Prof. Dr. Zafer Ercan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Prof. Dr. Zafer Ercan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
31 Aralık 2017
ZAFER ERCAN - Şeytanla mücadele etme uzmanları üniversiteleri işgal etmiştir (Bilim ve Gelecek)
Elbette hatalar yapılabilir ancak bazı “hatalar” hata olmanın ötesine
geçmiştir, hata olarak adlandırılamayacak bambaşka bir şeydir. Örneğin,
bir doktorun hastasının kafasını kopartması bir mesleki hata değildir.
Bir matematik öğrencisinin sadeleştirme yaparak,
eşitliğini elde etmesi bir hata olabilir ama bir matematik
profesörünün aynı yöntemle bu eşitliği elde etmesi hata değildir. Buna
karşın Türkiye’de matematik alanında bu tür işlemler sıklıkla
yapılabilmekte ve bu nitelikte doktora tezleri arsızca
hazırlanabilmektedir. Türkiye’de mevcut akademik yapının niteliği bu
seviyededir. Bu anlayış sonucunda üniversiteler her alanda “şeytanla
mücadele etmekte uzman” kadrolarca işgal edilmiştir. Bu gerçeklik
üzerinden hareket ederek Abant Lake Üniversitesi’nde yazılan bir doktora
tez süreci aşağıda ironik bir dille anlatılmıştır.
Doktora öğrencisi ve iki kanka jüri üyesi
Sessiz ve sakin tavırlı matematik bölümü doktora öğrencisiyle
matematik üzerinden ilk kez analiz dersinin uygulamasında karşı karşıya
gelmiştim. Derste bir soruyu çok kısık sesle çözmeye çalışıyordu ama
neyi çözdüğünü anlayamamıştım. Benden çekinmiş olabileceğinden rahat
anlatamadığını düşünerek sınıfta bir-iki dakika kaldıktan sonra
ayrıldım. Matematik üzerinden bir sonraki iletişimimiz doktora
yeterlilik sınavı esnasında oldu. Yazılı sınav kâğıdı için diğer iki
jüri üyesinin oldukça iyi olduğunu söylemeleri nedeniyle inceleme gereği
duymamıştım. Yazılı sınavı böylece başarılı olarak değerlendirildi.
Sözlü sınavda son derece basit sorulara yanıt verememesini “aşırı
derecede heyecanlanmıştır” diye yorumladım. Böyle bir yorumda bulunmakta
haklıydım, çünkü heyecandan bayılmak üzere olan öğrencilere
rastlamıştım. Öğrenciye “Bu tür sınavlar insanı heyecanlandırır,
acelemiz de yok, ara verip birkaç saat sonra tekrar buluşalım” diye
önerdim. Öyle de yaptık ama öğrencinin yine hiçbir soruya yanıt
verememiş olması beni çok şaşırttı. Sonuç olarak olumsuz görüş
belirtmekten başka çarem yoktu. Buna karşın diğer iki jüri üyesinin
olumlu görüş belirterek öğrenciyi başarılı olarak değerlendirmesi, olası
“üzülme” duygumu ortadan kaldırdığı için, durumun bu yanı hoşuma da
gitti. Bu jüri üyelerinden biri tez danışmanı Prof. Fromkars, diğeri
İsmail Prof. Addicted idi. Bu iki jüri üyesi o zamana kadar beş yıldır
aynı evde kalmaktaydı. Sonrasında iki yıl daha aynı evi paylaşacaklardı.
Son derece kuvvetli, başkalarını kıskandıracak kadar kankalardı.
Accumulation point nedir?
Bir süre sonra doktora öğrencisinin danışmanı ve diğer jüri üyesi ile
hazırladığı bir makaleyi inceledim. Makalenin amacının ne olduğu bir
türlü anlaşılmıyordu. Buna karşın tanımlanmadan makale içinde geçen
birkaç matematik terimini anlamaya ve makalede anlamlaştırmaya çalıştım.
Bu terimlerden biri “accumulation point of the topological space” idi.
Bütün uğraşılarıma karşın bu kavramı makalede bir yere oturtamıyordum.
