SabitFikir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
SabitFikir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
5 Şubat 2014
AYŞE ÇAVDAR - Zeynep Şarlak ile söyleşi: "Bir hayatta kalma stratejisi olarak yolsuzluk" (SabitFikir)
Zeynep
Şarlak, uzun yıllar boyunca Türkiye’de yolsuzluğun hangi ilişki
biçimlerinde ortaya çıktığı ve nasıl algılandığı konusunda yapılan
araştırma projelerinde yer aldı. Yolsuzluk araştırması konusunda engin
bir alan bilgisine sahip oldu. Yazdığı yazılarda, katıldığı uluslararası
toplantılarda Türkiye’de büyük bir problem olan yolsuzluğun neden
öncelikli bir siyasi gündeme dönüşemediğini sorguladı. İntihal,
hırsızlık derken araya yolsuzluğu da katıp memleketin bu konulardaki
etik kodlarını tartıştık birlikte. Hayli enteresan bir manzara çıktı
ortaya…
Yolsuzluğu, kurumsal düzeyde yapılan hırsızlık diye tanımlamak mümkün mü?
Hırsızlık
ve yolsuzluk kavramları arasında doğrudan bir ilişki var ama çok önemli
ayrımlar da var. Hırsızlık dediğin zaman benim aklıma ilk baklava çalan
çocuklar geliyor. Bu yüzden klasik bir yolsuzluk tanımı yaparak
başlayalım: Sana tevdi edilen gücü kişisel çıkarın için kullanmak
yolsuzluktur. Tanımı genişletmek istersen taşeron işçilere yapılan
haksızlıklar da bir tür yolsuzluk. Sonuçta müthiş kâr ediliyor vs.
Yolsuzluk tanımının neden böyle olduğu tartışılabilir. Ama hukuki
çerçevenin sınırlanmasına ihtiyaç olduğu için tanımı da daraltmak lazım.
Bunun ötesinde kurumsal güç kullanılarak yapılan her türlü hırsızlığa
yolsuzluk diyebiliriz elbette. Çünkü bu durumda kurumsal gücün kişisel
çıkar amacıyla kullanılması söz konusu. Ama genel anlamda yolsuzluk ve
hırsızlık bir arada düşünüldüğünde bana sanki yolsuzluk daha günah gibi
geliyor.
Bir toplumun ortaklaşa ürettiği kurumlarda yolsuzlukların artması, o toplum hakkında ne söyler?
Kurumların
toplumlar tarafından inşa edildiğini düşünmüyorum. Eğer beraber inşa
etseydik ortak bir fayda üzerine inşa ederdik. İnsanlar bir şeyi beraber
yapınca “kurallara uyalım, çünkü hepimiz için iyi” diye düşünür. Ama
beraber inşa edilmemiş bir kurumsal yapı var Türkiye’de.
O yüzden mi bu kadar çok yolsuzluk var?
Kuralları
ve kaideleri toplum tarafından belirlenmemiş, tepeden inmeci bir yapı
giydiriliyor toplumun üzerine. İyi de kontrol edilmiyor zaten. Kontrol
edilmemesi bir şekilde yapının işlevselliğini sağlıyor. Bilinçli olarak
bırakılan boşluklar var. Mesela vergi meselesi. Devletin vergi
kaçaklarına göz yumması söz konusu Cumhuriyet’in başından beri. Çünkü
sermaye birikimi sağlaması gerekiyor. Bunun için de vergi meselesine
fazla abanmıyor. Ama gördük ki zamanı geldiğinde de canını sıkan bir
işadamının üzerine vergi memurlarını salıp hayatını zehir ediyor.
Kurallı kuralsızlık geniş bir hareket alanı sağlıyor yani.
Çok
büyük hareket alanı sağlıyor. Bu yüzden yolsuzluğu sistem sorunu olarak
görüyorum. Siyaset yolsuzluğun ortadan kaldırılmasından sorumlu ama
yolsuzluğun üretilmesinden sorumlu değil. Sokaktaki adam da yolsuzluğa
açık. Çünkü güvensiz. “İlk benim işim görülsün” diyor. Çünkü
karşısındakine güveni ve saygısı yok.
Bir de kendisine sıra geleceğinden emin değil aslında.
Sistemin
çalışmadığını biliyor ve sistemi çalıştırmanın bir yolunu buluyor. Ama
kendi işini bu şekilde görmek, başkalarına saygısızlık. Trafiği ele
alalım. Boş buldum mu, sağdan fırlayıp geçiyorum. Adam kızıyor. Haklı,
ben de kızıyorum bana yapıldığında. Ama başka türlü bu kadar hızlı
gidemeyeceğimi biliyorum. Türkiye’de verilen sus paylarını düşün.
Fakirsen sus payı alıyorsun. Sistem susman için ihtiyacının bir kısmını
karşılıyor. İş dünyasının siyasetle ilişkisinde de sorun var. Devlet
elinde şunu sürekli tutuyor: “İstediğim zaman istediğim kişinin mülkünü
istimlak da ederim, vergisini de denetlerim, geriye dönük karar da
alırım.” Böyle bir şey olamaz ki. Mülkiyet hakları ne olacak? Geriye
dönük karar alamazsın. Kazanılmış hak haktır. Hangi toplumsal kesime
bakarsak bakalım, ister sınıfsal, ister işveren, oy veren vs. gibi
kategoriler üzerinden bakalım sistemde çok önemli sorunlar olduğunu
görüyoruz. Bu sorunları yolsuzluk karşıtı klasik önlemlerle çözmek
mümkün değil.
Çözüme geçmeden ilgisizmiş gibi
görünen bir sorum daha var. Yenilerde intihal nedeniyle cezalandırılan
bir akademisyenin açtığı dava sonucu intihalin suç olmadığı ortaya çıktı
Türkiye’de. Şimdi artık üniversite hakkında ne düşünmeli?
