Medimagazin etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Medimagazin etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
9 Mayıs 2013
Dr. Sinan KORUKLUOĞLU - Sahte kongreler ve sahte dergiler! (Medimagazin)
Tıp dünyasında sahte dergi ve kongrelerde inanılmaz bir artış yaşanıyor.
Bilimsel itibarı yüksek kongre veya dergilerin küçük nüanslarla
sahteleri yapılıyor. Kongre isimlerindeki bir tire (-) bile önemli hale
geliyor!
“Entomology-2013” isimli bir konferansta konuşma yapmak üzere davet
edilen bilim adamları, böcekler üzerinde çalışan bilim adamlarının ileri
gelen derneklerinden birine sunum yapmak üzere seçildiklerini
düşünmekteydiler.
Ancak yanıldıklarını zor yoldan öğrendiler.
Akıllarındaki itibarlı ve bilime adanmış kongrenin adında ufak bir fark
vardı: “Entomology 2013” (tire olmadan). Özel konuşmacı olarak
kaydoldukları kongreye davet e-posta yoluyla yapılmıştı, davet sahibi
yayınları inceleyen akademisyenler değildi. Sunum yapmayı kabul
edenlere daha sonra bu ayrıcalık için ağır bir ücret tahakkuk ettirildi,
öz geçmişini şişirmek isteyen ve ödeme yapan herkes podyumda boy
gösterdi.
Entomoloji Cemiyetine e-posta yazan bilim adamlarından biri “Zannediyorum aldatıldık.” diyerek hislerini ifade etmişti.
Bu
bilim adamları, psödo-akademiya diye adlandırılan ve itibarlı
başlıkları olan kongreler ve bunlara sponsor olan dergilerle tamamlanan
paralel bir dünyaya düşmüşlerdi. Bu dergiler ve toplantıların pek çoğu
iyi bilinen yayınlar ve toplantılar ile benzer isimlere sahiptiler.
Stanford
Üniversitesi Dekanı ve taklitleri bulunan “Clinical Trials” adlı
derginin editörü olan Prof. Dr. Steven Goodman, akademik yayınların
bedava erişilebilmesi amaçlı hareketin temsil ettiği bu fenomeni “açık
erişimin karanlık yanı” olarak tanımlıyor.
Bilimsel yayıncılık
mesleki topluluklar ve tamamen abonelik ücretlerine dayalı kurumlar için
geleneksel iş modelinden kişilerin çalışmalarını internet üzerinden
açık erişimli yayımlatmak için kendileri ödemesi modeline kaydığından
beri bu dergi ve konferansların sayısı patlama yaptı.
Açık erişim
başlangıcını yaklaşık on yıl önce yaptı ve “Bilim Halk Kütüphanesi”
tarafından yayımlanan ve iyi bilinen, danışman incelemesi sonucunda
yayımlanabilen yazıların olduğu dergilerin bu akıma girmesi ile hızla
yaygın katılımcı kazandı. Bu makaleler PubMed gibi itibarlı veri
tabanlarında, kalitelerinden dolayı listelenmekteydi.
Fakat bazı
araştırmacılar, ücret karşılığı herhangi bir şeyi yayımlayan çevrim içi
dergilerin hızla çoğalmasına karşı ikaz etmekteler. Uzman olmayan
kişilerin internet üzerinden yaptıkları araştırmalarda güvenilir
araştırmaların ıvır zıvırdan ayırt edilmesinin zorluğuna dikkat
çekiyorlar. Prof. Dr. Goodman, birçok kişinin dergi evrenini bilmediğini
ve başlığından bir derginin gerçek mi, taklit mi olduğunu ayırt
edemeyeceğini söylüyor.
Araştırmacılar ayrıca, üniversitelerin
akademisyenlerin öz geçmişlerini değerlendirirken yeni zorlukla
karşılaştıklarını belirtiyorlar. Listelerindeki yayınlar gerçekten zorlu
dergilerde mi, yoksa taklitlerinde mi yayınlanmış? Bazı akademisyenler
ise bu dergilerin editöryal kurullarında yanlışlıkla görev almayı kabul
ettikten sonra kurtulmalarında yaşadıkları zorlukları ifade ediyorlar.
Bu
fenomen, en zor yayın kabul eden ve en saygın dergilerden biri olan
“Nature”ın dikkatini çekmiş. Dergi, yakın zaman önce yayımladığı bir
basın bülteninde tartışmaya açık yayıncıların sayısındaki artışa dikkat
çekerek, bunların kara listeye alınmasını veya belli standartlara sahip
açık erişimli dergiler için bir beyaz liste yapılmasını tartışmaya
açmış durumda. Ayrıca, bir dergi veya yayımcıya çalışma göndermeden önce
neler yapılması gerektiğine dair bir kontrol listesi de yayımlamış.