Konuyu makalenin yazarlarından biri olan tez danışmanı Prof. Fromkars ve
öğrenci E. Golden’a sordum. Geri dönüş yapacaklarını söylemelerine
karşın bir dönüş yapılmadı. Yaklaşık üç ay sonra “Prof. Fromkars,
accumulation point’in hangi anlamda kullanıldığını söyleyecektiniz”
demem üzerine, “Hocam, odanıza 7-8 kitapla geldim yoktunuz” yanıtını
verdi, öğrenci de “Hocam, ondan sonra telefonla konuştuk ya,” (telefonda
bambaşka bir konu konuşulmuştu) dedi. O zamandan bugüne kadar çok
uğraşmama rağmen bahsi geçen terimin makalede hangi anlamda ve nasıl
tanımlandığı anlaşılamadı.
Jüri üyeleri babamın öğrencilerinden oluşsun!
Doktora tezi yazılmış-çizilmiş, sıra savunma sınavının tarihini
belirlemeye gelmişti; öğrenci jüri üyelerinin listesinin oluşması için
evrak dolaştırmaya başladı. Öğrenci kendisi doldurduğu “jüri üyesi
formunu” bölüm başkanı olarak onaylamam için bana getirdi. Listede yer
alan 5 isimden iki ya da üçü öğrencinin matematik profesörü olan
babasının doğrudan doktora öğrencisi, diğerleri ise babasından ders
almış öğrencilerdi. Öğrenciye, “usulün böyle olmadığını, buna bölümün
karar vereceğini” uygun bir şekilde açıkladım. Bunun üzerine öğrencinin
“Bölüm Başkanı dilekçemi almıyor” diye dekanlığa şikâyette bulunduğunu
öğrendim. Bu tümüyle haksız bir suçlamaydı, çünkü dilekçeler elektronik
sistem üzerinden veriliyordu.
Öğrenci, jüri üyelerinin ille de babasının öğrencilerinden oluşmasını
istiyordu. Bu yaklaşımlar karşısında tez jüri üyesi olarak yer almamam
mümkün değildi. Karşı çıkılmasına karşın jüri üyesi oldum. Diğer jüri
üyeleri Prof. Ages, Prof. Fromkars, Prof. Addicted ve Prof.
Aralmountain’di.
“Professor, that is a set”
Tez savunmasının kayıt altına alınması için Enstitü’ye yapmış olduğum
başvuru hukuki olmadığı gerekçesiyle kabul edilmedi. Tez savunması
sınavı başladı. Sınav salonunda yaklaşık 20 dinleyici vardı. Adaya,
tezinde geçen bazı matematiksel terimlerle ilgili sorularım oldu. Bu
soruların bazıları ve yanıtları şöyleydi.
– “Tezinizde yer alan accumulation point nedir?” soruma aldığım yanıt, “Bilmiyorum,” oldu.
– “Tezde gerçel sayılar üzerinde doğal topolojiden bahsediyorsun.
Nedir o topoloji?” sorusuna biraz düşündükten sonra, “Biz topoloji
kısmıyla ilgilenmedik” yanıtı geldi.
– Yine, “… gerçel gerçel sayıların bir altkümesinin supremumundan
bahsediyorsun. Ne demek?” sorusuna aldığım yanıt, epey bir düşündükten
sonra “Bu ifade tez için önemli değil” biçiminde bir yanıt verdi.
– “Tezde dizinin sürekliliğinden bahsediliyor olması nedeniyle
dizinin tanım kümesi olan doğal sayılar kümesinde belirgin bir topoloji
tanımlanıyor olması gerekir. Nedir o topoloji?” sorusuna aldığım yanıt,
“o önemli değil ” biçimindeydi.
Bu türden yaklaşık 20-25 soruya verilen yanıtların hepsi,
“hatırlamıyorum, bilmiyorum ya da bu tezde önemli değil” biçimindeydi.
Bu süreç içerisinde üç jüri üyesi Prof. Fromkars ve Prof. Addicted en
öne oturdu; Prof. Fromkars, “elini ağzına götürerek kısık sesle zaman
zaman öğrenciye kopya veriyordu”. Bu savunma esnasında Prof.
Aralmountain ve Prof. Addicted hiç konuşmamış olmasına karşın,
yönelttiğim “Tezinde function space’den bahsediyorsun. Ne demek?”
sorusuna öğrencinin yanıt verememesi üzerine Prof. Fromkars araya
girerek, “Professor, that is a set” yanıtını vererek matematikte tarihe
geçecek katkıda bulunmuştu.