Bu
durum ortada üniversite diye bir şey olmadığını ortaya koyuyor.
Üniversite kelimesinin etimolojisinden başlayarak o kurumlara baktığınız
zaman, o kurumların üniversite olmadığını görüyorsunuz. Türkiye’de
sahici üniversitelerin sayısı bir elin parmaklarını geçmez. 10 değil
mesela. Bu üniversitelerin üniversite olması, kendi içlerinde belirli
kültürel kodlarının olmasından kaynaklanıyor. Kendi kodları olan
üniversite gerektiğinde devlet baskısına da direnebiliyor. İntihal
vakası görülmüyor. Çünkü o üniversite bünyesine intihal yapabilecek
kimse gelemiyor, gelmiyor. Almıyor üniversite böylesini. İntihal her
şeyden önce kendini kandırmak demek. İşini doğru düzgün yapan insanlara
büyük bir saygısızlık, terbiyesizlik. 12 Eylül’den başla, bunun
öncesinde çok büyük üniversiteler, çok baba kadrolar yok oldu. Çok
önemli akademisyenler ve iyi bir akademik anlayış vardı bu ülkede. Azdı
sayıları, ama önemlilerdi. Beğenelim, beğenmeyelim. Şimdi durum vahim.
Çünkü bu kadrolar tamamen yok edildi. 12 Eylül’den sonra “üniversitelere
kendimizden profesör sokalım” diye başladılar çürütmeye. Solcu
kadroları attıktan sonra ele geçirmeleri gereken bir alan olarak
görmüşlerdi çünkü. Beş dakikada profesör yaptılar bir sürü insanı.
Oradan, buradan çalıp çırpan bir nesil akademisyen çıktı ortaya. Onlar
da başka akademisyenler yetiştirdiler.
Hırsızlık gibi başlayan şey, kurumsal kabullenişle büyük bir yolsuzluğa dönüşmüş oldu.
Aynen
öyle. Çünkü YÖK’ün içine de amcanın oğlu, çok yakın arkadaşın, Mason
locasından biraderin içeri girmiş. Oligarşik bir yapı var neredeyse. Şu
an için söylemiyorum, şu an işler biraz daha karışık. İntihal yaptığını
bildiğim adamı koyar mısın oraya? Koyuyorsun senden biri olsun diye.
Böyle olunca intihal mevzuu ayıp olmasın diye yönetmeliğe konmuş, ama
yasada yok. Bir dönem intihal.com diye bir site açmak istedim. Sonra bir
arkadaşıma danıştım, bu işleri iyi bilen bir adam. Dedi ki, “Canını
yakarlar, mahvederler seni. Başın belaya girer.”
O kadar kural haline gelmiş yani…
Tamamen öyle. Vazgeçtim ben de tabii…
Nasıl mücadele edilir yolsuzlukla?
Yolsuzluk
bazıları için hayatta kalma stratejisi. Özelleştirmede ihaleleri her
koşulda Türk firmalara verme eğiliminde bile görebilirsin bunu. Memleket
içinde bir hayatta kalma stratejisi, rekabet edemiyor başkasıyla.
Yolsuzlukla, yolsuzlukla mücadele reçeteleriyle uğraşılabileceğini
zannetmiyorum. Washington Konsensüsü’nün bir reçetesi var, Dünya
Bankası, IMF gibi kurumlar her yerde bu reçeteyi çıkarıp masaya koyuyor.
Başı ağrıyana da veriyor, beli ağrıyana da. İyi yönetişim reçetedeki
ilaçlardan biri. Ama iyi yönetişim çok büyük revizyon gerektirir
devletin zihin yapısında. Bu yüzden reçete işe yaramıyor. Bana sorarsan,
Türkiye’de siyasi partiler kanunu değişmedikçe yolsuzluğun azalması
mümkün değil. Çünkü siyasete girmenin maliyeti çok yüksek. Bu maliyetle
girdiğin zaman amortismanı dert ediyorsun doğal olarak. 4-5 sene sonra
seçilmeyeceksin. Çünkü bizde meclis üyelerinin değişme oranı yüzde 50-60
civarında. Dolayısıyla ikinci dönem garanti değil. 4-5 sene içinde
koyduğun kadar parayı ve bir miktar fazlasını kazanman lazım. Meclis’in
yapısına bakalım. İşçi milletvekili var mı? Yok. Olamaz da zaten.
İşadamları var, işadamlarının adamları var, aşiret reisleri var,
aile-eşraf falan var. Bunların biatı kime, seçmene mi başbakana mı?
Elbette başbakana. Seçmen kim ki, oy verme makinesi.
Siyasi
parti yasalarının değişmesi için de bir toplumsal baskı olması lazım
değil mi? Siyasi partiler bu kadar balını, kaymağını yedikleri bir şeyi
niye değiştirsinler ki?
Toplumdan hiçbir konuda
bir baskı gelmiyor. O kadar büyük bir güvensizlik var ki insanlarda.
Herkes birbirine kapanmış durumda. Kimse kimseye güvenmiyor. Böyle
olunca bir türlü vatandaş olamıyoruz. Bizde vatandaş olamama sorunu var.
Gezi olaylarında gördük, belirli bir kentli nüfus var artık, oluşmaya
başladı. Özgüvenli ve ne istediği konusunda daha gelişkin bir fikre
sahip. Böyle bir nesil şimdi şimdi gelecek. Ama bu kentli nüfusa da
siyasette yer yok…
İşin kötü yanı bu kentli nüfusun beslendiği kent de yok artık.
O
da doğru, kent artık tuhaf bir şeye dönüşüyor. Öte yandan maalesef
bizde değişimler hep dışardan. AB istiyor diye değiştiriyoruz. Biraz
tutturuyoruz, sonra bir bakıyoruz hepsi geriye düşüyor, çünkü işlemiyor.