Denver’daki
Colorado Üniversitesindeki araştırmacı kütüphaneci Jeffrey Beall,
“yağmacı açık erişimli dergiler” adını verdiği bir kara liste
oluşturmuş. 2010 yılında listesinde 20 yayımcı varken, günümüzde 300’den
fazla yayımcı var. Tahminine göre bugün 4 bin kadar yağmacı dergi
mevcut, bu sayı açık erişimli dergilerin yüzde 25’ini oluşturuyor. Bu
dergilerin yaptığını “kolay para, az iş, başlangıç için düşük bir
bariyer” olarak tanımlıyor.
“Beall Listesi” olarak bilinen
listedeki dergiler ücretleri web sitelerinde genellikle ilan etmiyorlar
ve çalışma dergiye gönderilene kadar yazarlara bilgi de vermiyorlar.
Akademisyenleri makale göndermeye ve editöryal kurullarda olmaları için
e-postalarla davet ediyorlar. Ancak bu yayımcılar, yayımladıkları
çalışmaların danışman incelemesinden geçtiğini ve yaptıkları işin meşru
ve etik olduğunu iddia ediyorlar.
7 Ocak 2013
Prof. Dr. İsmail Hakkı Aydın - MAKALE PAZARI (Medimagazin)
Bilimsel yayın, bütün dünyada olduğu gibi, ülkemizde de, her türlü akademik unvanın kazanılmasında, üniversiter sistem içerisinde öğretim eleman ve üyelerinin ilerletme ve yükseltmelerinde en önemli ölçüt olarak kabul edilmektedir. Bunun yanında, dünyadaki üniversitelerin ilmi sınıflaması yapılırken, yine “web of Science” veri tabanı tarafından taranan dergilerde yayımlanan makaleler dikkate alınarak, bağımsız kuruluşlarca sıralama yapılmaktadır.
Öğretim üyelerinin ilmi kaliteleri, uluslararası bilimsel platformda yıllara göre yaptıkları araştırmalara, yayınlara, bu yayınlara yapılan atıflara ve yayınlarının neşredildiği dergilerin impakt değerlerine göre hesaplanan kişisel “H faktörü”ne göre belirlenir. Her ne kadar ülkemizde yardımcı doçent, doçent ve profesör unvanlarının kazanılmasında “H faktörü” çoğunlukla dikkate alınmasa da, gelişmiş ve muasır medeniyet seviyesini yakalamış, uluslararası, şahsiyet sahibi üniversitelerin olmazsa olmaz değerlendirme ölçütü özelliğini taşımaktadır.
Kanaatime göre, akademik unvanların kazanılması bir yana, üniversitelerin akademik idari makamlarına, müdür, dekan ve rektör atamalarında da, başkaca istenen şartlar yanında, “H faktörü” de önemli bir ölçüt olarak dikkate alınmalıdır.
Dünyadaki üniversiteler arasında ilk 500 içerisine girmek yarışında gayret sarf edilirken, üzülerek belirtmeliyim ki, bilim insanlarının dayanılmaz yükselme arzusunu fark eden bazı yerli ve yabancı (uyanık) yayın kuruluşları para ile makale yayınlama politikası geliştirerek bir “pazar” oluşturmuşlardır!
Aslında, tarih boyunca her zaman, her ülkede belli oranlarda olan bu bilimsel yayın ahlak kurallarının ihlali, günümüzde olduğu gibi gelecekte de olacaktır. Zira, 865-922 tarihleri arasında yaşamış olan Ebubekir Razi Eyvanî, konunun hassasiyetine binaen, problemi fark etmiş ve “Bir kantar ilim, bir okka edebe muhtaçtır.” vecizesi ile bu “pazar”a daha o zamandan parmak basarak, konuyu harikulade bir şekilde özetlemiştir.
Bu makale pazarı genellikle, yetersiz eğitim, hızlı yükselme isteği, meşhur olma arzusu (Hollywood sendromu), saygınlık kazanma ihtirası, maddi-manevi kazanç temini ve bazı ruhsal hastalıklara duçar olma gibi sebeplerle, kıdemli-kıdemsiz, genç-yaşlı bazı bilim insanlarını tahrik etmektedir. Bu kişiler ilim ahlakını bir tarafa bırakıp, “Ne kadar para, o kadar yayın” dellallığını kendilerine ilke edinir hale gelmiştir.
