşturma başlatamaz. Bu meslek birliklerinin elini kolunu bağlayan bir durumdur. Örneğin Nahit Sırrı Örik’in Vadideki Zambak çevirisi intihal edildiyse, bu konuda yasal işlem başlatabilmek için varislerinin bulunup razı edilmesi gerekir ki, bu her zaman mümkün olmaz. Yoksa, mahkeme kararı olmadan çıkıp bir çeviri için “bu intihaldir, bu korsandır” derseniz, rekabet kuruluna yapılacak bir şikayette suçlu duruma düşersiniz, yani mevzuat hırsıza hırsız demeyi yasaklıyor.
Sabri Kuşkonmaz: Çeviri konusunda yaşanan sorunlar varlığı tartışmasızdır. Bu sorunların temelinde yatan ilk etken, Ünsal Oskay’ın saptamasıyla, “kitap uygarlığından geçmemiş bir toplum” olmamızdır. Bu etkene paralel ve çeviri ile bağlantılı olarak, bu ülkede hiç bir zaman sağlıklı kültür politikalarının gündeme alınmamış olması da önemli bir sorun biriktirme nedenidir. En sonda söylenecek olan başta söylemek gerekirse; sorun yasa, hukuk sorunu değil, bir zihniyet ve politika sorunudur. Çünkü, bu alanda, hukuksal düzlemde, yasa boyutuyla bir eksiklik yoktur. Konuyu fazlaca bilmeyip, fazla ilgisi olanlar sıklıkla “yasa olmadığından” yakınırlar. Bu yanlıştır. Tanzimat dönemindeki, her kötülüğün ilacı olduğu düşünülerek  “Anayasa isteriz” feryatlarına benzer bir durum vardır bu konuda. Hep bir “kanun isteği” dile getirilir. Oysa bu konuda 1952 yılından bu yana yürürlükte olan uygun bir kanun vardır. 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu... Bu yasa AB müktesebatı ile uyumlaştırma çerçevesinde 1995, 2001 ve 2004 yıllarında köklü değişikliler geçirmiştir. Yasa içerik olarak, genel anlamda  telif sorunlarını ve özelinde de çevirmenin telif sorunlarına çözmeye yeterlidir. Eleştirel bir kavram olan “kültür endüstrisinin” bizde endüstri bile olamaması, yasanın uygulanmamasında öncelikle polisiye çözümlerin akla gelmesi, sorunun korsan sorununa indirgenmesi,  kitap-yayın alanında sivil iradenin başat olduğu güçlü örgütlenmelerin oluşturulamaması... gibi sayısız sorunlar vardır.  Her bir iktidar bu konuda bir öncekinden daha statükocu bir anlayışla, sektörel iç barışı sağlayacak geniş, özerk sivil örgütlenmelerde kamusal erk olarak çok kıskanç davranmakta, oluşturulmaya çalışılan örgütlenmelerde kamusal erk/iktidar “parayı veren” olarak karar mekanizmalarına katılmamama, yani “iktidardan vazgeçme” konusunda çok kıskanç ve cimri davranmaktadır. Bu ülkede hala bir özerk sanat kurumu, konseyi kurulamamıştır. Böylesi örgütsel yetersizlik, sorunda “mağdur” taraf olan çevirmeneklrin  bu alandaki temsil eksikliği... sorunların makro düzeyde ele alınıp, çözüm yollarının bulunmasına engel olmaktadır. Sonuç olarak, çevirmenin telif  hakları ile ilgili sorunları, sadece telif hakları ile sınırlı bir düzlemde değildir. 
Son soru: İntihal nasıl belirlenir? 
Mehmet Moralı: İntihali belirleyebilmek için hepsini yan yana dizip karşılaştırmak lazım, ki bu çok zahmetli bir iş. 2007 yılında YAY-BİR ÇEVBİR ortak bir çalışma yaptılar, 10 klasik çevirisinin piyasadaki yaklaşık 160 çevirisi incelendi, bunların 60 adedinin intihal olduğu belirlendi, biraz daha kurcalanabilirse diğer 100 çevirinin en azından 50 tanesinin de ayıplı olduğu ortaya çıkacaktır. Çıkacaktır ama, bu iş için gerekli olan emek, işi yapılabilir olmaktan çıkartıyor. Sefiller 2500 sayfadır, Savaş ve Barış da 1600 sayfa. Her iki eserin de piyasada en azından 25-30 sürümü var, kimi tam metin, kimi kısaltılmış. Bunların sayfa sayfa karşılaştırılıp, incelenmesi gerekir. Yani bir tek eser için okunacak 75000 sayfa söz konusu. Takdir edersiniz ki, bunun bireysel girişimlerle yapılması söz konusu değildir. 
Sabri Gürses: Rus edebiyatı mezunu bir çevirmen olarak ben bu soruyu sordum ve meslekte benim öncülerimin eserlerinin çalındığını, benim eserlerimin de çalınacağını, intihalcilerin benim çalışma alanımı kirlettiklerini, emeğimi değersizleştirdiklerini, gelirimden çaldıklarını gördüm – o günden beri gördüğüm her örneği ilan etmeye çalışıyorum. Çevirmenlik, yayıncılık ve diğer ilgili örgütlerin de iyi niyet dileklerinin ötesine geçip suçu ilan etme ve önleme güçlerini daha etkin bir şekilde kullanmalarını bekliyorum. Bir kültür, bir çeviri soykırımı yaşanıyor, bunun başka adı yok. Digiturk ona ait maç yayınlarının blog sitelerinden birkaç tanesinde de yayınlanması, yani onun eserinin çalınması nedeniyle bütün bir blog sisteminin durdurulmasını talep ediyor, hukuk küresel bir şirketin, Google’ın yayın sistemini kapatıyor ve halk bunu haklı buluyor – aynı şekilde klasik eser yayıncılığını da durdursun mahkemeler ve suçlular ayıklandıktan, cezalarını aldıktan sonra serbest bıraksın.  
Sonsöz 
Sabredip bu satırlara kadar okuduysanız bu konuya ne kadar duyarlı olduğunuz ortaya çıkmış oluyor ve zaten bize de burada söyleyecek pek bir şey kalmıyor... Ama yine de unutmayın; Savaş ve Barış sadece 300 sayfalık bir roman değildir...