Hepimiz bu aşamalardan geçtik, inşallah düzelir
Öğrenci savunmasını yaptıktan sonra jüri üyeleri aralarında toplandı.
Toplantıda “Gördüğünüz gibi aday hemen hemen hepsi temel olan ve
tezinde yer alan kavramlara yanıt veremedi. Ayrıca tez içerisinde yanlış
olduğunu iddia ettiğim sonuçlara ilişkin de bir açıklama yapılmadı. Bu
tezin bu hâliyle kabul edilmesi mümkün değil” yaklaşımıma jüri
üyelerinden Prof. Aralmountain’ın “Hepimiz bu aşamalardan geçtik.
Düzelir inşallah. Ben başarılı olması yönünde oy kullanıyorum”
açıklamasını takiben diğer jüri üyelerinin de “Ben de başarılı
görüyorum” görüşünü belirtmesi üzerine aday 3-2 oyçokluğuyla “başarılı”
olmuştur.
Ben bütün sınavlarımı mükemmel yaparım
Bahsi geçen öğrenci Veteran Üniversitesi’nde doktora öğrencisiyken
Abant Lake Üniversitesi’ne yatay olarak geçiş yapmıştı. Öğrencinin
Veteran Üniversitesi’ndeyken doktora tez danışmanının öğrencinin
babasının doktora öğrencisi olan bir profesör olduğunu sonradan
öğrendim. Bu öğrenci, Abant Lake Üniversitesi’ne geldikten sonra alması
gereken 5 dersin 5’ini de Prof. Fromkars’dan tek öğrenci olarak almış ve
bütün derslerden AA alarak geçmiş gözüküyor.
Bu süreçler sonrasında, yani öğrenci doktora sınavını 3-2 geçtikten
sonra, öğrencinin yazılı doktora sınavına bir bakayım dedim. Bir de ne
göreyim, öğrenci sorulan 6 sorunun altısını da kitap formatında,
satırlar ve semboller mükemmel olarak ayarlanmış bir şekilde, kâğıt
üzerinde hiçbir silme işlemi yapmadan, soru sırasını hiç değiştirmeden
birinci sorudan altıncı soruya kadar mükemmel bir şekilde yanıt vermiş.
Öğrenciye, bu soruları nasıl bu kadar mükemmel yanıtlamış olduğunu
sorduğumda, aldığım yanıt, “Ben bütün sınavlarımı böyle mükemmel
yaparım” oldu. Bunun üzerine öğrenciye, “Sen çok kısa zaman içerisinde
doçent, profesör olabilirsin. Etik komisyonlarda yer alırsın.
Yönetimlerle iletişimin çok iyi olur. Senin gibi birçok doktora
öğrencisi yetiştirirsin. TÜBİTAK’ta önemli mevkilere gelebilirsin, jüri
olarak görevler alabilirsin. Ama matematikçi olamazsın!” demek zorunda
kaldım.
Berkeley’li araştırmacı karısı çıktı
Bu fırsatla yazıyı kısa bir anekdotla sonlandıralım: Bir bölüm
toplantısında, bir profesör Berkeley’de akademik çalışmalarda bulunmuş
ve çok başarılı bir araştırmacının kendisiyle iletişim kurduğunu,
bölümlerine katılmak istediğini, bu araştırmacının bölüme katılmasının
çok yararlı olacağını söylüyor. Toplantıya katılan diğer bölüm
elemanları “başarılı araştırmacının” kim olduğunu sormuyorlar. Bu
başarılı araştırmacı çıka çıka kendisiyle iletişime geçmiş olduğunu
söyleyen kişinin karısı çıkıyor. Başarılı araştırmacıyı bölümlerine
tavsiye eden kişi, TÜBİTAK bilim dergilerinin editörlerinden biri! Bilim
dergileri kimlere emanet edilmiş…
Yukarıda bahsi edilen trajikomik durumlar istisnai değil, birkaç üniversite dışında son derece doğal hâle gelmiş uygulamalardır.