Aşırma, çarpıtma, uydurma, çoklu yayın yapma, bölerek neşretme, çıkar gayesi gütme ve yağmalama gibi birçok ilmi makale ahlakını hiçe sayan faktörler bir yana, maalesef birçok ülkede, “etki değeri”(!) çok düşük olan bazı dergilerde büyük ücretler karşılığında, sipariş ile de yayın(!) yapan ve yaptıran şaibeli kuruluşlar cirit atmaktadır.
Her ne kadar TÜBİTAK ve TUBA, bu makale pazarının ve ahlaksızlığının önüne geçmek için çeşitli faaliyetler sürdürüyorsa da, özellikle bilim ahlakına sahip, kişilikli bilim adamlarının, üniversitelerin, YÖK ve ilgili diğer kurum ve kuruluşların bu hususta ileri derecede hassas davranmaları gerekmektedir.
Bilimsel jürilerde görevlendirilen jüri üyeleri “H faktörü” dâhil olmak üzere, ilmi objektif ölçütler eşliğinde çok iyi bir seçime tabi tutulmalıdırlar ve bu bilim adamlarının da, yardımcı doçent, doçent ve profesör adayları hakkında verdikleri kararlarda ileri derecede hassas olmaları, bu “makale pazarı”nın da farkında olarak, ahlaklı bilimin ışığı altında, hakkı teslim etmek adına ince eleyip sık dokumaları şarttır.
Kitab-ı Müstakbel “HİCRAN” dan bir rubâîmizi paylaşalım.
VÂVEYLÂ DÜŞTÜ
Öğretim üyelerinin ilmi kaliteleri, uluslararası bilimsel platformda yıllara göre yaptıkları araştırmalara, yayınlara, bu yayınlara yapılan atıflara ve yayınlarının neşredildiği dergilerin impakt değerlerine göre hesaplanan kişisel “H faktörü”ne göre belirlenir. Her ne kadar ülkemizde yardımcı doçent, doçent ve profesör unvanlarının kazanılmasında “H faktörü” çoğunlukla dikkate alınmasa da, gelişmiş ve muasır medeniyet seviyesini yakalamış, uluslararası, şahsiyet sahibi üniversitelerin olmazsa olmaz değerlendirme ölçütü özelliğini taşımaktadır.
Kanaatime göre, akademik unvanların kazanılması bir yana, üniversitelerin akademik idari makamlarına, müdür, dekan ve rektör atamalarında da, başkaca istenen şartlar yanında, “H faktörü” de önemli bir ölçüt olarak dikkate alınmalıdır.
Dünyadaki üniversiteler arasında ilk 500 içerisine girmek yarışında gayret sarf edilirken, üzülerek belirtmeliyim ki, bilim insanlarının dayanılmaz yükselme arzusunu fark eden bazı yerli ve yabancı (uyanık) yayın kuruluşları para ile makale yayınlama politikası geliştirerek bir “pazar” oluşturmuşlardır!
Aslında, tarih boyunca her zaman, her ülkede belli oranlarda olan bu bilimsel yayın ahlak kurallarının ihlali, günümüzde olduğu gibi gelecekte de olacaktır. Zira, 865-922 tarihleri arasında yaşamış olan Ebubekir Razi Eyvanî, konunun hassasiyetine binaen, problemi fark etmiş ve “Bir kantar ilim, bir okka edebe muhtaçtır.” vecizesi ile bu “pazar”a daha o zamandan parmak basarak, konuyu harikulade bir şekilde özetlemiştir.
Bu makale pazarı genellikle, yetersiz eğitim, hızlı yükselme isteği, meşhur olma arzusu (Hollywood sendromu), saygınlık kazanma ihtirası, maddi-manevi kazanç temini ve bazı ruhsal hastalıklara duçar olma gibi sebeplerle, kıdemli-kıdemsiz, genç-yaşlı bazı bilim insanlarını tahrik etmektedir. Bu kişiler ilim ahlakını bir tarafa bırakıp, “Ne kadar para, o kadar yayın” dellallığını kendilerine ilke edinir hale gelmiştir.
Aşırma, çarpıtma, uydurma, çoklu yayın yapma, bölerek neşretme, çıkar gayesi gütme ve yağmalama gibi birçok ilmi makale ahlakını hiçe sayan faktörler bir yana, maalesef birçok ülkede, “etki değeri”(!) çok düşük olan bazı dergilerde büyük ücretler karşılığında, sipariş ile de yayın(!) yapan ve yaptıran şaibeli kuruluşlar cirit atmaktadır.