19 Nisan 2011

EMO‘DAN SAHTE MÜHENDİS UYARISI

ELEKTRİK MÜHENDİSLERİ ODASI BASIN AÇIKLAMASI
Elektrik Mühendisleri Odası (EMO) olarak, Kasım 2010 tarihinden itibaren üniversitelerden son 10 yıla ait mezun listelerini talep eden yazımıza; meslek alanımızdaki bölümlerde öğretim yapan 68 üniversitenin 57‘sinden yanıt verilmiştir. Bu mezun listeleri üzerinden yapılan inceleme sonucunda 34 kişinin sahte diploma ile kayıt yaptırdığı tespit edilmiştir. Ancak 11 üniversiteden, defalarca yazı yazılmasına ve üye listeleri de gönderilmesine rağmen bugüne kadar yanıt alınamamıştır.
Sahte diploma ve denklik belgeleri ile kayıt yaptıran kişiler hakkında; "resmi evrakta sahtecilik" suçundan ayrı ayrı suç duyurusunda bulunulmuştur. Bu kişilerin, EMO‘daki kayıtları iptal edilmiş ve mühendislik unvanını kullanarak sundukları hizmetlerin geçersiz olduğu ilgili idarelere bildirilerek, durumları takip edilmeye başlanmıştı.
Sahte Diplomalara Denklik Belgesi
Yapılan incelemede, sahte oldukları tespit edilen bazı diplomalara Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK) Başkanlığı‘nca denklik belgesi düzenlendiği görülmüştür. Bu da YÖK‘ün denklik belgesi düzenlerken yeterli bir inceleme yapmadığını göstermektedir. YÖK‘ün hâlihazırda denklik incelemesi sırasında sadece transkriptlere bakarak denklik vermesi, ders içeriklerini göz ardı etmesi ve mühendislik eğitimine denk bir eğitim almamış kişilere mühendis unvanı vermesi zaten bir problemken, diplomaların gerçekliği konusunda araştırma yapmaması diğer bir sorun olarak ortaya çıkmıştır.
Mühendislik yetkisi ve hak gaspı anlamına gelen sahte diploma ile faaliyet yürütülmesinin, kamuya çok ciddi ve telafisi mümkün olmayan sorunlar getirmesi nedeniyle, ilgili bütün kurum ve kuruluşlar tarafından ciddiyetle üzerine gidilerek önlenmesi gerekmektedir.
Bu kapsamda kamu yararının gözetilmesi, mühendis meslektaşlarımızın yetki ve haklarının korunabilmesi için; bütün mühendislerin odalara kayıtlarının yaptırılmasına, üniversitelerin mezun listelerini her yıl düzenli olarak odalara iletmesine, YÖK‘ün denklik belgelerini ciddiyetle ele almasına, yurttaşların bu konularda dikkatli olmalarına gereksinim vardır. Ayrıca YÖK‘ün mühendislik mezunları için merkezi bir veri tabanı kurması ve bu veri tabanına odaların erişebilmesi de bu sorunları azaltacaktır. 
EMO‘ya sahte belgelerle kayıt yaptırdıkları tespit edilen kişilerin büyük bölümünün Kıbrıs‘ta bulunan üniversitelerin diplomalarını taklit ederek, denklik aldıkları görülmüştür.
Sahte belgelerle kayıt yaptıranlardan 9‘unun Yakındoğu Üniversitesi, 7‘sinin Doğu Akdeniz Üniversitesi, 5‘inin Anadolu Üniversitesi, 3‘ünün Karadeniz Teknik Üniversitesi, 2‘sinin Yıldız Teknik Üniversitesi ve her birinden 1‘er kişi olmak üzere Bilkent, Gazi, Kocaeli, Mersin, Niğde, Sakarya, Selçuk ve Zonguldak Karaelmas üniversitelerinin diplomalarını taklit ederek, EMO‘ya başvurdukları belirlenmiştir. Bu kişilerin kayıtlı oldukları illere bakıldığında da; Ankara‘dan 9, Antalya‘dan 4, İzmir ve Van‘dan 3‘er, İstanbul, Muğla ve Şanlıurfa‘dan 2‘şer, Diyarbakır, Giresun, Hatay, Kahramanmaraş, Kastamonu, Kocaeli, Konya, Malatya ve Mersin‘den de 1‘er kişinin sahte mühendis diplomasıyla faaliyet yürüttükleri anlaşılmıştır.
Hukuki ve idari işlemler başlatılmış olmasına rağmen, bu durumun ortaya çıkmasına kadar söz konusu şahısların mühendislik eğitimi almadıkları halde mühendislik hizmeti sundukları; bazılarının da elektrik ve asansör projeleri yaptıkları tespit edilmiştir. Bu konuda belediyelere ve valiliklere bildirimler yapılmıştır.  
Elektrik Mühendisleri Odası olarak konunun takipçisi olacağımızı bildirirken; duyarlı davranarak mezun listelerini bizimle paylaşan üniversitelere de teşekkür ediyoruz. Bugüne kadar bizimle bu bilgileri paylaşmayan, yazılarımıza yanıt vermeyen Boğaziçi, Cumhuriyet, Erciyes, Gazi, Gaziantep, İnönü, Kahramanmaraş Sütçü İmam, Mustafa Kemal, Koç, Yeditepe ve Girne Amerikan üniversitelerine de gereken işbirliğini göstermeleri için açık çağrıda bulunuyoruz. 
ELEKTRİK MÜHENDİSLERİ ODASI
42. DÖNEM YÖNETİM KURULU
19 NİSAN 2011

Prof. Dr. Haluk Şahin - İntihal ya da bilimsel intihar…
( FarklıHaber8 )

“İntihal” kelimesi bana hep Ahmet Haşim’in şiirlerden kovulmuş hüzünlü bir kelimeymiş gibi gelir. Oysa hiç de romantik olmayan ağır bir bilimsel suçun adıdır. Bazen “aşırmak”, “kopyalamak”, “çalmak” gibi Türkçe karşılıklarla ifade edilse de “intihal” kelimesine ihtiyacımız var. Tıpkı İngilizce konuşanların gene zor bir kelime olan “plagiarism” kelimesine ihtiyacı olduğu gibi.
Bilimsel “intihal”, (edebiyatta intihal başka bir yazının konusu olabilir) başkasının özgün fikrini ve/veya yazdıklarını aynen kopyalamak, kendi malıymış gibi göstermek anlamına gelir.
Bilim insanlığın ortak ürünüdür; bilim insanı olarak başkalarının fikir ve yazılarını ananızın ak sütü gibi kullanabilirsiniz – belirli kurallara uymak koşuluyla!
Bu koşullara uymamak, yani intihal yapmak bilimsel intihar olur. Çünkü eninde sonunda birisi yüz kızartıcı marifetinizi yakalar, bilim camiasına ifşa eder, o camia içinde rütbeleri sökülmüş bir generale dönersiniz. Yani sıfırlanırsınız.
Hayır hayır, sıfırın bile altına düşersiniz!
Sözünü ettiğim kuralın adı “kaynak gösterme” zorunluluğudur. İsterseniz “referans gösterme” de diyebilirisiniz. Bu genellikle dipnotları ve bibliyografyalar şeklinde olur. Başka yolları da bulunabilir. Yeter ki, ölçüsüz olmasın.
Benim de bilimsel kariyerimi yaptığım Amerikan sisteminde, kaba bir ölçü olarak derler ki “eğer üç kelimeyi doğrudan aktarıyor ve kendi malınızmış gibi gösteriyorsanız mesele yok, ama dört kelimeyi tırnak içine almadan ve kaynak göstermeden aktarıyorsanız mayınlı bölgedesiniz.”
Yani bir başkasına ait bir makaleyi kelimesi kelimesine çevirip ya da “kes yapıştır” (“cut and paste”) yapıp üzerine kendi adınızı koyamazsınız. Fikirlerin ve kelimelerin hakiki sahibine, yani meslektaşınıza ve mensubu bulunduğunuz şerefli kurumun (bilim) ahlaki kurallarına saygı göstermek zorundasınız.
Onlara selam duracaksınız. O kadar basit.
Çünkü siz kökleri yüzlerce yıl öncesine dayanan ve insanlığa çok şeyler kazandırmış olan bir uğraşın – bir zincirin- son halkasısınız. Onlar olmasaydı siz de olmazdınız, siz olmasanız sizden sonra gelenlerin olmayacağı gibi.
Bizim akademik dünyamız ne yazık ki bu konuda Batılı denkleri kadar duyarlı değildir. İntihal epey yaygındır.
Bir anımı paylaşayım: 1973 yılında Indiana Üniversitesi’nde Türk yayıncılığının belirli bir dönemi konusundaki doktora tezimi yazarken, 1960 askeri darbesi ve 1961 Anayasası konusunda pek çok kitap ve makale okumak zorunda kalmıştım. Elime bir Türk profesör tarafından yazılmış ve İstanbul Üniversitesi tarafından basılmış İngilizce bir kitap geçti. Okumaya koyuldum. Ancak okudukça “yahu ben bunu daha önce okumuştum” türünden duygulara kapılmaya başladım. Bir, iki, üç… Dördüncü de bir baktım bizim Türk profesörün yazdıklarının aynısının tıpkısı (!) masamda açık duran bir kitapta duruyor!
Bizim Profesör birkaç sayfasını kelimesi kelimesine almış, ama ne tırmak kullanmış, ne de dip notu. İnceleyince gördüm ki kitap baştan sona bir “kes-yapıştır” işi.
Cürete bakın ki, bunu kendi adıyla yayınlamış ve belki de o sayede profesör olmuş!
Gayet “onurlu” bir biçimde de emekli oldu…
Ama ben biliyorum. Başka bilenler de vardır. Daha önce de dediğim gibi, adını her duyuşumda aklıma tüm rütbeleri sökülmüş generaller geliyor!
Bilim insanı olmak ve öyle kalmak isteyenlere duyurulur!

18 Nisan 2011

ÖSYM Başkanı Ali Demir'in intihalle imtihanı (tv8)

ÖSYM Başkanı Ali Demir, Alman Peter Latzke'nin yazdığı makaleleri 1990 yılında Teknik ve Tekstil adlı dergide dokuz bölüm süren bir yazı dizisinde kendi yazmış gibi gösterdi. İntihalin fark edilmesi üzerine Demir 'özür' yazısı yayımladı. >>>

16 Nisan 2011

Dr. Kaan Öztürk - Para karşılığı hızlı bilimsel yayın

Akademik yayınlarda parayı bastırana ekspres yol açılabilir mi? Bazı dergiler ek ücret karşılığı olağanüstü hızlı inceleme garantisi ve hızlı yayın imkânı sağlıyor.
Araştırmacıların ve yayınların sayılarının artmaya başladığı 1940′lardan beri kullanılan “peer review” sisteminde bilimsel dergilere gönderilen bütün çalışmalar yayınlanmadan önce iki veya daha fazla uzman (hakem) tarafından gözden geçirilir, hatalar ve eksikler olup olmadığına bakılır. Ancak son yıllarda yayın hacminin çok artmasından dolayı sistem şişiyor, en iyi dergilerin kendilerine gelen makaleleleri inceleyip yayınlamaları bazen bir yıl, bazen daha fazla sürebiliyor.