Her ne kadar mevcut durum yukarıda açıklandığı gibi olsa da, insanlık
onuru, üniversiteleri “‘şeytanla’ mücadele etme alanında uzmanlaşmış”
kadrolara teslim etmeyecektir.
2 Haziran 2016
Prof. Dr. Zafer Ercan - YOZLAŞTIRILAN AKADEMİ: TEŞVİK ( Bilim ve Gelecek)
Sevgi ve onun gelişimi parayla yapılabilir mi? Örneğin ‘sen bunu sev
sana para vereyim’ yaklaşımı neyi üretir sorusunu soralım. Yanıtımız da
‘fahişeliği üretir’ olsun. Yazımıza bu soru ve yanıtı aklımızın
merkezine yerleştirerek başlayalım.
Bu yazının anahtar kelimesi teşvik daha doğrusu akademik teşviktir.
10-15 yıl önce ortaya çıkan ‘ilk 500’e giren üniversiteler’ sıralamalarla başlayan ve dönemin başbakanının ‘eyy ODTÜ, sen neden ilk 500’e giremedin? Önce onu söyle’ suçlamaları ile devam eden süreç bu işin nerelere doğru evrileceğinin işaretlerini veriyordu.
Üniversiteleri yarıştırmak, piyasalaştırmak üniversite geleneğine aykırıdır. Ama kapitalizmin bir değer kaygısı olmadığı gerçeği dikkate alındığında şaşılacak bir durumun olmadığını da kendi doğallığı içerisinde analiz etmek gerekiyor. Alınganlığa gerek yok.
Sayı saymayı yeni öğrenmeye başlayan, bugün 10’a kadar, ertesi gün 100’e kadar, sonraki hafta 1000’e kadar sayan 7-8 yaşlarındaki çocuğun heyecanı elbette anlaşılabilir ve teşvik de edilebilir. Ancak öğretim üyelerinin her geçen gün daha fazla sayı saymasını bir araştırma ve başarı olarak gören ve bunu ödüllendiren üniversite yapısına ne denilebilir? Böyle bir yaklaşımın yaratabileceği boğucu ortamın nasıl olabileceğini ve kimleri boğabileceğini tahmin edebiliyor musunuz? Katılmış olduğum bir akademik toplantıda, on bir bölüm başkanının kendilerine verilen beşer dakikalık konuşma süreleri içerisinde, konuşmalarının tamamının “Bölümümüzde şu kadar yayın yapılmıştır. Şu kişi en fazla yayını yapan kişidir. Kendisini tebrik ediyor ve başarılarının devamını diliyoruz…” biçiminde olması, niteliğe yönelik hiçbir değerlendirme yapılmayıp, dinleyicilerden de bırakın bu garip duruma tepki göstermeyi, mevcut durumun alkışlanması neyi gösterir?
Bir teşvik doğuyor
Erdal İnönü’ün TÜBİTAK’tan sorumlu bakan ve Tosun Terzioğlu’nun TÜBİTAK başkanı olduğu dönemde SCI-E indeksine giren akademik dergiler sınıflanmış ve bu dergilerde yayın yapan öğretim üyeleri ‘parayla teşvik’ edilmişlerdi. Bu teşvik sürecinde yapılan çalışmanın niteliğiyle kimseler ilgilenmemişti.
Bir zamanlar Cumhuriyet gazetesinin cuma günleri eki olarak çıkartılan Bilim ve Teknik Türkiye’deki üniversitelerde en fazla yayını olan kişileri kapak sayfasında listeleyerek bu öğretim üyelerini Türkiye’nin en başaralı araştırmacıları olarak sunmuştu. Listede isimleri olan birçok öğretim üyesinin koltuklarının altında bu dergiyi büyük gururla taşımaları çok tuhafıma gitmiş ve o ana kadar saygı duyduğum ve aydın olarak gördüğüm/sandığım bu kişiler konusunda kafamda şüpheler oluşmuştu.
Teşvik, sonrasında ODTÜ tarafından da çok sevilmiş, okşanmış, büyütülmüş ve kendi üniversitelerinde uygulanmıştır. Bu uygulamanın mimarı da uzun süre ODTÜ’de rektörlük yapmış olan Ural Akbulut’tur.