Kimi zaman da işliyor ama işletenlerin işine gelmiyor.
Şöyle bir sarmal mı var? Kurumlara olan güvensizlik yolsuzluğu, yolsuzluk da kurumlara olan güvensizliği besliyor.
Kurumlara
olan güvensizliğin yolsuzluğu beslediği muhakkak. Çünkü kurumlara
güvenmeyen vatandaş yolsuz bir yol buluyor. Ama bu sadece vatandaşın
sorunu değil. Şunu da unutmamak lazım. Yolsuzluğu azaltabilirsiniz.
Siyasetin orada müthiş bir gücü var. Yapmıyorsa da siyaset yapmıyor.
Tabandan baskı gelsin ya da gelmesin. AB’yi kim kurdu? Üç-beş akil adam.
Halkın böyle bir talebi yoktu ki… Daha yeni boğazlamıştı Avrupa’da
herkes birbirini. Burada siyasetin inisiyatif alması lazım. İlkesel bir
vizyon geliştirmesi gerekiyor.
Yolsuzlukla mücadele yasalar eliyle yapılabilir mi?
Hem
evet, hem hayır. Hangi yasalardan başlayacağımız önemli. Yolsuzluk
karşıtı yeni yasalar yapmaktansa, sistemde yolsuzluğa yol açan yasalar
değişitirilirse belki olur. Yolsuzluğun tohumlarını kamuda aramaktan
ziyade, gündelik hayatta da aramak lazım. Doktora gidiyorsun görüyor,
bademciklerin şişmiş. Ama senden 4-5 tane test istiyor. Çünkü sistem,
senin cebinden aldığı paradan komisyon alması üzerine kurulmuş. Bu da
bir yolsuzluk ama bunu yolsuzluk olarak ifade edemiyorsun. Dolayısıyla
bu türden süreçleri yeniden düzenleyerek yolsuzluğun bertaraf edilmesi
gerekir. Klasik yolsuzluk karşıtı reçeteler bu noktaları görmezden gelme
riskine sahip. Yolsuzluğun hangi ilişki biçimlerinde ortaya çıktığını
tespit etmek önemli.
Bal tutan, parmağını yalar atasözünü bir tür vizyon olarak görmek mümkün mü? Ama nihilist bir vizyon…
Mesele
şu: Toplum yolsuzluğu birincil bir sorun olarak görmüyor. 2007
seçimlerinden önce CHP’nin binlerce basıp dağıttığı bir yolsuzluk
kitapçığı vardı. Ciddi iddialar söz konusuydu, deliller ortada.
Yolsuzluk olduğu söylenen illerdeki AKP oyları arttı. Bunun sebebi şu
olabilir: AKP yolsuzluk yapıyor ya da yapmıyor, önemli değil. CHP’den o
kadar nefret ediyor ki seçmen. KONDA’nın bir anketi vardı. Hiçbir koşul
altında CHP’ye oy vermeyecek AKP’li seçmen oranı yüzde 60. Bu çok büyük
bir rakam. CHP, AKP temelinde görmüyorum bu işi, ama öyle bir öfke ve
algılama sorunu var ki… Ve bu sorun karşılıklı tabii. Bir de şu var:
Sadece sağ partiler değil, bütün siyasi partiler yerelde ekonomik rant
söz konusu olduğu zaman aynı elleri havaya kaldırıyor. Meclis’te
tekmeler havada uçuşuyor, ama yerel uygulamada inanılmaz derecede
uyumlular. Bakan düzeyinde yaptığım röportajlardan da çıkan bilgiler
böyle. Bu nefret ve güvensizlik, benden olan olsun, kol kırılır yen
içinde kalır bakışı, yolsuzluktan fayda umuş besliyor yolsuzluğu…
Hakikaten çok güvensiz bir toplum. Vatandaş olamıyoruz o yüzden. Biraz
da manik depresif bir halet-i ruhiye söz konusu tabii.
Ergenliği aşamayan bir ihtiyar gibi toplum…
Çok
güzel, ergenliği aşamıyor. Şu örneği veriyorum hep: Duygusal bir şarkı
çalıyor bir düğünde ağlıyoruz, hoşumuza gidiyor. Hemen ardından oyun
havasıyla dans etmeye başlıyoruz. Kafamız karışık. Bir türlü aşırı
duygusallıktan kurtulamıyoruz. İlkeler çerçevesinde düşünemiyoruz. Bu
çerçevede düşünmenin daha keyifli olacağını göremiyoruz. Kendi
araştırmamda yolsuzluktan ne kadar hoşnutsuz olduğumuza da baktım. O
kadar da hoşnutsuz olmadığımızı gördüm. Mesela bir doktora hediye
alıyorsun. Yapması gereken şeyi yapıyor, ama hediye alıyorum ona. Hz.
Muhammed’e referans verildi bununla ilgili. “Hediye alıp veriniz,” demiş
peygamber. Polislerle konuşurken verildi bu referans. Çorba parası
mesela. “Polis bana bakıyor, beni koruyor, ona bedava çorba vereyim.”
Almanya’da bunun için tutuklanırsın. Polis polislikten men edilir. Ufak
yolsuzlukları yolsuzluk gibi görmüyoruz bile. Öte yandan bunlar bir
şekilde çözülüyor sanki. Asıl sorun büyük yolsuzluklar. Siyasi
yolsuzluklar çok büyük boyutta. Ülkenin kaynaklarının müthiş eritiyor
yolsuzluklar.
21 Nisan 2011
Sibel Oral - İntihal etme ne olur! (Sabit Fikir)
İntihal, yani aşırma, hırsızlık... Bir başkasının yazmış, yaratmış olduğu herhangi bir fikri, özgün içeriği kaynak göstermeden ve hatta bırakın kaynak göstermeyi kendi fikrinizmiş gibi ortaya çıkarmak intihalin ta kendisi. Türkiye’de, edebiyatımızda, yıllardır intihal sözler, şiirler ve hatta hikâyelerin olduğu da bir gerçek.