Bilim etiğinin temelinde yatan evrenselcilik ve hakkaniyet normları sayesinde, “peer review” sistemi herkese eşit davranır. Genellikle. Avustralyalı psikolog Alex Holcombe bu kuralı çiğneyen bazı dergiler keşfetti. Bu dergiler (ve daha kimbilir kaç tanesi) makale gönderen yazarlara, ek ücret karşılığında kısa bir zaman içinde hakem incelemesinden geçme garantisi sunuyor. Sözgelişi “Obesity Reviews” 1000$ karşılığı on iş günü içinde incelemeyi bitirme garantisi veriyor. “Journal of Medical Internet Research” ise 450$ karşılığında 15 günde inceleme, kabulden sonra bir ay içinde yayınlama garantisi veriyor. Bununla beraber, hiç bir dergi para karşılığı makaleyi kabul etme garantisi vermiyor tabii ki. >>>

14 Nisan 2011

Bilim ve Mühendislik Etiği İTÜ’de Tartışıldı

İstanbul Teknik Üniversitesi(İTÜ) ve Elektrik Mühendisleri Odası (EMO) İstanbul Şubesi tarafından bu yıl üçüncüsü düzenlenen "Bilim ve Mühendislik Etiği" ana temalı panel İTÜ'nün ev sahipliğinde gerçekleştirildi. Elektrik-Elektronik Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Ömer Usta’nın açılışını yaptığı panele Türkiye’nin önde gelen üniversitelerinden birçok araştırmacı, akademisyen ve öğrenci katıldı.

İTÜ Öğretim Üyeleri Prof. Dr. Tayfun Akgül, Prof. Dr. Ayşe Erzan, Prof.Dr. Atilla Bir, Prof. Dr. Turan Öztürk ve EMO İstanbul Şubesi Yönetim Kurulu Başkanı Erhan Karaçay’ın düzenleyici olduğu panelde “ Bilimde ve Teknolojide Haksız Rekabet”, “Bilimin İşlevi Karşısındaki Tehlikeler”, “Tıpta Etik”, “Mühendislik ve Etik”, “Bilişim Teknolojilerinde Etik” başlıklı konular ele alındı.
İTÜ Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ayşe Erzan “Bilimde ve Teknolojide Güveni Kötüye Kullanma ve Haksız Rekabet” başlıklı konuşmasında “Bilim Etiği”nin dayandığı temellerden, yaşadığı toplumsal süreçlerden ve etik bilgi birikiminin tarihsel sürecinden bahsetti. Bilimde sahtecilik, tahrifat yapıldığını, çarpıtılmış istatistiklere, anketlere, ölçüm ve gözlemlere yer verildiğini söyledi. Meslektaşla kurulan ilişkilere de değinen Erzan, “Ticaret ahlakı neyi gerektiriyorsa, meslektaş ile kurulan ilişkide aynı doğrultuda olmalı. Hırsızlık, en açık ifade ile başkasının hakkını yemedir. Makalede ya da projede intihal, haksız rekabete yol açar.  Genel ahlak kurallarına aykırı fakat son zamanlarda mazur gösterilmeye çalışıldığını görüyoruz. Kimseye zararı yok safsatasından bir an önce kurtulunması gerekiyor. “ diye konuştu.
Sabancı Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Gürol Irzık ise konuşmasında toplumun bilime duyduğu güvenin ve bilim insanlarının toplumun gözünde sahip olduğu saygınlığın bilimin bu esasına yani “Bilim Etiği”ne borçlu olduğunu göstermeye çalıştı. Tüm dünyada bir yandan bilim etiğine duyulan ilgi artarken bir yandan da onu tehdit eden ciddi gelişmelerin yaşandığına dikkat çeken Prof. Dr. Irzık “Bu bir tür çelişki görülebilir ama bana öyle geliyor ki aslında son yıllarda bilim etiğine duyulan ilgi patlamasını, bilimin bu toplumsal örgütlenişinde ki muazzam dönüşümüne bilim üzerindeki olumsuz etkilere karşı bir tepki olarak yorumlamak mümkündür. Biz bunları niye 30-50 yıl evvel tartışmıyorduk da son yıllarda bilim etiği diye hop oturup hop kalkıyoruz; çünkü bir şeyler oluyor bir şeyler değişiyor, daha önce görmediğimiz türden gelişmelere şahit oluyoruz. Eğer öyleyse yani bu saptama doğruysa o zaman karşılaştığımız sorunu değil, yani bilim etiği önemli olan, bunun derslerini açalım, üniversitelerde etik kurulları oluşturalım. Fakat meselenin aynı zamanda daha geniş bir mesele olduğunu da gözden kaçırmayalım. En geniş manada nasıl bir dünyada, nasıl bir toplumda, nasıl bir bilim ve ne için bilim istiyoruz. Sorun makro düzeyde aslında budur.”şeklinde konuştu.
İstanbul Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Hasan Yazıcı ise Tıp alanında etik konusunda yaşanan güncel sorunlara farklı bir bakış açısı getirdi. Tıpta yapılan  “Randomize Kontrollü Çalışmalar” ın kötüye kullanımından bahseden Yazıcı, “Tarihçiler sosyologlar bilim insanları ve biz hekimler, kendimizi kanıtlamak yolunda bilimsel yönteme önem vermiyoruz.” diyerek öz eleştiride bulundu. Hekim ve ilaç endüstrisi ilişkisine de değinen Yazıcı “Son zamanlarda, son beş -on yıldan beri, artık yemek yok, şarap yok, kongrede çanta bile vermiyorlar. Oyuncaklar, şemsiye, eldiven vb promosyonlar yok. Artık dengeli bir görüş sağlamak amacıyla konuşmalardan evvel sunumlar bile inceleniyor.”diye konuştu.
İki oturumda gerçekleşen panelin sonunda panelistlere, İTÜ Elektrik-Elektronik Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Tayfun Akgül tarafından sertifika takdim edildi.

***

İTÜ'de "Bilim Etiği" Tartışıldı

İntihallerin gündeme geldiği bilim dünyasında bilimsel sahtekârlıklar düzenlenen panelde tartışıldı.
İstanbul Teknik Üniversitesi'nde "Bilim ve Mühendislik Etiği" başlığıyla düzenlenen sempozyumda öğretim üyeleri görüşlerini açıkladı. Panelde konuşan Prof. Dr. Tayfun Akgül, sahtecilik ve intihalle ilgili konuşmasında ÖSYM Başkanı Ali Demir'i de eleştirdi.
Tayfun Akgül, Demir'i İTÜ Fen Bilimleri Enstütüsü Müdürlüğü yaptığı dönemde intihal nedeniyle okuldan uzaklaştırılan kişiye doktora verilmesi nedeniyle eleştirdi. Durumu öğrenir öğrenmez Demir'i aradığını belirten Akgül, "'Böyle bir skandal nasıl oldu' dedim. 'Oldu hocam işte' dedi. Bana dediki 'yazı yaz'. Ben de durumu özetleyen bir yazı yazdım ve yolladım. Ertesi gün cevabı aldım. Ali bey diyorki, 'Enstitümüzü şahibe altında bırakma çalışmanı şiddetle kınıyorum' ifadesini kullandı. Akgül, "Bende bunun üzerine tepkimi karikatür çizerek gösterdim. Derken Ali bey ÖSYM'ye müdür oldu" diye konuştu. Akgül, YGS'deki şifre iddialarıyla ilgili ÖSYM'yi eleştiren karikatürünü de gösterdi..
Zafer KARAKOÇ - İSTANBUL / DHA