Daha sonraları SCE-I dergilerine giren paralı dergiler inanılmaz bir artış göstermiş ve TÜBİTAK’ın teşviki bu dergi şirketlerine para akıtan bir kurum haline dönüşmüştür. İşin tadını alan paralı dergi şirketleri inanılmaz bir şekilde örgütlenmiş, sahte konferanslar düzenleyerek piyasalarını daha da genişletmiş ve kontrol altına almıştır. Özellikle bilimsel etiğin ve kültürün gelişmediği ülkelerde bu dergiler kök salarak, bu dergiler üzerinden yetişen ‘akademisyenler’ Türkiye’nin dört bir yanında üniversiteleri tabiri caiz ise ele geçirmişlerdir.
Ülkemizde yapılan Matematik yayınlarının yüzde 90’a varan bir kısmının yukarıda tanımlanan paralı dergilerde olması, Almanya, Fransa, İngiltere gibi ülkelerde bu oranın yüzde 5 civarında kalması olayın korkunçluğunun işaretini de veriyor.
Teşvik eleştirilmeye başlanıyor
Teşvik konusunun tam bir tecavüzcü amca olduğunun anlaşılmaya başlanması üzerine konuyla ilgili ufak tefek eleştiri yazıları çıkmaya başlamıştır. Bu yazılardan bazıları:
– Ersan Akyıldız, Bilimsel Atıf Dizinleri (SCI, SCI-Expanded) tarafından taranan dergilerde matematik yayınları ve bazı gözlemler, Bilim ve Ütopya.
– Şafak Alpay ve Zafer Ercan, Bilimsel Yayınların Değerlendirmesi Üzerine, Cumhuriyet Bilim Teknik, 24 Aralık 2005, 19, 179, s.20.[1]
– Kaan Öztürk, Şişme Dergiler ve Yayın Etiği İhlalleri, Matematik Dünyası, 2012-II.
– Metin Balcı, Nedir Bu Waset[2] Adlı Kuruluşun Kongreleri: Kongreler Bilimsel Amaçlı mı Yoksa Gezi Amaçlı mı? Cumhuriyet Bilim ve Teknoloji, 25 Aralık 2015.
– Özgür Aydın, Akademik Teşvik neyle şevke gelinir, Sol Haber, 07.03.2016.[3]
(Yukarıdaki yazılardan özellikle Kaan Öztürk ve Metin Balcı’ın yazısı okunmadan burada vurgulanmak istenenin tam olarak anlaşılması mümkün olmayacaktır. Bu sebeple okurlara bahsi geçen yazıların okunmasını öneririm.)
Türkiye’de paralı teşvik süreci bu şekilde başlamıştı. Böyle bir model bildiğim kadarıyla saygın hiçbir üniversitede yoktur.
Perelman ‘ben sergilenmem’ diyor[4]
Matematik Dünyası dergisinin 2003-1 sayısında Burak Özbağcı tarafından “Bir Milyon Dolarlık Soru” başlıklı bir yazı yayınlanmıştı. Yazıda bir matematik probleminden bahsediliyor ve bu soruyu ilk çözene Clay Matematik Enstitüsü tarafından bir milyon dolar para verileceği söyleniyordu. Bu yazıyı referans alarak aynı derginin 2003-II sayısında yayınlanan “Taahütname” başlıklı bir yazımda ‘Bir Milyon Doları’ ironik bir dille eleştirmiştim. Sonra neler mi oldu? Bahse konu soru Rus Matematikçi Grigori Perelman tarafından çözüldü (Yanlış anlaşılmasın, bu ödülün Perelman’ın problemi çözmesinde bir motivasyonu olmamıştır.) Hatta Perelman, bildiğim kadarıyla, bir milyon dolarlık ödülü reddettiği gibi, ilgililere “Hayvanat bahçesindeki bir hayvan gibi sergilenmek istemiyorum” fırçasını da çekmiştir.
Perelman’ın ortaya koyduğu bu yaklaşım matematiğin gelişimine yön vermiş birçok matematikçide de görülebilen yaygın bir davranış biçimidir. Elbette bu tür davranışları her matematikçiden ya da araştırmacıdan beklemek yersizlik olur. Ancak, bu tür davranışlar sergileyen araştırmacıları anlayamayan bir toplum için çöküş çanları çalıyor demektir.