“Çeviride İntihal” konulu bu dosyamızı hazırlarken elbette yine sözü öncelikli olarak çevirmenlerimize verdik. Genel kanı özellikle Milli Eğitim Bakanlığı’nın 100 Temel Eser dizisinden sonra işlerin iyice ayyuka çıktığı yönünde oldu ve tabii bu olayın başrolü ise intihalci yayınevlerinindi. Peki, onlar kim? Çeviri intihaline karşı yasal yaptırımlar neler? Yayınevleri çeviride intihal konusuna nasıl bir özen gösteriyor ve nasıl çalışıyor?
Klasiklerin %60’ı intihal
Çevirmen Sabri Gürses’e göre; intihalci yayınevleri son 6 yıl içinde sektörün büyük kısmını ele geçirdiler, kitapçıların raflarına artık yaygın olarak giriyorlar. Hiç çekinmeden, son bir ay içinde satın alıp Dostoyevski okuyan okurların en az yüzde 50’sinin çalıntı çeviri okuduğu söylenebilir. Türlerin Kökeni bile çalınanlar arasında. Peki neden?
Gürses bu soruya şöyle yanıt veriyor: “Çalmanın temel nedeni, kolay kâr hırsı. Çevirinin emek bedeli sıfırlanıyor, yayıncı bu şekilde başka işlerini finanse edecek güvenceli sermaye birikimi sağlıyor. Bu mekanizmanın geçmişine bakınca, işin 1990’lara dek uzandığını görüyoruz, fakat sektörü ele geçirmesi 2000’lerin ortalarında 100 Temel Eser listesinin hazırlanması ve bu liste çerçevesindeki yayınlara gazetelerin de kampanyalarla destek vermesi sayesinde oldu. Önce intihal çeviri yayınlayan yayınevleri vardı; sonra okul müfredatlarına, eğitime yönelik setler, yayın dizileri hazırlandı; buna Sabah, Star, Taraf, Milliyet gibi gazetelerin bu kitap setlerini kuponla dağıtması eşlik etti; ve marketlerde kitap satılması, bu marketlere dağıtılan kitapların denetlenmemesi çok sayıda ucuz intihal çevirinin Migros, Carrefour gibi marketlerde bile tüketicilere ulaşmasına neden oldu. Sonunda ürünleri denetleyen D&R, Kabalcı, Nezih gibi ciddi kitapçılar bile bu sürece teslim oldu.”
ÇEVBİR adına sorularımıza yanıt veren Mehmet Moralı da Sabri Gürses’le aynı görüşte. Klasik eserler ve çevirileri olarak bilinen ve piyasada satılan kitapların en az %60’ı intihal olduğunu söyleyen Moralı, bu eserlerin intihal olmasalar bile karlı yatırımlar olduğunun altını çiziyor. Çünkü, yazara telif ödenmesi söz konusu olmadığı için, maliyet düşük ve değeri kanıtlanmış olduğu için de satış şansı son derece yüksek. Bu yapıtların Milli Eğitim Bakanlığı’nın 100 Temel Eser uygulaması sonrasında, öğrencilere bu kitapları satmak çok daha kolay bir hale geldiğinden bu kitapların öğrencilere paket halinde satılmasıyla büyük gelirler elde ediliyor. Özellikle okul çocuklarının ödevleri için gerekli olan bu kitaplar veliler tarafından zaten okunsun diye değil, çocuklar ödev yapsın diye alınıyor ve içeriğin hiç mi hiç önemi yok.
Yazarın ve çevirmenin ölümünden 70 yıl geçtikten sonra yayımlanan eserlerine bir telif ödenmesinin sözkonusu olmadığını hatırlatan Mehmet Moralı Umberto Eco ve Victor Hugo örneğinden yola çıkarak durumun vehametini şöyle gözler önüne seriyor: “Umberto Eco’nun bir eseri tek bir yayınevi tarafından yayımlanır, modern bir eserin yayıncısı bellidir, eğer başka bir yayıncı o kitabı yayımlarsa, yasa dışı bir iş yapıldığı derhal anlaşılır. Halbuki Victor Hugo’nun Sefiller’i 40 yayınevi tarafından yayımlanabilir. Böyle olunca, iş çeviriye dayanıyor, bu 40 yayınevinin hepsinin Sefiller’i ayrı ayrı kişilere çevirtmesi gerekir, bunun denetlenmesi ise çok güç, zaten piyasada bu kadar çok çevirmen de yok.”