13 Nisan 2011

Almanya'da 2. Doktora tezinde intihal Olayı

Hakan Yazanel
Silvana Koch-Mehrin hakkında doktora tezinde intihal yaptığı yönünde çıkan iddiaları incelediği belirtildi.
Tanınmış Alman üniversitelerinden olan Heidelberg Üniversitesi'nin, Avrupa Parlamentosu Başkan Yardımcısı ve Hür Demokrat Parti'li politikacı Silvana Koch-Mehrin hakkında doktora tezinde intihal yaptığı yönünde çıkan iddiaları incelediği belirtildi.
Heidelberg Üniversitesi sözcüsü Marietta Fuhrmann-Koch, Hamburger Abendblatt gazetesinde yer alan haberde, Koch-Mehrin'e hakkındaki suçlamaları hızlı bir şekilde açığa kavuşturmak istediklerini, üniversitede bir kurumun dün çalışmalara başladığını ve Koch-Mehrin'in 227 sayfalık doktora tezini inceleyeceğini belirtti.
İncelemenin hızlı, ancak gereken titizlikle yapılacağını ifade eden Fuhrmann-Koch, bu süreçte Koch-Mehrin'in görüşünü de alacaklarını kaydetti.
Koch-Mehrin ise, sözcüsü aracılığıyla, konu ile ilgili bir açıklamada bulunmayacağını ifade etti.
''VroniPlag Wiki'' adlı internet sitesinin iddiasına göre, Koch-Mehrin'in doktora tezinde 20 sayfada başka yerden alıntı yaptığı ve bunu tezinde belirtmediği kaydedildi.
Daha önce de Almanya eski Savunma Bakanı Karl-Theodor zu Guttenberg de hakkında çıkan intihal suçlamaları nedeniyle bakanlık görevinden istifa etmişti.
Guttenberg ile ilgili inceleme Bayreuth üniversitesinde devam ediyor. AA

11 Nisan 2011

KOPYALA-YAPIŞTIRCILAR DİKKAT! : ‘Nasılsa yapılmışı var’ deyip aşırmayın (Hürriyet)

Hayriye MENGÜÇ /Hürriyet KAMPÜS
Akademik çevreleri uzun zamandır meşgul eden intihal-aşırma konusunu, lisans ve yüksek lisans tezleri düzeyinde ele aldık. Tez danışmanları, yaşadıklarından yola çıkarak anlattılar...
İSTER alıntı deyin, ister ç-alıntı... Ya da arak... İntihal, fikir eserlerine yönelik yapılan birebir koypa demek. Tırnak içinde herhangi bir alıntılama yapmadan, önceden yazılanları kendi fikrin gibi kendi mal etmek, yazıyı ‘copy paste’ edip, altına imza atmak. Yani hırsızlık. Bir anlamda akademik ahlaksızlık...
Komedyen Cem Yılmaz’ın dediği gibi “Nasılsa yapılmışı var” deyip, aynen almak, akademik çevrelerde aslında uzun zamandır tartışılan bir konu. Sonu gelmiş değil, gelecek gibi de durmuyor. Ve bugün gelinen noktada, çoğu arak yöntemlerle hak etmediği akademik pozisyonlara yükseltilen, profesör olan, bilimsel makale yayınlamaz olmuş akademisyenlerin intihal yapan öğrencileri yakalamaları konusuna kuşkuyla yaklaşılıyor. Ancak bilgi hırsızlığının en kötü şey olduğunun farkında olan pek çok proje tez danışmanı hoca, bunu genç akademisyenlere öğretmek için yoğun çaba harcıyor. 
‘Tez çeteleri var’ 
Bilgi Üniversitesi Dekan Yardımcısı Yrd. Doç. Dr. Itır Erhart, bu konuda bir Türkiye gerçeğine parmak basıyor: “Tez/ödev çeteleri var ülkemizde. Para karşılığı ‘A’ alacak, ‘B’ alacak, ‘C’ alacak tezler ve ödevler yazıyorlar.”
Öğrenciyi yakından tanıyan danışmanların, o öğrencinin ne yazıp yazmayacağını bileceğini belirten Erhart, “O zaman da dönem sonunda aşırılmış bir tezle karşılaşma ihtimaliniz olmaz pek. Tezin her aşamasını izlemek ve tezin kendisi, bu süreci notlamak da bunu önlemenize yardımcı olabilir” diyor. Kendi öğrencileri arasında tez aşıran olmadığını söylüyor ve bu durumu şöyle açıklıyor:
“Bizim üzerimizde 4-5 tane tez öğrencisi oluyor her dönem. Bu öğrencilerle her hafta buluşuyoruz ve gelişmelerini takip ediyoruz. Örneğin literatür taramalarını istiyoruz. Bir hafta sonra ellerinde kaynaklarla geliyorlar. Sonra birlikte metodoloji geliştiriyoruz vs. Bu öğrencilerle çok yakın çalıştığımız için dönem ya da yıl sonunda bitecek tezi aşama aşama izliyoruz. Bu de tez aşırmayı imkansız hala getiriyor.”
Peki “hiç aşırma olmadı mı” deyince, Yrd. Doç. Dr. Erhart, “Tez değil, ama ‘paper’ aşıran oldu. Ödev veriyorsunuz size başkasının yazdığı bir ‘paper’la geliyor. İlk kez oluyorsa uyarıyoruz ve bu tür bir davranışın sonuçlarını anlatıyoruz detaylı olarak. Birden çok kez tekrarlanırsa disiplin kuruluna yönlendirebiliyoruz” diyor.
Herhangi bir aşırma olayını genelde bunları saptamak üzere geliştirilmiş araçları kullanarak tespit ediyorlar. “Şüphelendiğiniz metni kopyalıyorsunuz, metin başka bir yerden alınmışsa sizi o sayfaya yönlendiriyor” diyor Erhart. Eğer böyle bir aşırma olayını fark ederse, öğrenciyle detaylı biçimde konuştuğunu söylüyor.
‘YÖK’ün sayfasından indiriyor’
Pamukkale Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi öğretim üyesi Yrd. Doç. Dr. Selçuk Burak Haşıloğlu, öğrenci yazmakta zorlanıyor ve YÖK’ün sayfasında girip rahatlıkla indirebiliyor, kendisi yazmış gibi” diyor.
Bu durum karşısında yapılanların, tamamen danışmanın davranışına kaldığını söyleyen Haşıloğlu, bu tip tezlerin aslında kendini belli ettiğini söylüyor:
“Öncelikle bu tip aşırılmış tezler, tez yazım formatından yakalanıyor. Mesela her üniversitenin genelde tez yazım kuralları aynıdır, ama bazı küçük detaylarda birbirinden ayrılır. Örneğin nokta yerine noktalı virgül kullanılır. Eğer gereken yerde başka türlü bir alıntılama varsa bu, bizde hazırlanan tezin başka bir tezden alınmış olabileceği hissi uyandırır. Bu arada bir danışman, tecrübesiyle gelen tezde yapılmış aşırmaları fark edebilir. Tezi yazan öğrencinin önemli bir konuda kendisine aitmiş gibi görüş bildirmesinden de anlaşılabilir.” 
Bazı tezler şüphe yaratır
Öte yandan Yrd. Doç. Dr. Haşıloğlu, danışanla fikir alışverişi yapılmasının önemine değinerek “Bilgi paylaşımı yapılmamış, örneğin danışmana hiç gösterilmeden tamamlanan ya da tez yazım süreci boyunca danışmanın hiç görüşü alınmamış tezlerin her zaman şüphe yarattığının” altını çiziyor. Tez aşıran bir öğrenci ile karşılaşmadığını, ancak üniversitesinde başka bir danışmanın başına geldiğini ve onun da öğrenciden tezi yeniden yazmasını istediğini anlatan Haşıloğlu, şunları söylüyor:
“Eğer tez sunmak için jüriye savunmaya gelindiğinde tezi sunarken aşırma olduğu fark edilirse, danışman ya da jüri üyeleri tezin aşırma olduğunu açıklarsa, tez yazan atılır ve hatta soruşturma dahi açılabilir. Ama tezi hazırlayan; savunmadan önce danışmana okutur, danışman bunun aşırma olduğunu fark ederek kendisine bildirirse, öğrencinin tezini düzeltmesi için yasal hakkı doğar.”
Namus ve şeref yemini...
Bu arada bir tez danışmanı olarak hassasiyetini dile getiren Haşıloğlu, “Diyelim ki gözümüzden kaçtı: Bu durumda yıllar sonra ortaya çıktığında danışmanın da sorumluluk payı vardır” diyor ve kendi çözümünü söylüyor: “En ince detayına kadar incelerim ve öğrenciden yemin mektubu benzeri metin alırım.”
“Yemin mektubu nedir” deyince de şunları söylüyor: “Her enstitüde farklıdır, ama bazı üniversite enstitülerinde tez teslim formu, bir taahhütnameyi de içerir. Yani burada tez teslim ederken tezi hazırlayan kişi, alıntı-çalıntı yapmadığını belirtir ve bunun altına imza atar. Bazılarında ise yemin mektubu vardır. Bu mektupta “Hiçbir yerden aşırma yapmadım konusunda namusum ve şerefim üzerine yemin ederim” der. Ve bunu da önsözde belirtir.”
Dijital ortam tespiti kolaylaştırıyor
Erciyes Üniversitesi İktisat Fakültesi’nden Dr. Cüneyt Dumrul, öğrenci tezlerinde intihalin tespitinin oldukça kolay olduğunu söylüyor:
“Öncelikle öğrenci bitirme ödevi hazırlarken; bu işin çok acemisi olduğu için ondan, biçimsel ve içerik olarak çok iyi bir çalışma beklenmez. Eğer öğrenci, biçim ve içerik açısından iyi bir çalışma getirdi ise bu durum intihal yönünde şüphe oluşturur. Ayrıca öğrenci henüz anlayamayacağı kaynakları, örneğin İngilizce kaynakları, çalışmasında kullanmışsa bu da şüphe oluşturur. Bunların yanı sıra internet veri tabanlarının erişime açılması, ödev sitelerine öğretim elemanlarının çeşitli yollarla erişebilmeleri ve bitirme tezlerinin fakültelerde dijital ortamda saklanması, artık intihalin tespit edilmesini kolaylaştırıyor. Özellikle internette ödev sitelerinin bu konularda öğrencilere imkânlar sundukları ise biliniyor.”
Bitirme tezlerinde intihal yapılması nasıl önlenir? Dr. Dumrul, öncelikle öğrenci ve danışmanın bir araya gelerek öğrencinin gelecek planlarıyla ilgili ve özgün başlıklı bir konu seçimi yapması gerektiğini söylüyor. Ayrıca danışmanın intihal konusunda öğrencisine bilgi vermesini ve bunun sonuçlarını anlatması gerektiğini vurguluyor:
“Çalışma boyunca düzenli görüşmelerle öğrencinin getireceği metinler, danışmanın kontrolünden geçmelidir. Böylece öğrenci en baştan böyle bir hatayı bilerek ve bilmeyerek yapmamayı öğrenebilir. Bunların yanında öğrencinin yararlandığı kaynakları danışmanına getirmesi istenmelidir.”
‘İkinci kez yaparsa disiplin cezası almalı’
Bitirme tezlerinde intihal yapmanın cezasının ne olması gerektiği konusunda ise Dumrul, şunları söylüyor:
“Mevcut yönetmeliklere göre bitirme tezinde intihal yapan bir öğrencinin cezası, kopya çekmekle özdeştir. Ancak bence, bu ceza oldukça ağırdır. Nitekim, bilimsel bir metin hazırlama konusunda çok çok acemi olan bir öğrenci, intihalin ne olduğunu dahi bilemeyebilir. Böyle bir ceza yerine öğrencinin bir dönem bitirme ödevinden kalması, konusunun değiştirilmesi ve ancak öğrenci ikinci defa aynı hatayı yaptığında disiplin cezası uygulanması daha doğru olacaktır.” 