Her ne kadar TÜBİTAK ve TUBA, bu makale pazarının ve ahlaksızlığının önüne geçmek için çeşitli faaliyetler sürdürüyorsa da, özellikle bilim ahlakına sahip, kişilikli bilim adamlarının, üniversitelerin, YÖK ve ilgili diğer kurum ve kuruluşların bu hususta ileri derecede hassas davranmaları gerekmektedir.
Bilimsel jürilerde görevlendirilen jüri üyeleri “H faktörü” dâhil olmak üzere, ilmi objektif ölçütler eşliğinde çok iyi bir seçime tabi tutulmalıdırlar ve bu bilim adamlarının da, yardımcı doçent, doçent ve profesör adayları hakkında verdikleri kararlarda ileri derecede hassas olmaları, bu “makale pazarı”nın da farkında olarak, ahlaklı bilimin ışığı altında, hakkı teslim etmek adına ince eleyip sık dokumaları şarttır.
Kitab-ı Müstakbel “HİCRAN” dan bir rubâîmizi paylaşalım.
VÂVEYLÂ DÜŞTÜ
Son perde, bir dilbere, gönül mübtelâ düştü.
Ne tâlihmiş benimki, mukaddes belâ düştü.
Tam cevrine alıştım derken, çöktü bir zulmet,
Yıkılası hâneye, yine vâveylâ düştü.
Ne tâlihmiş benimki, mukaddes belâ düştü.
Tam cevrine alıştım derken, çöktü bir zulmet,
Yıkılası hâneye, yine vâveylâ düştü.
12 Aralık 2011
Prof. Dr. Haldun Güner - Profesör Dosyaları (MEDİMAGAZİN)
Pek merak ederim iş bu ‘profesör dosyaları’ ne menem şeydir diye. Kim bilir belki sizde merak edersiniz. Anlatayım, üniversitenin falan fakültesinin, falanca bölümü için profesörlük kadrosu açılır. Bölümde kadro bekleyen doçentler varsa onlar için. Yoksa dışarıdan gelecek hatırlı, torpilli, uygun görüşlü, falancanın yeğeni, bir başkasının oğlu, kızı için. Kadroya atanacak olanlarsa, zaten baştan bellidir.
Aslında, jüriler kura ile belirlenir derlerse de, sakın siz inanmayın. Önceden usulü vechile sorulur, kimleri yazalım diye. Jüri olacaklara önceden, falancanın jürisi olması için rica edilir.
Sonuçta yasal süreç işler, dosyalar jüri üyesine gönderilir. Kimi bir klasör gönderir. Kimi iki, çok nadiren de üç klasör gelir. İşin yoksa, hadi incele bir bakalım.
Yapılan çalışmalara verilecek olan puanlar bellidir belli olmasına da, bunların hesaplanması oldukça zordur. Jüri üyesinin işi mi yok, bu işlerle uğraşacak.
Burada necip milletimizin ileri görüşleri hemen devreye giriverir. Adayın yakın arkadaşları, bölümdeki kıdemli profesörler işi hallederler, hallettirirler. Profesör olacak olan aday ise boş durmayıp, puanları bir zahmet hesaplayıverir artık.
Gönderilen jüri raporları, ilk yönetim kuruluna gelir. Orada okunur mu, okunmadan onaylanır mı orasını bilemem. Genelde jüri üyelerinin tamamı olumlu görüş bildirdiklerinden, yönetim kuruluna, atama kararını bir çırpıda geçirerek onaylamak kalır. Sonrasında rektör imzalı resmi bir yazıyla adayın atandığı fakültesine bildirilir. Hepsi o kadar.
Bir kadro, bir başvuru, iki kadro iki başvuru olduğunda yönetimin işleri çok kolaydır. Ancak maalesef bu kadrolara bazen dışarıdan da başvurular da olmuyor değil. Öncesinde bu kişilere, ‘Oğlum bu kadro bölümümüzden falanca doçent için açıldı’ diye nazikçe uyarıda bulunulur. Çoğu, bunu dinler, kadroya başvurmaz. Ancak bazen dış etkenler, tavassut ve torpiller işe girdiğinde dışarıdan başvurular olursa, işler işte o zaman karışır.