300 sayfalık Savaş ve Barış
Az once değinilen sıkıştırılmış 100 Klasik Eser serilerine mutlaka bir yerlerde rastlamışsınızdır. Hatta şimdi girin bakın online kitap satış sitesine; Madame Bovary bir yayınevinde 385 sayfayken bir başka yayınevinde 135 sayfa olarak satılıyor. Üstelik çevirmeninin kim olduğu dahi yazmıyor. Benzer şeyi yaşayan Mehmet Moralı’nın söyledikleri gerçekten trajik; “Geçenlerde bir Savaş ve Barış çevirisi gördüm, kitabın başında savaş başlamadan önceki 150 sayfa, sonunda da savaş bittikten sonraki 100 sayfayı almışlar, ortadaki 1300 sayfalık savaşı atmışlar, 1600 sayfalık Savaş ve Barış olmuş size 300 sayfalık Barış! Üstelik bu insanlar genellikle daha önceki kopyalardan kopyaladıkları, yani hırsızın malını hırsızladıkları için, yakalanması çok da zor, hırsız hırsızı şikayet edecek değil ya! Benim elimde böyle bir klasik çevirisi var, eski çevirmenlerimiden birinin çevirisi biraz değiştirilip basılmış, bir başkası da bunu alıp, biraz daha değiştirip basmış, aradaki sürüme bakılırsa, iş anlaşılıyor, ama onu bulamazsanız, o üçüncü çevirinin birinciden alındığını kanıtlamak çok zor. Bazı sofistike! Yayınevleri, birkaç çeviriyi alıp, biraz ondan, biraz bundan yepyeni bir eser! Ortaya çıkartıyorlar, sonra çıkın çıkabilirseniz bu işin içinden…
Evet, durum bu kadar vahim. Peki, nasıl ayırt edeceğiz? Sabri Gürses okurun çalıntıları ayırt etmesinin, tıpkı korsan kitabı ayırt etmesi gibi mümkün ve kolay olduğunu söylüyor: “Okur raftaki aynı kitabın üç baskısını yan yana koyup durumu anlayabilir. Sonuçta iki farklı Cola markasını yan yana görünce, taklit olanı ayırt edebiliyoruz. Fakat bu tüketicinin keyfine ve vaktine bırakılacak bir şey olamaz. Ürünü satışa sunan kitapçının bunu engellemesi gerekiyor. Kitapçıların büyük kısmı sıkça marka değiştirerek karşılarına çıkan bu yayınevlerinin mallarını tanıyor, ama tüketici ucuzu tercih ediyor gibi bahanelerle rafta tutuyor, hatta öne çıkarıyor. Yani bu sorunun kaynağı kötü niyetli yayıneviyse, çözümü de dağıtım, kitapçı ve medya üçgeninde.”
Görev Milli Eğitim Bakanlığı’nın
Tekrar Milli Eğitim Bakanlığı’nın 100 Temel Eseri’ne burada gelmekte fayda var, çünkü Mehmet Moralı’ya göre bu işin önemli sorumlularından biri de bu uygulama. Mehmet Moralı’nın bu konudaki önerisi ise gayet mantıklı. “Aslında yapılması gereken bu uygulamanın kaldırılmasıdır, ama Bakanlık’ın başlattığı bir uygulamanın yanlışlığını kabul edip kaldırmasını beklemek gerçekçi değil. Ancak, İntihal Komisyonu’nun bu konuda bir hayrı dokunabilir, şöyle ki: 100 Temel Eser bir marka haline gelmiştir, ve bu markanın sahibi olan Milli Eğitim Bakanlığı’nın bu markanın saygınlığını korumak, bu marka aracılığıyla tüketicinin istismar edilmesini önlemek görevidir. Tıpkı saf yeni yün markası Woolmark gibi, 100 Temel Eser de ancak belli bir denetimden geçen kitapların kullanabileceği bir marka haline getirilmelidir.”
Kim bunları çevirenler diye bir sormak lazım
Sabri Gürses ise bu sorunun önüne geçilmesi için herkese görev düştüğünü söylüyor ve edebiyat kürsülerinin uzmanlarının da sorumluluklarına dikkat çekiyor. “Tüketici-okur yalanla yaşamak istemiyorsa, ona verilen kusurlu malı geri vermeli, parasını geri istemeli. Bozuk peynir yemek sağlıksızsa, bozuk çeviri okumak da sağlıksız. Yayıncı birliklerine, çevirmen örgütlerine, market yöneticilerine, tüketici sayfalarına dek her yere kuşkulandığı her kitabı bildirmeli. Raflara bakmıyor musunuz, bu kitapların dağıtımına, satılmasına nasıl izin verdiniz, diye sormalı. Ama bunu en başta yapması gerekenler, söz konusu klasiklerin kaynak dilleriyle ilgili üniversite bölümlerindeki uzmanlar. Sahte Dickens’lar, Bronte’ler İngiliz edebiyatı kürsülerinin, sahte Hemingway’ler Amerikan kürsülerinin, sahte Dostoyevski, Gogol’ler Rus edebiyatı kürsülerinin... sorumluluğunda. Öncelikle onların yalın bir soru sorması gerekiyor: Neden bu kitapların bu kadar çok farklı yayını var, kim bunları çevirenler?”
Söz yayınevinlerinde
Tabii burada yayınevlerine söz vermemek olmaz. Onlar çeviride intihal meselesinde ne düşünüyorlar, hassasiyetleri ne yönde ve bunun önüne geçmek için ne yapıyorlar? Everest Yayınları’ndan Sırma Köksal bu konunun, yayıncılığın hakkını vermeyi ilke edinmiş tüm yayınevleri için can alıcı bir konu olduğunu düşünüyor ve bu hırsızlığın önlenmesi için öncelikle çeviriye emek veren insana saygı duymak, sonra da bu işin hakkını veren insanların hakkını korumak gerektiğini söylüyor ve sözlerine şöyle devam ediyor: “Her çeviri heveslisinin eline bir kitap tutuşturup “hadi bunu hemen yap gel” derseniz, sonra da akla yatmayacak kadar kısa sürede gelen metni hiç incelemeden basmaya kalkarsanız, yani bağını sormadan üzümünü yemenin tadına kapılırsanız intihalin önüne geçmeniz mümkün olmaz. Çevirmene güvendiğiniz kadar, yapılan işin özgünlüğünü soruşturacak kadar da titiz davranmak zorundasınız. Unutmamak gerek ki, çevirinin özgünlüğüne özen göstermemek de korsan yayıncılığın bir başka türüdür.”