SAKARYA Ünivesitesi Coğrafya bölümünde Yardımcı Doçent olarak görev yapan Muhammet Kaçmaz; doktora tezini yeni bitirmiş, İstanbul-Sakarya arasında mekik dokumuş, maddi ve manevi bu konuda çöküntüye uğramış ve 2003 yılından bu yana bilfiil bu sürecin içinde olan biri olarak konu hakkındaki düşüncelerini anlatıyor:
“Öncelikle biz, akademik çalışma yapmayı bilmiyoruz, çünkü lisans eğitimlerimiz çok zayıf. Sonra da yüksek lisans ve doktorada yüksek performans bekliyoruz... Hem de öğrencilere hiç bir şey vaat etmeden ve hiç bir yatırım yapmadan... Dolayısıyla öğrenciler, intihal olayını bilse de akademik çalışma sürecinde bunun ne demek olduğu konusunda pek bilgileri yok. Bunu bilinçli yapan yok mudur, elbette vardır ancak karşılaştırma yapılacak olursa büyük bir çoğunluğu ne yaptığının bile farkında değildir, özellikle yüksek lisans aşamasında.”
‘En iyi tez, bitmiş tezdir’
Yrd. Doç. Dr. Kaçmaz, kendi deneyimlerinden yola çıkarak anlatmasını sürdürüyor:
“Doktora sürecinde bu durum kısmen düzeliyor, ama yüksek lisanstan doktoraya geçiş süreci incelenecek olursa büyük bir düşüş olduğu gözlenecektir. Hepimiz birçok sıkıntıdan dolayı bir noktadan sonra ‘en iyi tez bitmiş tezdir’ felsefesini benimsemek zorunda kalıyoruz. Yoksa hayatla mücadele edemiyoruz, bu süreçte bir çoğumuzun hayatları alt üst oluyor... Akademik yaşam konusunda maalesef çok az bilgiliyiz ve süreçleri bilmediğimizden deneme yanılma yöntemleri ile düşe kalka öğreniyoruz bir şeyleri. Daha kolay şartlarda yapan yok mu, elbette var, ama akademik yolculukta gelecekle ilgili kaygılar, özellikle kadro alma ya da kadroda kalma gibi meseleler, Demokles’in kılıcı gibi üzerimizde geziyor... Örneğin bizzat bu işi yapan araştırma görevlileri için bile atılma söz konusu iken üniversitelerden, bu kişilerden nasıl özgün ve özgür eserler vermesini bekleyebiliriz ki...”
‘Onaylamadıkça o tez bitmez’
Şu an 3 bitirme tezi yaptırdığını söyleyen Kaçmaz, dikkat ettiği noktaları şöyle özetliyor:
“Alıntılarda nelere dikkat edilmeli, nasıl araştırılmalı, özgün konu seçimi gibi konularda yardımcı oluyorum. Henüz intihal ile karşılaşmadım. Karşılaşırsam öncelikle bunu bilinçli yapıp yapmadığını öğrenmeye çalışırım, bilinçli değilse düzelttirmeye, bilinçli ise yine düzelttirmeye çalışırım, ama ısrar ederse de gerekli işlemleri yaparım. Sonuçta tezin onayı bizlerden geçiyor en son aşamaya kadar ısrar etse bile siz onay vermedikten sonra o tez bitmez. İntihal yapan bu işi, bir marifet olarak görüyorsa bu kişinin akademik kariyer yapmaması için elinden geleni yaparım. Zira bugün bilgi aşıran, yarın neleri aşırır kim bilir?”
Son söz...
Muhammet Kaçmaz, son noktayı şöyle koyuyor:
“İntihal olayının da ötesinde tezlerini başkalarına yazdıranlar bile varken, sürecin birçok tarafı yamalı bohça iken tek bir olumsuzluğu öne çıkararak akademisyenlerin hepsini töhmet altında bırakmanın doğru olmadığını düşünüyorum. Zira çıkan birkaç örnek, herkesi aynı şekilde yaftalamaya yetiyor, özellikle bu sürecin zorlukları hakkında en ufak bilgisi olmayanlar tarafından...” >>>

MİLYARLARCA KAYNAKTAN TARAMA YAPILIYOR

1996’da kurulan Turnitin.com sitesi, ödevlerin çalıntı-alıntı olup olmadığını çevrimiçi tarıyor ve raporluyor. Site ayrıca ödevlere geribildirim de yapıyor.
Alıntı yapmanın doğru yolunu göstermek ve olası çalıntılardan korunmak için üniversite ve liselerde öğretmenler, Turnitin sitesini kullanıyor. Hazırlanan ödevler, çevrimiçi Turnitin.com sitesine konuluyor, akademik girdi, reklam metinleri ve öğrenci ödevleri de dahil milyarlarca kaynaktan tarama yapan site, karşılaştırmaları yapıp ne kadar alıntı yapılmış, hangi kaynaklardan hangi kısımlar alınmış ya da çalınmış ortaya çıkıyor. Türkiye’de Turnitin’i; Bilkent, Sabancı, İTÜ, ODTÜ, Çanakkale 18 Mart, Anadolu, Koç ve Süleyman Demirel Üniversiteleri kullanıyor.
Ayrıca, internet üzerinden kullanılabilecek intihal tespit programları da var. Asuyatuyolar.blogspot.com’da 6 Mart 2011’de yazılmış bir günce notu, üstelik ücretsiz olan bu programlar hakkında bilgi veriyor. Ücretsiz ve bireysel kullanıcılara yönelik seçeneklerin irdelendiği yazıda işin en pratiğinin “Google’da bir cümleyi tırnak içinde yazıp aratmak olduğunu belirtiyor. Daha kapsamlı seçenekler için bu bloga bakılabilir. 
Ezgi Arık