Yok ‘Benim şu kadar yayınım, senin şu kadar puanın var’ hesapları işin içine girerse de, genelde düğüm üniversite idarecilerinin elindedir. Onlar ne derlerse o olur. Yayın sayısıymış, puanlama imiş, hiçbir şey orada işlemez, yönetim ne derse o olur.
Bunları herkesler biliyor. Dosyaları kimse incelemiyor. Benim derdim o değil.
Benim derdim, fakültelerde profesör odaları, doçent ve profesör dosyalarıyla, klasörlerle dolup taşıyor. Bu yüzden bazı binalar hafif depremde bile yıkılırsa hiç şaşmayın. Sebebi iş bu dosyalardır zahir. Atsan atılmaz, hepsi ‘birbirinden değerli çalışmalarla dolu’. Pişirip yemek yapmaya kalksan hiç olmaz, zira hazmı pek zordur. Satsan kimsecikler, hatta sahibi bile geri almaz. Aldık mı başımıza belayı. Çaresiz, içlerini boşalttırıp bölümün klasör ihtiyacı için kullanırsınız. Kağıtlarsa, TEMA sepetlerine giderek yine de ekstra bir işe yarar.
İşte böyledir, memleketimin profesör manzaraları. Vakti zamanı geldiğinde tüm doçentler ister üniversitede çalışsın ister çalışmasın, er ya da geç bir yerlerde profesör olur. Olamayan varsa, önce kendine bir baksın, ‘Kimin ayağına bastım’ diye. Ben böyle yazsam da aslında, pek kimse kimsenin ayağına basmaz. Üniversitelerde işler, danışıklı döğüş, usulünce yapılır gider.
İlk yıllarda, hayatımda bir kez, evet sadece bir kez, yayınlara bakıpda, negatif profesör raporu yazdım. Hay elime tükürseydim de, yazmaz olaydım. Hem aday profesör oldu hem ben düşman kazandım. İşte bu olay beni, gaflet ve dalalet uykusundan uyandırdı.
Yağma yok, şimdi akıllandım. Artık kimseye negatif yazmıyorum. Hatta elimden gelse kartvizitime, ‘İtina ile profesörlük dosyası incelenir, iki günde olumlu rapor düzenlenir’ diye yazdıracağım.
İşte arkadaşlar, böyledir üniversitelerimizde profesörlük işleri. Bütün iş, kadro açılıncaya kadardır. Kadro bir kez açıldı mı, okun yaydan çıkmasıyla hedefe varması, artık an meselesidir.
Ciddi araştırmaları olup, bu unvanı gerçekten hak eden de, başkasının yayınına ismini yazdıran da, oturup yatan da rahatlıkla profesör olur bu ülkede.
Bir kere profesör oldun mu, ister üniversitede kal ister istifa et, dışarı çık ister yan gelip yatmalara devam et, artık hiçbir şey değişmez. Aldığın unvanı, paşa gönlünce istediğin gibi kullanırsın. Beyaz gömleğine, kartvizitine, kapına, muayenehanendeki tabelana, hatta varsa katına, yatına, teknene, bile yazdırırsın. Artık sana, kimsecikler karışamaz.
‘Bizde şu kadar profesör, şu kadar doçent var’diye diye övünerek, bazıları, bunun adına, ‘üniversitelerimizin ve ülkemizin, bilimsel düzeyinin gelişip yükselmesi’ diyorlar. Kimi kandırıyorlar?
27 Aralık 2010
Prof. Dr. Kor Yereli - Her Şey Kadro İçin mi? (MEDİMAGAZİN)
Olaydan bahsetmek istiyorum. Belki okudunuz. Haber WASET adlı bir Internet sitesinden bahsediyordu. “Hayli şık, içeriğiyle de göz dolduran bir site WASET: Uluslararası hakemli dergilerle bağlantılar, neredeyse her branşta düzenlenen uluslararası konferanslar... Ancak biraz araştırınca, sitenin makalenizi uluslararası dergilerde yayımlanmış gibi, sizi de katılmadığınız uluslararası konferanslara katılmış gibi gösterdiğini öğreniyorsunuz. Parayı bastıran da bunları CV’sine ekleyip doçent veya profesör oluyor.” Haber bu şekilde devam ediyordu. “Konuya ilk dikkat çeken NTV Bilim Dergisi’nden A. Murat Eren oldu. Kendisi de bir akademisyen olan Eren, sitenin kapsama alanına ilişkin ilginç bilgiler veriyor: “Türkiye’deki yayın sayısı ile o yayınlara yapılan atıf sayıları arasındaki oransızlıklar biliniyor, taşra üniversitelerinde akademisyenlerin ne tür yayınlarla kadro sahibi oldukları da. Bu site yaptığı çalışmaları çoğunlukla başka hiçbir yerde yayınlatamayacak olan akademisyenlerin, para karşılığında yayın sahibi olmalarını sağlıyor. Birkaç yüz Euro’yu bir araya koyan akademisyen bilimsel sürecin çetrefilli yollarına girmeden WASET’te yayınını yapıveriyor. Parayı basan, akademik hayatın merdivenlerini ikişer ikişer tırmanıyor. Yayınlanmış binlerce makale, düzenlenmiş onlarca konferans düşünüldüğünde epey kârlı bir iş olduğu aşikâr. Herkes kazanırken ne yazık ki kaybeden, bilim oluyor.” Bilimin Türkiye’de nasıl ve ne derece gerçekçi yapıldığına ne yazık ki tek örnekte bu değil.