Kültür ve ahlak meselesi olarak intihal
Yıllardır sadece çeviri edebiyatı kitapları yayımlayan Ayrıntı Yayınları’ndan Abdullah Yılmaz kendileri gibi dillerini, jargonlarını büyük oranda kendileri üreten ve bu üretimleri de öyle aman aman kitlesel talebe mazhar olmayan yayınevleri için, intihal bir mesele değil diyor ve sözlerine şöyle devam ediyor: “Başar da, zengin ol da nasıl olursan ol zihniyetinin egemen olduğu ve desteklendiği bir zaman ve ortamda, elbette birileri başkalarının emeğini çalarak amacına ulaşmak isteyecektir. Biz yayınevi olarak, tüm çalıştığımız çevirmen, redaktör, düzeltmen ve editörlere, kendi kaleme aldığım, “Mesai Arkadaşlarıma Mektup” diye bir metin gönderiyoruz. Bu metinde alıntı yapma biçimleri en ince ayrıntısına kadar anlatılıyor. Bazı durumlarda, orijinal eserde zikredilmese bile, biz biliyorsak, kaynağı kuralına göre yazıyoruz. Zaten en başından, akademik dünyanın açık ya da örtük olarak kabul görmüş uluslararası kurallarına uymayan bir çalışmanın bizim yayınevimizden basılması söz konusu olamaz. Basılmışsa, bunu bir hata olarak telakki ederiz. İntihal konusu, genel olarak, bir kültür, bir ahlak meselesidir. Bu zamana kadar ayyuka çıkmış, dava konusu olmuş ve kanıtlanmış, ikisi de üniversitelerinde rektörlük yapmış İhsan Doğramacı ve Kemal Alemdaroğlu gibi örneklere bakarsak, durumumuzun pek iç açıcı olmadığını söyleyebiliriz. Her konuda olduğu gibi, burada da karamsarlığa kapılıp haksızlığa, bu örnekte hırsızlığa, göz yummak yerine, umudumuzu yitirmeden mücadele etmek gerekiyor.”
Sistemli intihal yapan yayınevleri de var
Bu konuda fikrini ve yayınevi sahibi olarak nasıl önlemler aldığını sorduğumuz Can Yayınları’ndan Can Öz ise küçük çeviri hatalarını dahi onur meselesi olarak değerlendirdiklerini ve intihalin kendileri için çevirmene karşı işlenen, lanetlenmesi gereken bir suç olduğunun altını çiziyor. “İyi çevirmenler, kendilerini dil ve edebiyat konusunda ustalık mertebesine kadar yetiştirmiş, toplumun çok değerli kişileri, aydınlarıdırlar, ve emin olun, sayıları pek fazla değil. Bu birikimlerini, emeklerini genellikle paraya dönüştüremez, zor şartlarda yaşamaya razı olurlar. Ancak kimi uyanıklar, neslini korumakta zorlanan çevirmenlerin birikimine, emeğine ve elde edeceği cüzzi gelire göz dikiyor; çevirisini çalıyor ve yayınlatıyorlar. Burada elbette tek suç intihali gerçekleştirende değil. Sektör içinde bilinen, intihali sistemli bir şekilde yaptırmış yayınevleri var. Bu yayıncılar halen aramızda dolaşıyorlar. Neyse ki son Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu'nda intihal suçuna büyük para cezası ve 6 yıla kadar hapis cezası getirildi. Özellikle Çevirmenler Birliği ile Yayıncılar Birliği'nin iyi çalışmaları sayesinde bu uyanık yayıncılar son yıllarda intihal yayını yapmaktan vazgeçmeye yöneldiler. Yine de raflarda halen çok sayıda intihal eser var. Hakları yenen çevirmenlerin bu işin peşini bırakmayıp bu hırsız yayıncıları dava etmeye ve haklarını korumaya çalışmaları, sektörün tüm oyuncularının da Çevbir ve Yaybir'e destek vermeleri gerekiyor.”
Hakkı gaspedilen okur oluyor
Konuyla ilgili görüşüne danıştığımız, İdefix Direktörü Bora Ekmekçi, “Yayınevlerinin özensiz ve hatalarla dolu kitaplar yayınlamaları, okuru kazıklamaları ne kadar ahlaksızlıksa, intihal de aynı derecede ahlaksızlıktır” diyor: “Çünkü her iki durumda da hakkı gasp edilen yine okur oluyor”.
İdefix’in her zaman “iyi” kitapları okura sunmaya, tavsiye etmeye özen gösterdiği için bu tür durumlara elinden geldiğince tepki göstermeye çalıştığını söyleyen Ekmekçi, “Yaklaşık olarak 3 sene önce YayBir bir rapor hazırlamıştı. Biz de bu raporu kendilerinden istedik. Yaybir’den Sema Özdemir Hanım da bize bu raporu ilettiler. Bu raporda intihal çeviri yapan yayınevleri yer alıyordu. Biz de bu rapora istinaden ilgili yayınevlerini idefix'te satışa kapattık. Çünkü bu ahlaksızlığa bir şekilde alet olmak istemiyorduk” diyor ve sözlerine şöyle devam ediyor:
“Ancak bugün bu kararımızda yanıldığımızı anlıyorum. Çünkü bu rapor ile bazı yayınevlerini raflardan indirecek, batma noktasına getirecek mercinin sektörün genelini temsil etmediğini düşündüğüm bazı meslek birliklerinin olmaması gerektiğidir. Bu yayınevleri; aynı türde ama daha pahalı klasik kitap yayınlayan ve meslek birliklerinde söz sahibi olan bir takım yayıncıların karalamasına maruz kalmış olmazlar mı diye de düşünmek gerekiyor. Her ne kadar intihal ahlaksızlıksa, eğer varsa, böyle bir karalama kampanyası da büyük ahlaksızlıktır.
İntihal varsa, meslek birliklerinin raporları ya da kitapçıların ambargoları ile değil, mahkeme kararı ile ya da okurun elemesi ile yargılanmalıdır”.