3.000 DOÇENTLİK TEZİNİN 140'I İNCELEMEYE ALINDI

1999-2004 yılları arasında Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Etik Kurulu Başkanlığı, 2000-2004 yılları arasında ise Üniversitelerarası Kurul Temsilcisi ve YÖK Genel Kurulu Üyesi olarak görev yapan, Koç Üniversitesi Tıp Fakültesi Kurucu Dekanı Prof. Dr. Şevket Ruacan, “Yayın Etiği” başlıklı sunumunda; Türkiye’nin 2005 yılı ülkeler yayın sıralamasında Türkiye’nin 19’uncu sırada olduğunu belirtiyor. 1997-2004 yılları arasında kendilerine sunulan 212 dosya içinde 163 bilimsel yanıltma, 36 yanıltma şüphesi, 13 de karar verilemeyen dosya bulunduğunu kaydediyor. Bu dosyalardaki en sık yanıltma tiplerini ve dosya adedini şöyle sıralıyor:

Duplikasyon/mükerrer yayın: 58
Yazarlık ihlalleri: 26
Etik Kurul Onayı ihlalleri: 25
Bilgilendirilmiş onay: 22
Uydurma/çarpıtma: 19
Aşırma/plajerizm: 17
Etik dışı araştırma/klinik uygulama: 15
Çıkar ilişkisi: 8
Danışman/editör kusuru: 9
Çeşitli: 39 


Prof. Dr. Ruacan, www.ulakbim.gov.tr’de yer alan sempozyum bildirisinde ise; 2005-2008 yılı arasındaki Doçentlik Sınavı Etik Komisyonu’nu verilerine dayanarak Türkiye’de her yıl ortalama 3.000 kişinin değişik alanlarda doçent olarak başvurduğunu belirtiyor. “Bunlardan değişik yıllarda 83-140 dosya etik bakımdan ciddi bulunarak incelemeye alınmıştır” diyen Ruacan, bu dosyalardan da gene değişik gerekçelerle her yıl ortalama 30 tanesine yaptırım önerildiğini kaydediyor.
Ayrıca Prof. Dr. Şevket Ruacan’ın Üniversitelerarası Kurul Başkanlığı (ÜAK) Doçenlik Sınavı Etik Komisyonu 2005 yılı verilerine dayanarak yaptığı değerlemeye göre; o yıl sınava 2.780 kişi girdi. Etik Komisyon’a gelen 100 dosyanın 75’i iade edildi. Ceza alan dosya sayısı ise 25 oldu. 2006 yılında ise 3.154 aday doçentlik sınavına girdi. Etik Komisyon’a 110 dosya geldi. Bu dosyaların 85’i iade edildi. Ceza alan dosya sayısı, 25 oldu.    

NE  OLMUŞTU?
* İNTİHAL ile ilgili en taze haber, geçen ay geldi. Almanya’nın olası başbakanı olarak lanse edilen ancak doktora tezinde kaynak göstermeden alıntı yaptığı ortaya çıkan Almanya Savunma Bakanı Karl-Theozor zu Guttenberg, istifa etmek zorunda kaldı.
* New Orleans Üniversitesi’nde bilgisayar bilimleri doktorası yapan A.Murat Eren’in 2010 Eylülü’nde yazdığı ‘Bilimsel Ahlaksızlığın Gri Mecraları’ isimli yazı, intihal konusunda akademik dünyanın halini gözler önüne serdi. Ayrıca Dr.Tansu  Küçüköncü’nün mücadelesi sürüyor.
* Daha eskilere dönersek, 2005’te Başbakanlık Müsteşarı Prof. Dr. Ömer Dinçer’in Yrd. Doç. Dr. Yahya Fidan ile 1996’da yazdıkları ‘İşletme Yönetimi’ adlı kitapta intihal yaptıkları, Marmara Üniv. kararıyla kesinleşmiş; olay, intihali siyaset sahnesine taşımıştı.
* 2003’te ise Türk Tabipler Birliği Yüksek Onur Kurulu, İstanbul Üniv. Rektörü Prof. Dr. Kemal Alemdaroğlu’na; bir kitabındaki intihal nedeniyle 2 ay meslekten men cezası vermişti.

8 Nisan 2011

Orhan Bursalı - Şifre, ÖSYM, Bilimsel Yayında Etik Dışılık - (CBT)

Cumhuriyet Bilim Teknik, 08.04.2011

Olmayacak şey değil... Tepeden tırnağa etikdışılığın sarıp sarmaladığı bir toplumu yöneten organların ve kurumların, Türkiye’nin en önemli sınavında belirli bir kesimi koruyup kollaması çok normaldir. Eğer iktidarda yandaşlık varsa, yandaş koruma/ kollama/ atama 8 yıldır sıradan bir olgu olarak kabul ediliyorsa, kendi türlerinin arkadan gelen soy-soplarına yükselişin kapılarını açmalarından daha doğal ne olabilir?

ÖSYM’de operasyon 9 ay önce gerçekleşti ve iktidar-YÖK orada egemenliği / yönetimi devraldı! Bu ilk büyük sınava, “asla hilenin yapılamayacağı büyük teknolojik yeniliklerle” hazırlandıklarını duyurdular...

Ali Demir, İTÜ’de tekstilci profesördü.. TV’de yaptığı açıklamada yanında bulunan kişi de endüstri mühendisi emekli profesör Ercan Öztemel ise TÜBİTAK Gebze’de çalışıyordu (ne üretiyordu?), anlaşılan Demir’in yanına atanmış! İkisi de, zerre kadar ilgileri olmayan bir işi yönetmeye getirildiler! Ama önemli olan “yandaş- cemaatdaş” olmalarıydı! YÖK nasıl bütün atamalarda iktidarın adamlarını gözettiyse, Başkanı Özcan, ÖSYM’ye yaptığı adamalarla da üstlendiği “tarihsel misyonunu” yerine getirdi!

Sınav’da ilk “kural bozma”, sadece türbanlı kızların 8 okula özel olarak yerleştirilmesiyle başladı, ÖSYM önce bunun kasıtlı atama olduğunu reddetti! Bilgisayar atadı, diyerek ilk yalanı söylediler! Sonra da “pozitif ayrımcılık yaptık” dediler! Bu pozitif ayrımcılığın, sınav sorularının çözüm anahtarını da vermeye kadar uzanmış olabilir! Bu kızlar kimlerdir ve sınavdaki başarıları açıklanmalıdır!

Ali Demir, zerre kadar saydam davranmadı! Her soru kitapçığının ayrı ayrı şifrelendiğini bile ileri sürecek oldu! Sorular karşısında, eh o sayıya yakın, dedi.. Ancak anlaşılıyor ki, 1.700.000 soru kitapçığını guruplar halinde şifrelemişler! Böyle olunca, bunları guruplar halinde istedikleri “okullara” gönderebilirler! Nasıl olsa çözüm şifreleri de biliniyor!

Eğer isim isim bildikleri ve belirledikleri türbanlı kızları İstanbul’da belirli okullara toplayıp sınavlar sokabiliyorlarsa... O halde, kendilerine bildirilecek binlerce öğrenciyi de, belirli yerlere guruplar halinde toplayabilirler... Ve bu guruba da anahtarıyla birlikte şifreli kitapçıkları da dağıtabilirler!

Tam anlamıyla şaibeli işler merkezi ile karşı karşıyayız, sanki...

***

Şaibe, etik dışılık, bilimi de sarmış durumda! Kurumsal bir çürüme! Prof. Metin Balcı, uluslararası ünü olan çok değerli bir bilim insanımız. Dergimizdeki makalesi çok önemlidir. Balcı, uluslararası bilimsel makalelerin en çok yayımlandığı 10 bilim dergisini inceledi! Gördü ki, bilim dünyamız bu dergileri çok seviyor! Ama dergilerin izlenme ve bilimsel kriter değerleri en alt düzeyde! Üstelik makale yayını için ücret alıyorlar! 500-750 doları bastırdın mı, hiç bir iyi/kaliteli derginin yüzüne bile bakmayacağı sözde araştırma makalelerini hemen basıyorlar! Bir sürü Hint, Pakisten, Afrika dergisi ve sadece düşük kaliteli makaleleri basmak ve iyi para kazanmak için kurulmuş şirketler topluluğu!