Yine geçtiğimiz günlerde yayımlanan benzeri bir yazıda Yrd. Doç. Dr. Fatih GÜRSUL’un 21 Kasım tarihli Newsweek Türkiye dergisinde yer alan “Akademik Atıf Çeteleri” başlıklı makalesi. Bu makalede belirtildiği üzere Dr. Umut Al’a ait atıf performanslarının incelendiği bir çalışmada; “Essential Science Indicators” verilerine göre Türkiye 2009 yılında taranabilir indekslerde Avrupa Birliği ülkeleri arasında 116.296 yayınla en fazla yayın yapan ülkeler arasında. Ama yayınlara yapılan atıf sayısı dikkate alındığında Avrupa Birliği (AB)’nin 30 ülkesi arasında sadece Romanya’yı geride bırakabilmiş durumda. Dünyada tıp alanında yapılan yayınlara bakarsak durum daha çarpıcı bir boyutta. 2009 yılında tıp alanında taranabilir indekslerde yapılan yayınlarda Türkiye 106 ülke arasında 14. sırada, ancak atıf sıralamasına göre ise 102. sırada, yani sondan beşinci. Yazara göre bu durum yapılan yayınların bilimsel alana katkı sağlamaktan çok makalenin yazarına katkı sağlamasına bağlanabilir. Yine Dr. Al’ın 2008 tarihli “Türkiye’nin Bilimsel Yayın Politikası” isimli çalışması Türk çalışmalarının en çok Türk SSCI ve SCI dergilerinde yayınlandığını da ortaya koymuş ve şu sonuca ulaşmış “uluslararası yayın yaptığı düşünülen birçok akademisyen aslında kendi cemiyetlerinin kendi dergilerinde yayın yapıyor.” Bir bakıma bilimsellik dostlar alışverişte görsün hesabı kendi dünyaları içinde kalıyor. Artık bir gerçek var ki tartışılmaz, akademik yükseltme de nicelikten çok nitelik önem taşımalı. Her şey kadro için düsturu ile bilimsel dünya hiçbir yenilik getirmeyen yayınlardan uzaklaşarak gerçekten bilimsel yayınlara destek ve her şeyden önemlisi akademik yükseltme sağlanmalı. Yoksa sözde bilim dünyasının bu kısır döngüsü kırılamaz ve çok sayıda bilim değil “film adamına” sahip oluruz. Esen kalınız.
4 Aralık 2007
1 Ekim 2007
Prof. Dr. Levent Doğancı - Plagiarism (Bilimsel Aşırma) Ülkemizde Çok Ciddiye Alınması Gerekir Bir Problem (MEDİMAGAZİN)
Nature dergisinin 6 Eylül 2007 sayısında Türkiye ile ilgili çok önemli bir makale yayınlandı: “Türk Fizikçileri Bilimsel Aşırma Suçlamasıyla Karşı karşıya”. Doğa bilimlerinin bilimsel etki faktörü en yüksek dergisinde (ISI 2006 impakt faktörü 26.681) böylesi çirkin bir konuyla anılmamıştı ülkemiz ve ülkemizin bilim insanları.
Suçlama ODTÜ gibi eski ve köklü bir kurumla birlikte daha yeni sayılabilecek Mersin, Dicle ve Çanakkale Üniversitelerinin değişik fakültelerinde görev yapmakta olan doktora öğrencileriyle değişik seviyedeki akademisyenlere yöneltilmiş önemli bir iddia. Ancak hemen şunu belirtmekte yarar var; ODTÜ kurumsallaşmış kimliği ile konuya eğilip, bu bilimsel etik ihlal karşısında belli ölçütlerle suçluları cezalandırmış. Diğer üniversitelerde ise henüz bize yansıyan bir ses yok.