Bordo Siyah Yayınları: “Çeviri intihali yapmıyoruz”
Bordo Siyah Yayınları’da çeviri intihalinin korsan yayıncılıktan bile yıkıcı sonuçları olduğunu söylüyor ve kendilerinin adının çeviri intihaliyle yan yana getirilmesini kötü niyetli bir propaganda olarak gördüklerini dile getirerek bu dosya konumuz aracılığıyla kendilerini şu şekilde savunuyorlar: “Çeviri intihaline bulaşan yayınevlerinin aksine, Bordo Siyah’ın çevirmenleri bellidir ve kitapların künyesinde hangi kitapları çevirdikleri, hatta çeviri alanında hangi ödülleri aldıkları belirtilmektedir. Bordo Siyah’ın dünya klasikleri editörü, 100’e yakın çevirisi yayınlanan, Ömer Asım Aksoy Çeviri Ödülü’nün sahibi olan ve İstanbul Üniversitesi çeviribilim bölümünde dersler veren Veysel Atayman’dır. Kitapların her biri uzun yıllardır sektörde çalışan usta düzeltmen ve redaktörler tarafından gözden geçirilmektedir ve her birinin özgeçmişleri kitapların künyesinde yayınlanmaktadır. Çeviri kalitesiyle ilgili sadece bir örnek vermek gerekirse; Ankara Üniversitesi’nde Türkiye’deki Kafka çevirileriyle ilgili karşılaştırmalı bir çeviribilim tezi yapılmış, bilimsel ölçütlere göre oluşturulan endekse göre tutarlı ve tutarlıya yakın cümlelerin oranı karşılaştırılmıştır. Bordo Siyah’ın yayınladığı Evrim Tevfik Güney çevirisi için oran yüzde 83’tür. Burada ismini vermediğimiz ve arasında büyük yayınevlerinin de bulunduğu diğer çevirilerin oranları yüzde 20 ile 39 arasında değişmektedir.
Peki neden Bordo Siyah suçlanıyor?
Bordo Siyah’ın kaliteden ve yayıncılık etiğinden taviz vermeden klasikleri düşük fiyat politikasıyla alım gücü düşük insanlara ulaştırma projesi, aynı kalitede ama üç dört kat yüksek bir fiyatla merkezdeki okura kitap satan yayınevlerinin ve yüksek kârlara alışmış pazarlama şirketlerinin çıkarlarına dokunmuştur. Bordo Siyah, bugüne kadar on milyonun üstünde kitabı Anadolu’daki alım gücü düşük okura sunabilmiş olmaktan gurur duymaktadır ve yayıncılığı sadece ticari bir uğraş değil aynı zamanda bir toplumsal sorumluluk olarak gördüğü için fiyat politikasından vazgeçmeyecektir. Çeviri intihalini önleme konusunda duyarlı olan kesimler, işe çevirmenlerin gerçek kimliğini tespit etmekle başlayabilir. Bordo Siyah da dahil olmak üzere, dünya klasiklerini yayınlayan bütün yayınevlerinden çevirmenlerinin kimliğiyle ilgili açıklama yapmaları istenmelidir. Merdiven altı yayınevlerinde intihal edilmiş çevirilerin çoğunda çevirmen ismi olarak gerçekte çevirmenlik yapmayan, hatta belki de gerçekte hiç var olmayan isimlerin yer aldığı düşünüldüğünde, sadece bu küçük adım bile çeviri intihali vakalarının çok büyük bir bölümünü engelleyecektir. Her kitabını yetkin bir çevirmene tercüme ettiren, editörüne ve en az bir düzeltmenle bir redaktöre okutarak emsallerinden çok daha fazla bir dosya maliyetinin altına giren bir yayınevi olarak, çeviri intihaline karşı her tür samimi girişim bizi son derece mutlu edecektir.
Çeviride intihale karşı yasal yaptırımlar neler?
Bu konuyla ilgili söyleyecek en çok şeyi olan elbette yine çevirmenlerimiz Sabri Gürses’le Mehmet Moralı ve bir de Avukat Sabri Kuşkonmaz’dı.
Sabri Gürses: Görünen o ki, yasal yaptırım getirmek çok zor. Çevirmenler Birliği’nin çalışmalarından ve karşılaştığım olaylardan benim anladığım şu: mahkeme sürecinde, metin incelemesi bile sonuç vermeyebilir, iki sözcük, dört cümle değişikliğini yeni bir çeviri diye tanımlayabilir bilirkişi – ya da mahkeme uzun sürebilir, fakat çalıntı çeviri yayıncısı hedeflediği parayı piyasadan çok kısa sürede toplar, çok sayıda kitabı bir kampanyayla dağıtır, adalet zarara göre geç kalır. O yüzden bir yandan hukuka başvururken, diğer yandan bu işten zarar görenlerin, okurdan çevirmene dek herkesin sivil müdahalesi de gerekiyor.
Mehmet Moralı: İntihal şikayete bağlı bir suçtur. Yani yasal işlem yapılabilmesi için madur olan kişinin, bu durumda çevirmenin yasal işlemi başlatması gerekir, hırsızlık ve benzeri kamu suçlarında olduğu gibi savcılık kendi başına soruşturma başlatamaz. Bu meslek birliklerinin elini kolunu bağlayan bir durumdur. Örneğin Nahit Sırrı Örik’in Vadideki Zambak çevirisi intihal edildiyse, bu konuda yasal işlem başlatabilmek için varislerinin bulunup razı edilmesi gerekir ki, bu her zaman mümkün olmaz. Yoksa, mahkeme kararı olmadan çıkıp bir çeviri için “bu intihaldir, bu korsandır” derseniz, rekabet kuruluna yapılacak bir şikayette suçlu duruma düşersiniz, yani mevzuat hırsıza hırsız demeyi yasaklıyor.