Çünkü talep var! “Makale yayınlamak”, akademisyenin “bilimsel faaliyeti” için gerekli! Ülkemizde akademik yükseltmeler için de zorunlu! Bu tür dergilerde yayınladığınız kolay yazıları, dosyanıza koyuyorsunuz, jüriye gönderiyorsunuz, sayın jüri bakıyor ki koşullar yerine getirilmiş, akademik yükseltmeni veriyor! Kaliteymiş, etik dışıymış falan filan...

İncelenen 10 dergide 1900 “makale”, Türkiye’nin uluslararası yayın sayısını arttırıyor! Yayın grafiğini yukarıya tırmandırıyor! Bilim yöneticilerimiz, bunları başbakanlarına, yerli ve uluslararası toplantılarda bilim dünyasına sunuyor! Böylece bilimde “dörtnala koştuğumuza” inanıyoruz!

Bilimsel araştırmacılığı /etkinliği bir üst düzeye tırmandırmak için, koşulları değiştireceksiniz. Metin Balcı, bu konuda önerilerde bulunuyor. Balcı, bilimi, iyiyi, doğru olanı, etiği, kaliteyi koruyan ve daha ileri gidilmesini isteyen bir bilim insanımızdır.. Yanlışı gösterir, ama bu tip bilim insanlarını pek çok kurum sevmeyebilir! Sesini çıkarmayan insanları tercih ederler! Bataklığı görse bile üç maymunu oynayacak insanları! 2 ay kadar önce, “bugüne kadar ki katkılarınız ve yardımlarınız için teşekkür ederiz” mektubu, ÖSYM’den, bir tek sadece Balcı’ya, acaba bu nedenle mi gönderildi!?

Prof. Dr. Metin Balcı - Yüksek sayıda makalelerin sırrı! (CBT)

Cumhuriyet Bilim Teknik, 08.04.2011

Prof. Dr. Metin Balcı,Türk bilim camiasının 2010 yılında en çok yayın yaptığı ilk 10 bilimsel derginin analizini” yaptı. Buna göre toplam 21.529 makalenin %10’nun çok düşük düzeyde ve üstelik para ödenen dergilerde yayımlandığını saptadı. mbalci@metu.edu.tr, TÜBA Üyesi ve Orta Doğu Teknik Üniversitesi Öğretim Üyesi

Bilimsel üretkenliği olmayanlar, tümü olmasa da bir kısmı, yayın için çeşitli yollara, etik dışı davranışlara başvurmaya başladı. Ciddi bir bilimsel süzgeçten geçmeyen ve para ile yayın yapan bu dergilere yönelme yolunu seçtiler.

Son yıllarda kamuoyunda tartışılan konulardan biri de ülkemizde bulunan üniversitelerden kaçının dünyada ilk 500 arasına girmiş olmasıdır. Bu konunun tartışılması elbetteki sağlıklı bir gelişmenin göstergesidir. Bu tür tartışmalar zaman zaman istismar da edilmektedir. Dünyada bazı kuruluşlar, her yıl üniversiteleri inceleyip bir sıralama yapmaktadırlar ki böyle bir çalışmayı yapmak oldukça zordur. Üniversitelerin sıralamaları yapılırken çeşitli kriterler temel alınır. Bunlardan birisi, ülke adresli yayımlanan bilimsel makalelerin sayı ve kalitesidir. Bugün ülkemizde, yayın sayısını arttırmakla kişileri doçent ve profesörlüğe yükseltmenin ötesine gidemiyeceğimizi ileri süren bilim insanı sayısı maalesef oldukça fazladır.

Onlara basit bir mantıkla şu cevabı vermek isterim. Çok sayıda ve kaliteli bilimsel makale üreten eğitim kurumlarında çok iyi yetişmiş bilim insanları bulunur. Onların olduğu yerde kaliteli eğitim verilir ve kaliteli insan gücü yetişir. Kaliteli yetişmiş insan gücü ileride istihdam edildiği kurum ve kuruluşlarda ülke için en iyi hizmeti verir ve dolayısıyla ülke kalkınmasına, ülkenin refah düzeğinin artmasına önemli katkılar sağlar. Bilimsel araştırmalar bir amaç doğrultusunda yapıldığı gibi (uygulamalı, patente yönelik), doğayı anlamak için de yapılır (temel araştırmalar) ve bu araştırmalar insan gücünün yetişmesinde aynı zamanda araç rolünü de görürler. Ayrıca oluşan bilgi birikimi ileride uygulamaya dönüşebilir.

Bu yazıda 2010 yılında Türkiye adresli makalelerin yayımlandığı ilk 10 dergi incelendi. Bu dergiler WEB of Science veritabanınca taranan dergiler grubundadır. Son yıllarda bu veritabanınca taranan dergi sayısı bazı nedenlerden dolayı[1] arttı ve bu da Türkiye adresli makale sayısının artışına neden oldu.

2010 yılında WEB of Science veritabanı tarafından taranan bilimsel dergilerde yayımlanan Türkiye adresli makalelerin sayısı 21.529’dur. Bu sayıda yalnız bilimsel makaleler var; kongre özeti, konferans v.s. yok. En çok makalenin yayımlandığı ilk 10 dergi Tablo 1’de görülmekte. Bu dergilerde yayımlanan yaklaşık 1900 makale, toplam makale sayısının %10’u civarındadır. Bu 10 derginin analizi, karşımıza ilginç tablolar çıkartıyor. Dergilerin 3’ü Türkiye’de farklı kurumlar tarafından çıkarılıyor, diğerleri ise yabancı dergilerdir. Bu dergilerin 9’u TÜBİTAK’ın yaptığı gruplandırmada C grubuna, yalnız biri A grubuna girmektedir. Bu da, Türk bilim camiasının çoğunlukla etki değeri çok düşük dergilerde yayın yaptığını ortaya koymakta. En can alıcı noktalardan biri ise bu 10 dergiden 5’inin makaleleri belli bir ücret karşılığında yayımlamasıdır. Bu ücretler 500 ile 750 $ arasında değişiyor. Özellikle paralı dergilerin geniş bir editör ekibi bulunuyor ve Türk editör sayısı da oldukça fazladır.

BİLİMİ KULLANIYORLAR
Son yıllarda bazı kişiler, kuruluşlar ve hatta ülkeler organize bir şekilde bilimsel dergi çıkarmak için bir yarış içerisine girmişlerdir. Bunların amaçları kesinlikle bilime katkı sağlamak olmayıp tamamen maddi çıkar sağlamaktır. Örneğin Journal of Animal and Veterinary Advances başlıklı dergi 2007 yılında yayın hayatına girmiş Pakistan (Medwell Journals) tarafından yayımlanan bir dergidir (Şekil 1). Derginin ismi her ne kadar hayvancılık ve veteriner ile ilgili bir çağrışım yapıyorsa da, yayın dağılımı hemen hemen homojen olup çoğu sahayı (tıp, temel bilimler, mühendislik, ziraat) kapsamaktadır.

Bugüne kadar dergide yayımlanan toplam makale sayısı 1762 olup bunların 722’si (%41) Türkiye adresli iken, Pakistan adresli tek bir makale yoktur. Derginin mevcut 69 editörünün 14’ü Türk’tür. Burada hemen şu soru akla geliyor. Bu dergi ne zaman Türk bilim camiası tarafından benimsendi ve neden bu kadar Türk editör atandı? Yoksa bu dergi Türk bilim insanlarının makalelerini yayımlamak için mi hayata geçirildi?

Diğer bir dergi ise Malezya tarafından 2005 yılında çıkarılmaya başlayan Scientific Research and Essays isimli dergi çok kısa bir sürede Türk bilim camiası tarafından keşfedildi. Son 5 yılda yayımlanan makale sayısı 911’dir (Şekil 2). Türkler son iki yılda yapmış olduğu yayımlarla (toplam 373 makale, %40) hemen bu dergide de birinci sıraya oturmuştur. Türk bilim camiası, bu dergide yayın yapan Nijerya, Malezya, Çin ve İran ile yarışa girmiştir. Son yıllarda bilim camiamız Afrika dergilerini keşfetmeye başladı ve çok kısa sürede bu dergilerde de yayın yapan ülkeler arasında birinci sıraya oturmayı başardı (Şekil 3 ve 4).