Branşımız açısından da benzer durumlarla karşılaşıyoruz sıklıkla. Bunu en azından kendi deneyimlerimden birçok örnekler vererek aktarabilirim. Daha geçen yıl “Journal of Hospital Infection” isimli yabancı bir dergi ülkemizin önemli bir üniversitesinden ve o üniversitenin en üst yöneticisinin de adını taşıyan yayınlanmış aşırma bir makaleyi kırmızı mühürlerle geri çektiğini duyurdu okurlarına internet ortamında. Ancak gerek akademik kurumlarda yöneticilik yapan meslektaşlarımız gerek ise YÖK Denetleme Başkanlığı kendilerine cesaretle iletilebilen bu tür etik ihlaller karşısında yeterince önlem almak ve idari tasarruflarını kullanmak konusunda çok istekli değiller. Özellikle de eğer etik ihlalde bulunan kişi kendi çevrelerinden ise (ki bu aynı klinik, aynı politik görüş vs. olabilir) değil konuya sessiz kalmak, konuyu kendilerine ileten akademisyenleri örselemekten de kaçınmamaktadırlar.
Örneğin daha önce çalıştığım bir kurumda birbirinin neredeyse aynısı olan iki uzmanlık tezini eleştirmem, tez yöneticisinin aynı zamanda kurumun üst düzey idarecisi olması nedeniyle çok büyük bir olay haline getirilip, sonunda önüme kabahatimmiş gibi konulmuştu. Tezler tozlu raflarda duruyor, isteyene detayı ile verebilirim, bakabilir.
Nature dergisinde bulunan yazı maalesef bu olguya da işaret etmekte ve akademik vicdanımızı – kültürümüzü (bir diğer deyişle namusumuzu) en hafif deyimiyle sorgulamakta hatta -alınmaca yok- karalamaktadır. Cümle aynen şöyle: “There are some cultures in which plagiarism is not even regarded as deplorable”. Tercümesi şöyle; bazı kültürler var ki buralarda aşırma acınması gereken bir durum bile değil… Tabii bahsedilen kültür bizim kültürümüz! Makale daha da sertleşiyor üslubunda: “It’s dishonest and sloppy!”. Yani, bu şerefsizce ve sulu bir durum.
Makalenin yayımından sonra internet ortamında suçlanan akademisyenlerin kendilerini savunmak için yazdıkları ve elektronik ortamda yayılan ifadelerini de inceledim. Böyle bir derginin karşı tarafın kabul edilebilir bir savunması olmasına rağmen bu şekilde bir yayın yaparak ileride doğabilecek ciddi hukuki yaptırımları göze alamayacağını düşünüyorum. Branşım olmadığı için savunmalarda yazılan hususları da incelemek benim açımdan mümkün değil. Ancak konuya TÜBA’nın da 11 Eylül basın bülteni ile (Bilim Etiği Çağrısı) müdahil olduğunu görüyoruz. Tepkisini haklı ve sert ifadelerle aktarıyor TÜBA “Yayınlanan haber, ülkemizde bilim ve bilim ahlakının durumu konusunda, gerek bireysel gerekse kurumsal düzeydeki eksiklerimizi sorgulama ve ilgili düzenlemeleri ivedilikle yapma zorunluluğumuzu gözler önüne seren sert bir uyarıdır” diyor.
Aşırma en önemli akademik suçlardan ve en az diğer akademik suçlar kadar (duplikasyon, masa başı veya lap-top yayıncılık) tehlikeli ve adi. Akademik hırsların sadece bilimsel bir yarış olması gerekiyor.
Aldırmazlık, bu işi fütursuzca yapan birçok sözde akademik insanı hak etmediği makamlara getirebiliyor. Bu işin tam zıt bir yönü var bir de: Bilimsel linç girişimleri için de bulunmaz bir Hint kumaşı bu arena. İdari ve akademik rakibin bertaraf edilmesinde başarıyla kullanılıyor ki, bu da büyük bir ahlaksızlık ve bilimsel bir suç aslında. Bunu yapanların da yanına kâr olarak kalmamalı bu suç. Her iki yön de titizlikle irdelenerek her iki çok olumsuz ucun önlenmesi açısından yasal ve idari önlemler cesaretle uygulanmalıdır.