Sabri Kuşkonmaz: Çeviri konusunda yaşanan sorunlar varlığı tartışmasızdır. Bu sorunların temelinde yatan ilk etken, Ünsal Oskay’ın saptamasıyla, “kitap uygarlığından geçmemiş bir toplum” olmamızdır. Bu etkene paralel ve çeviri ile bağlantılı olarak, bu ülkede hiç bir zaman sağlıklı kültür politikalarının gündeme alınmamış olması da önemli bir sorun biriktirme nedenidir. En sonda söylenecek olan başta söylemek gerekirse; sorun yasa, hukuk sorunu değil, bir zihniyet ve politika sorunudur. Çünkü, bu alanda, hukuksal düzlemde, yasa boyutuyla bir eksiklik yoktur. Konuyu fazlaca bilmeyip, fazla ilgisi olanlar sıklıkla “yasa olmadığından” yakınırlar. Bu yanlıştır. Tanzimat dönemindeki, her kötülüğün ilacı olduğu düşünülerek “Anayasa isteriz” feryatlarına benzer bir durum vardır bu konuda. Hep bir “kanun isteği” dile getirilir. Oysa bu konuda 1952 yılından bu yana yürürlükte olan uygun bir kanun vardır. 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu... Bu yasa AB müktesebatı ile uyumlaştırma çerçevesinde 1995, 2001 ve 2004 yıllarında köklü değişikliler geçirmiştir. Yasa içerik olarak, genel anlamda telif sorunlarını ve özelinde de çevirmenin telif sorunlarına çözmeye yeterlidir. Eleştirel bir kavram olan “kültür endüstrisinin” bizde endüstri bile olamaması, yasanın uygulanmamasında öncelikle polisiye çözümlerin akla gelmesi, sorunun korsan sorununa indirgenmesi, kitap-yayın alanında sivil iradenin başat olduğu güçlü örgütlenmelerin oluşturulamaması... gibi sayısız sorunlar vardır. Her bir iktidar bu konuda bir öncekinden daha statükocu bir anlayışla, sektörel iç barışı sağlayacak geniş, özerk sivil örgütlenmelerde kamusal erk olarak çok kıskanç davranmakta, oluşturulmaya çalışılan örgütlenmelerde kamusal erk/iktidar “parayı veren” olarak karar mekanizmalarına katılmamama, yani “iktidardan vazgeçme” konusunda çok kıskanç ve cimri davranmaktadır. Bu ülkede hala bir özerk sanat kurumu, konseyi kurulamamıştır. Böylesi örgütsel yetersizlik, sorunda “mağdur” taraf olan çevirmeneklrin bu alandaki temsil eksikliği... sorunların makro düzeyde ele alınıp, çözüm yollarının bulunmasına engel olmaktadır. Sonuç olarak, çevirmenin telif hakları ile ilgili sorunları, sadece telif hakları ile sınırlı bir düzlemde değildir.
Son soru: İntihal nasıl belirlenir?
Mehmet Moralı: İntihali belirleyebilmek için hepsini yan yana dizip karşılaştırmak lazım, ki bu çok zahmetli bir iş. 2007 yılında YAY-BİR ÇEVBİR ortak bir çalışma yaptılar, 10 klasik çevirisinin piyasadaki yaklaşık 160 çevirisi incelendi, bunların 60 adedinin intihal olduğu belirlendi, biraz daha kurcalanabilirse diğer 100 çevirinin en azından 50 tanesinin de ayıplı olduğu ortaya çıkacaktır. Çıkacaktır ama, bu iş için gerekli olan emek, işi yapılabilir olmaktan çıkartıyor. Sefiller 2500 sayfadır, Savaş ve Barış da 1600 sayfa. Her iki eserin de piyasada en azından 25-30 sürümü var, kimi tam metin, kimi kısaltılmış. Bunların sayfa sayfa karşılaştırılıp, incelenmesi gerekir. Yani bir tek eser için okunacak 75000 sayfa söz konusu. Takdir edersiniz ki, bunun bireysel girişimlerle yapılması söz konusu değildir.
Sabri Gürses: Rus edebiyatı mezunu bir çevirmen olarak ben bu soruyu sordum ve meslekte benim öncülerimin eserlerinin çalındığını, benim eserlerimin de çalınacağını, intihalcilerin benim çalışma alanımı kirlettiklerini, emeğimi değersizleştirdiklerini, gelirimden çaldıklarını gördüm – o günden beri gördüğüm her örneği ilan etmeye çalışıyorum. Çevirmenlik, yayıncılık ve diğer ilgili örgütlerin de iyi niyet dileklerinin ötesine geçip suçu ilan etme ve önleme güçlerini daha etkin bir şekilde kullanmalarını bekliyorum. Bir kültür, bir çeviri soykırımı yaşanıyor, bunun başka adı yok. Digiturk ona ait maç yayınlarının blog sitelerinden birkaç tanesinde de yayınlanması, yani onun eserinin çalınması nedeniyle bütün bir blog sisteminin durdurulmasını talep ediyor, hukuk küresel bir şirketin, Google’ın yayın sistemini kapatıyor ve halk bunu haklı buluyor – aynı şekilde klasik eser yayıncılığını da durdursun mahkemeler ve suçlular ayıklandıktan, cezalarını aldıktan sonra serbest bıraksın.
Sonsöz
Sabredip bu satırlara kadar okuduysanız bu konuya ne kadar duyarlı olduğunuz ortaya çıkmış oluyor ve zaten bize de burada söyleyecek pek bir şey kalmıyor... Ama yine de unutmayın; Savaş ve Barış sadece 300 sayfalık bir roman değildir...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
!
Türkiye yırtıcı, şaibeli, sahte ve fake dergilerde en çok yayın yapan 3. ülke
Predatory journals: Who publishes in them and why? - Selçuk Beşir Demir Dünyanın en prestijli dergilerinden biri olan Elsevier tarafınd...

Predatory journals: Who publishes in them and why?
.....................................................................
...
...
...
* Rastgele Yazılar
.