Teşvik daha da büyüdü
Ülkemizde yapılan bilimsel değerlendirme yöntemi akıl almaz derecede yanlışlar içermektedir. Tehlikeli olan ise bu yanlışların kazara değil, bilinçli olarak yapılıyor olmasıdır. Bu değerlendirmenin başında da niteliğe değil niceliğe yönelinmiş bir durum söz konusudur. Bu değerlendirme biçiminin üniversitelerce, TÜBİTAK vb. kurumlarca desteklendiği dikkate alındığında ortada bir akıl tutulmasının, rantçılığın ve talan etme düşüncesinin izdüşümleri olduğu görülür.
Akademik teşvik 2016 yılından itibaren tüm üniversitelerde devlet eliyle uygulanarak, öğretim üyeleri hırsızlığa ve hiçsizliğe teşvik edilmeye resmen başlanmıştır.
Kısacası bu yazıda asıl vurgulanmak istenen yazının başında geçen sorunun yanıtıdır. Soruyu tekrarlayalım ‘Sen bunu sev, sana para vereyim’ yaklaşımı neyi üretir? Yanıt: Fahişeliği. Maalesef Türkiye’de üniversiteler fahişeleşmiştir/fahişeleştirilmiştir.[5]
Bu yazının anahtar kelimesi teşvik daha doğrusu akademik teşviktir.
10-15 yıl önce ortaya çıkan ‘ilk 500’e giren üniversiteler’ sıralamalarla başlayan ve dönemin başbakanının ‘eyy ODTÜ, sen neden ilk 500’e giremedin? Önce onu söyle’ suçlamaları ile devam eden süreç bu işin nerelere doğru evrileceğinin işaretlerini veriyordu.
Üniversiteleri yarıştırmak, piyasalaştırmak üniversite geleneğine aykırıdır. Ama kapitalizmin bir değer kaygısı olmadığı gerçeği dikkate alındığında şaşılacak bir durumun olmadığını da kendi doğallığı içerisinde analiz etmek gerekiyor. Alınganlığa gerek yok.
Sayı saymayı yeni öğrenmeye başlayan, bugün 10’a kadar, ertesi gün 100’e kadar, sonraki hafta 1000’e kadar sayan 7-8 yaşlarındaki çocuğun heyecanı elbette anlaşılabilir ve teşvik de edilebilir. Ancak öğretim üyelerinin her geçen gün daha fazla sayı saymasını bir araştırma ve başarı olarak gören ve bunu ödüllendiren üniversite yapısına ne denilebilir? Böyle bir yaklaşımın yaratabileceği boğucu ortamın nasıl olabileceğini ve kimleri boğabileceğini tahmin edebiliyor musunuz? Katılmış olduğum bir akademik toplantıda, on bir bölüm başkanının kendilerine verilen beşer dakikalık konuşma süreleri içerisinde, konuşmalarının tamamının “Bölümümüzde şu kadar yayın yapılmıştır. Şu kişi en fazla yayını yapan kişidir. Kendisini tebrik ediyor ve başarılarının devamını diliyoruz…” biçiminde olması, niteliğe yönelik hiçbir değerlendirme yapılmayıp, dinleyicilerden de bırakın bu garip duruma tepki göstermeyi, mevcut durumun alkışlanması neyi gösterir?
Bir teşvik doğuyor
Erdal İnönü’ün TÜBİTAK’tan sorumlu bakan ve Tosun Terzioğlu’nun TÜBİTAK başkanı olduğu dönemde SCI-E indeksine giren akademik dergiler sınıflanmış ve bu dergilerde yayın yapan öğretim üyeleri ‘parayla teşvik’ edilmişlerdi. Bu teşvik sürecinde yapılan çalışmanın niteliğiyle kimseler ilgilenmemişti.
Bir zamanlar Cumhuriyet gazetesinin cuma günleri eki olarak çıkartılan Bilim ve Teknik Türkiye’deki üniversitelerde en fazla yayını olan kişileri kapak sayfasında listeleyerek bu öğretim üyelerini Türkiye’nin en başaralı araştırmacıları olarak sunmuştu. Listede isimleri olan birçok öğretim üyesinin koltuklarının altında bu dergiyi büyük gururla taşımaları çok tuhafıma gitmiş ve o ana kadar saygı duyduğum ve aydın olarak gördüğüm/sandığım bu kişiler konusunda kafamda şüpheler oluşmuştu.