Branşımız açısından da benzer durumlarla karşılaşıyoruz sıklıkla. Bunu en azından kendi deneyimlerimden birçok örnekler vererek aktarabilirim. Daha geçen yıl “Journal of Hospital Infection” isimli yabancı bir dergi ülkemizin önemli bir üniversitesinden ve o üniversitenin en üst yöneticisinin de adını taşıyan yayınlanmış aşırma bir makaleyi kırmızı mühürlerle geri çektiğini duyurdu okurlarına internet ortamında. Ancak gerek akademik kurumlarda yöneticilik yapan meslektaşlarımız gerek ise YÖK Denetleme Başkanlığı kendilerine cesaretle iletilebilen bu tür etik ihlaller karşısında yeterince önlem almak ve idari tasarruflarını kullanmak konusunda çok istekli değiller. Özellikle de eğer etik ihlalde bulunan kişi kendi çevrelerinden ise (ki bu aynı klinik, aynı politik görüş vs. olabilir) değil konuya sessiz kalmak, konuyu kendilerine ileten akademisyenleri örselemekten de kaçınmamaktadırlar.
Örneğin daha önce çalıştığım bir kurumda birbirinin neredeyse aynısı olan iki uzmanlık tezini eleştirmem, tez yöneticisinin aynı zamanda kurumun üst düzey idarecisi olması nedeniyle çok büyük bir olay haline getirilip, sonunda önüme kabahatimmiş gibi konulmuştu. Tezler tozlu raflarda duruyor, isteyene detayı ile verebilirim, bakabilir.
Nature dergisinde bulunan yazı maalesef bu olguya da işaret etmekte ve akademik vicdanımızı – kültürümüzü (bir diğer deyişle namusumuzu) en hafif deyimiyle sorgulamakta hatta -alınmaca yok- karalamaktadır. Cümle aynen şöyle: “There are some cultures in which plagiarism is not even regarded as deplorable”. Tercümesi şöyle; bazı kültürler var ki buralarda aşırma acınması gereken bir durum bile değil… Tabii bahsedilen kültür bizim kültürümüz! Makale daha da sertleşiyor üslubunda: “It’s dishonest and sloppy!”. Yani, bu şerefsizce ve sulu bir durum.
Makalenin yayımından sonra internet ortamında suçlanan akademisyenlerin kendilerini savunmak için yazdıkları ve elektronik ortamda yayılan ifadelerini de inceledim. Böyle bir derginin karşı tarafın kabul edilebilir bir savunması olmasına rağmen bu şekilde bir yayın yaparak ileride doğabilecek ciddi hukuki yaptırımları göze alamayacağını düşünüyorum. Branşım olmadığı için savunmalarda yazılan hususları da incelemek benim açımdan mümkün değil. Ancak konuya TÜBA’nın da 11 Eylül basın bülteni ile (Bilim Etiği Çağrısı) müdahil olduğunu görüyoruz. Tepkisini haklı ve sert ifadelerle aktarıyor TÜBA “Yayınlanan haber, ülkemizde bilim ve bilim ahlakının durumu konusunda, gerek bireysel gerekse kurumsal düzeydeki eksiklerimizi sorgulama ve ilgili düzenlemeleri ivedilikle yapma zorunluluğumuzu gözler önüne seren sert bir uyarıdır” diyor.
Aşırma en önemli akademik suçlardan ve en az diğer akademik suçlar kadar (duplikasyon, masa başı veya lap-top yayıncılık) tehlikeli ve adi. Akademik hırsların sadece bilimsel bir yarış olması gerekiyor.
Aldırmazlık, bu işi fütursuzca yapan birçok sözde akademik insanı hak etmediği makamlara getirebiliyor. Bu işin tam zıt bir yönü var bir de: Bilimsel linç girişimleri için de bulunmaz bir Hint kumaşı bu arena. İdari ve akademik rakibin bertaraf edilmesinde başarıyla kullanılıyor ki, bu da büyük bir ahlaksızlık ve bilimsel bir suç aslında. Bunu yapanların da yanına kâr olarak kalmamalı bu suç. Her iki yön de titizlikle irdelenerek her iki çok olumsuz ucun önlenmesi açısından yasal ve idari önlemler cesaretle uygulanmalıdır.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
!
Türkiye yırtıcı, şaibeli, sahte ve fake dergilerde en çok yayın yapan 3. ülke
Predatory journals: Who publishes in them and why? - Selçuk Beşir Demir Dünyanın en prestijli dergilerinden biri olan Elsevier tarafınd...

Predatory journals: Who publishes in them and why?
.....................................................................
...
...
...
* Rastgele Yazılar
.