African Journal of Agricultural Research ve African Journal of Biotechnology dergileri Academic Journals adlı bir firma tarafından çıkarılıyor. Bu firmanın tüm sahalarda yayımladığı bilimsel dergi sayısı 103 olup dergilerin tamamı paralı (500-750 $)’dır. Bu firmanın merkezi Kenya’dadır, dergi editörleri çeşitli ülkelerdendir.

Asian Journal of Chemistry 30 yılı aşkın bir süredir Hindistan tarafından yayımlanan bir dergi olup kimyacıların yanı sıra biyolog ve ziraatçıların da yoğun ilgi gösterdiği bir dergidir (Şekil 5). Bilim camiası bu dergiyi biraz geç keşfetmiş olsada son yıllarda Türkiye, Hindistan’dan sonra yayın sayısı açısından birinci sıraya oturmuş olup, İran ile bir rekabet içerisine girmiştir. Bu dergi sayfa başına 30 € almakta ve makale yayınlayanların dergiye abone olma koşulunu getirmektedir. Bu da ortalama bir makalenin 750 $’a yayımlanacağını göstermektedir.

Expert Systems with Applications adlı dergi Elsevier tarafından çıkarılan ve A grubuna giren bir dergidir. Genel olarak A grubuna giren ve etki değeri yüksek olan dergilerde yayın yapan ülkeler çoğunlukla bilimde gelişmiş ülkelerdir. 2003 yılında yayın hayatına başlayan bu derginin dikkat çeken noktalardan birisi; her 3 yayından birisinin Tayvan adresli olmasıdır. Dergide en çok yayın yapan ülkeler arasında Tayvan’ın yanı sıra Türkiye, İran, Kore, Çin v.s gibi ülkelerin ön plana çıkması çok ilginçtir.

Türkiye adresli makalelerin en çok yayımlandığı ilk 10 bilimsel dergide yayımlanan makaleler üniversiteler bazında incelendiğinde, makalelerin daha çok Anadolu üniversitelerinde çalışan öğretim üyeleri tarafından yayımlandığı görülüyor. Gelişmiş üniversitelerin yayın sayısı bu dergilerde daha azdır. Örneğin, birinci sırada bulunan Ondokuz Mayıs Üniversitesi’nin yayın sayısı 122 (Bu makalelerin 60’ı Acta Crystallographica Section E-Structure Reports Online dergisinde yayımlanmıştır) iken Orta Doğu Teknik Üniversitesi 5 makale ile 85. sıradadır.

YÜKSELME KRİTERLERİ GÖZDEN GEÇSİN
Ülkemizde doçentlik için yükseltilme kriterleri ilk kez 1995 yılında oluşturulan komisyonlar tarafından belirlendi. Çok iyi niyetlerle o yıllarda belli sayıda yayın yapma zorunluluğu getirildi. Aradan 16 yıl geçti. Bu kriterler elden geçmedi ve hiçbir yenilik getirilmedi. Öğretim elemanları yayın yapmaya zorlandı. Bu da doğal olarak Türkiye adresli yayınların sayısını arttırdı.

Bu süreç zarfında Türkiye’de üniversite sayısı da hızlı bir şekilde artmaya başladı. Yakın üniversitelerde doktora derecesini alan kişiler hemen bu yeni üniversiteleri doldurmaya başladı. Hiçbir altyapısı olmayan bu üniversitelerde istihdam edilen kişiler, altyapısı olan fakat bilimsel üretkenliği olmayanlar, yayın yapma zorunluluğundan dolayı, tümü olmasa da bir kısmı, yayın için çeşitli yollara, etik dışı davranışlara başvurmaya başladı. Ciddi bir bilimsel süzgeçten geçmeyen ve para ile yayın yapan bu dergilere yönelme yolunu seçtiler. Ülkede profesör sayısı da artmaya başladı.

Doğal olarak tüm profesörler (profesörler arasında ayırım yapılamayacağına göre) doçentlik sınavlarına girmeya başladı. Jürilerin önceden toplanması kaldırıldı. Öğretim üyelerinin önemli bir kısmı yeterli eser sayısını gördükleri takdirde adayları eserlerden başarılı buldular. Böylece çok kişi doçent ünvanını aldı. Türkiye’de bir şekilde doçent olan bir kişi 5 yıl sonra profesördür. Bunun önüne geçmek çok da kolay değildir. Çünkü ülkemizde bu ünvanlar, liyakata göre verilen değerler olmaktan çok uzakta olup kişinin tamamen özlük hakkına indirgenmiştir. Öğretim üyelerimizin önemli bir kısmı tek başına doğru karar veremiyor. Böylece çok aday eser aşamasında aradan sıyrılmaktadır. Girdiğim sınavlarda, öğretim üyelerinin bir kısmının seviyelerinin ne kadar düşük olduğunu görmekte ve hayretle izlemekteyim. Adaya sordukları soruların cevabını dahi bilmeyen hocalar mevcuttur.

Ayrıca yıllardır izlediğim bir diğer nokta ise doçentlik sınavlarında adaylara sorulan soruların seviyesi, Yüksek lisans veya doktora sınavlarında sorulan sorulardan farklı değil. Bu sistemle derece almış ve bu sınavlara giren hocaların daha üst seviyede soru sormasını beklemek de doğru değildir.



PARALI PROFESÖRLÜK ÖNERİSİ

Öğretim üyelerimizin önemli bir kısmı paralı dergilerde makale yayımlayarak derece alma yollarına başvurmaktadır. Dışarıya bu konuda önemli miktarlarda döviz ödenmektedir.

Bu nedenle paralı doçentlik ve paralı profesörlük atamasını belki de düşünmeye başlamamız gereken zaman gelmiştir. Kendi kendimizi avutmaktansa böyle bir çözüm öğretim üyelerini hem rahatlatır ve hem de zor koşullarda çalışarak hakkıyla bu ünvanları almış öğretim üyelerimize de daha fazla haksızlık etmemiş oluruz. Doçentlik ve profesörlük ataması için bir gün (doçentlik ve/veya profesörlük bayramı) tespit edilir. Her yıl o gün derslere ara verilir, kampuslarda hoca öğrenci kol kola girer halay çekeriz, hem de hocalarımıza verilen bu ünvanları doyasıya kutlamış oluruz. Ne dersiniz?

Üzerinde durmak istediğim bir diğer nokta ise, son yıllarda giderek sayısı artan “doktoradan birkaç ay sonra doçentliğe müracaat eden” adayların durumudur. Doktorayı alır almaz doçentliğe müracaat eden kişiler bir şekilde doçentlik için gerekli yayın koşullarını sağlamaktadır. (Doktorayla bağlantısı olmayan makale sayısı açısından.) Böyle durumda olan bir kişinin bağımsız ve/veya kendi öğrencisi ile yayın yapmış olması teorik olarak mümkün değildir. Bu iki şekilde olabilir.

1. Aday hocası ile doktora esnasında yapmış olduğu çalışmaların bir kısmını doçentlik için saklamaktadır.

2. Daha yaygın olan yöntemlerden birisi, bir hocanın yöneticiliğinde doktora yapan kişilerin karşılıklı olarak isimlerinin yayınlara konulmasıdır.

Burada asıl etik dışı davranışı sergileyen hocaların kendileridir. Jüri üyeleri bu durumu hemen fark edip kişinin doçent olmasını engelleyebilir. Ancak bu durumda gerçekten yürekli hocalara çok ihtiyacımız vardır. Nerede cesurca o kararı verecek hocalar? Bu vesile ile herkesin doçentlik sınavlarına jüri üyesi olarak girmemesi gerekir.

Eğer bu durumun önüne geçilemiyorsa benim ilgililere yeni bir teklifim olacak, bütünleşik doktora eğitiminde olduğu gibi bütünleşik doçentlik programının bir an önce gündeme getirilmesidir.

Referans
[1] M. Balcı, Türk Mucizesi Değil, CBT 1135, 14, 2008.
GRAFİK ve TABLOLAR : CBT Sayfa 10 , Sayfa 15

!

Türkiye yırtıcı, şaibeli, sahte ve fake dergilerde en çok yayın yapan 3. ülke

Predatory journals: Who publishes in them and why? - Selçuk Beşir Demir Dünyanın en prestijli dergilerinden biri olan Elsevier tarafınd...

Predatory journals: Who publishes in them and why?

.....................................................................


...
...
...

* Rastgele Yazılar




.