Teşvik, sonrasında ODTÜ tarafından da çok sevilmiş, okşanmış, büyütülmüş ve kendi üniversitelerinde uygulanmıştır. Bu uygulamanın mimarı da uzun süre ODTÜ’de rektörlük yapmış olan Ural Akbulut’tur.
Daha sonraları SCE-I dergilerine giren paralı dergiler inanılmaz bir artış göstermiş ve TÜBİTAK’ın teşviki bu dergi şirketlerine para akıtan bir kurum haline dönüşmüştür. İşin tadını alan paralı dergi şirketleri inanılmaz bir şekilde örgütlenmiş, sahte konferanslar düzenleyerek piyasalarını daha da genişletmiş ve kontrol altına almıştır. Özellikle bilimsel etiğin ve kültürün gelişmediği ülkelerde bu dergiler kök salarak, bu dergiler üzerinden yetişen ‘akademisyenler’ Türkiye’nin dört bir yanında üniversiteleri tabiri caiz ise ele geçirmişlerdir.
Ülkemizde yapılan Matematik yayınlarının yüzde 90’a varan bir kısmının yukarıda tanımlanan paralı dergilerde olması, Almanya, Fransa, İngiltere gibi ülkelerde bu oranın yüzde 5 civarında kalması olayın korkunçluğunun işaretini de veriyor.
Teşvik eleştirilmeye başlanıyor
Teşvik konusunun tam bir tecavüzcü amca olduğunun anlaşılmaya başlanması üzerine konuyla ilgili ufak tefek eleştiri yazıları çıkmaya başlamıştır. Bu yazılardan bazıları:
– Ersan Akyıldız, Bilimsel Atıf Dizinleri (SCI, SCI-Expanded) tarafından taranan dergilerde matematik yayınları ve bazı gözlemler, Bilim ve Ütopya.
– Şafak Alpay ve Zafer Ercan, Bilimsel Yayınların Değerlendirmesi Üzerine, Cumhuriyet Bilim Teknik, 24 Aralık 2005, 19, 179, s.20.[1]
– Kaan Öztürk, Şişme Dergiler ve Yayın Etiği İhlalleri, Matematik Dünyası, 2012-II.
– Metin Balcı, Nedir Bu Waset[2] Adlı Kuruluşun Kongreleri: Kongreler Bilimsel Amaçlı mı Yoksa Gezi Amaçlı mı? Cumhuriyet Bilim ve Teknoloji, 25 Aralık 2015.
– Özgür Aydın, Akademik Teşvik neyle şevke gelinir, Sol Haber, 07.03.2016.[3]
(Yukarıdaki yazılardan özellikle Kaan Öztürk ve Metin Balcı’ın yazısı okunmadan burada vurgulanmak istenenin tam olarak anlaşılması mümkün olmayacaktır. Bu sebeple okurlara bahsi geçen yazıların okunmasını öneririm.)
Türkiye’de paralı teşvik süreci bu şekilde başlamıştı. Böyle bir model bildiğim kadarıyla saygın hiçbir üniversitede yoktur.
Perelman ‘ben sergilenmem’ diyor[4]
Matematik Dünyası dergisinin 2003-1 sayısında Burak Özbağcı tarafından “Bir Milyon Dolarlık Soru” başlıklı bir yazı yayınlanmıştı. Yazıda bir matematik probleminden bahsediliyor ve bu soruyu ilk çözene Clay Matematik Enstitüsü tarafından bir milyon dolar para verileceği söyleniyordu. Bu yazıyı referans alarak aynı derginin 2003-II sayısında yayınlanan “Taahütname” başlıklı bir yazımda ‘Bir Milyon Doları’ ironik bir dille eleştirmiştim. Sonra neler mi oldu? Bahse konu soru Rus Matematikçi Grigori Perelman tarafından çözüldü (Yanlış anlaşılmasın, bu ödülün Perelman’ın problemi çözmesinde bir motivasyonu olmamıştır.) Hatta Perelman, bildiğim kadarıyla, bir milyon dolarlık ödülü reddettiği gibi, ilgililere “Hayvanat bahçesindeki bir hayvan gibi sergilenmek istemiyorum” fırçasını da çekmiştir.
Perelman’ın ortaya koyduğu bu yaklaşım matematiğin gelişimine yön vermiş birçok matematikçide de görülebilen yaygın bir davranış biçimidir. Elbette bu tür davranışları her matematikçiden ya da araştırmacıdan beklemek yersizlik olur. Ancak, bu tür davranışlar sergileyen araştırmacıları anlayamayan bir toplum için çöküş çanları çalıyor demektir.
Teşvik daha da büyüdü
Ülkemizde yapılan bilimsel değerlendirme yöntemi akıl almaz derecede yanlışlar içermektedir. Tehlikeli olan ise bu yanlışların kazara değil, bilinçli olarak yapılıyor olmasıdır. Bu değerlendirmenin başında da niteliğe değil niceliğe yönelinmiş bir durum söz konusudur. Bu değerlendirme biçiminin üniversitelerce, TÜBİTAK vb. kurumlarca desteklendiği dikkate alındığında ortada bir akıl tutulmasının, rantçılığın ve talan etme düşüncesinin izdüşümleri olduğu görülür.
Akademik teşvik 2016 yılından itibaren tüm üniversitelerde devlet eliyle uygulanarak, öğretim üyeleri hırsızlığa ve hiçsizliğe teşvik edilmeye resmen başlanmıştır.
Kısacası bu yazıda asıl vurgulanmak istenen yazının başında geçen sorunun yanıtıdır. Soruyu tekrarlayalım ‘Sen bunu sev, sana para vereyim’ yaklaşımı neyi üretir? Yanıt: Fahişeliği. Maalesef Türkiye’de üniversiteler fahişeleşmiştir/fahişeleştirilmiştir.[5]
[1]
Bu yazıda ortaya konan problemlerin niteliğinde bugüne kadar epey
farklılıklar oluşmuştur. Bu yazının yazıldığı tarihlerde paralı dergiler
üç-beş tane iken günümüzde yüzde doksana varan oranı paralıdır ve
Türkiye bu konuda en büyük Pazar alanıdır.
[2] Waset, Türkiye’de ‘bilimsel’ hizmetler sunarak Türkiye’de bilim adamları yetiştiren organizasyondur. Çok daha geniş bilgiye http://haber.sol.org.tr/bilim/bilimsel-sarlatanliga-akp-korumasi-151175 adresinden ulaşılabilir.
[3]
Bu yazının son paragrafı şöyle bitiyor: Öyle anlaşılıyor ki akademik
teşvik bilimsel üretim sürecinde nakde dönüştürebileceği puanları
toplama konusunda akademisyeni şevke getirecek., bilimsel üretim
sürecine ilişkin hakimiyetini yitirme konusunda akademisyeni adımlar
atmaya teşvik edecektir.
[4]
Bu noktada yüzyılımızın matematiğine yön vermiş Alexander
Grothendieck’den bahsedilmeden olmaz. Grothendieck, çalışmakta olduğu
üniversitenin ülkenin savunma bakanlığı tarafından desteklendiğini
anladığı gün çalıştığı kurumdan istifa eder, nedeni basittir: Kirli
işlere bulaşmış bir savunma bakanlığı tarafından desteklenen bir kurumda
çalışmayı kabul edemez.
[5]
Yılmaz Akyıldız, fahişelerin işçi sınıfının bir parçası ve devlete
vergi ödeyen emekçiler olmaları nedeniyle, ‘Üniversiteler
fahişeleşmiştir’ yerine ‘teşviklerle üniversiteler yozlaştırılmakta ve
sahtekârlar yuvasına dönüştürülmektedir’ kullanımının daha yerinde
olacağını öneriyor. Bu eleştiri son derece yerinde olsa da, bu kelime
vurgu açısından bilinçli olarak kullanılmıştır.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
!
Türkiye yırtıcı, şaibeli, sahte ve fake dergilerde en çok yayın yapan 3. ülke
Predatory journals: Who publishes in them and why? - Selçuk Beşir Demir Dünyanın en prestijli dergilerinden biri olan Elsevier tarafınd...

Predatory journals: Who publishes in them and why?
.....................................................................
...
...
...
* Rastgele Yazılar
.