NEDEN ?

https://plagiarism-turkish.blogspot.com


Yükseköğretimde Gözetim ve Denetim - Yasal Çerçeve ve Uygulamalar -
Devlet Denetleme Kurulu Raporu (2009) lütfen tıklayın
2547 sayılı Kanun’da öğretim elemanlarının disiplin suçlarına ilişkin yapılması düşünülen değişiklikler hakkında Bilim Akademisi’nin raporu (2016) lütfen tıklayın

25 Şubat 2011

Mehmet Altan - Bir Alman kaç Türk’e bedel? (Star Gazete)

>>>

Aşağıdaki habere de gene yukarıdaki düşüncelere dalmışken rastladım...

“Bayreuth Üniversitesi, Alman Savunma Bakanı Karl-Theodor zu Guttenberg’in doktor unvanını aldığını açıkladı.

Bayreuth Rektörü Rüdiger Bormann, zu Guttenberg’in bilimsel yükümlülükleri büyük ölçüde ihlal ettiğini, bu nedenle doktor unvanının kaldırıldığını belirtti.

Alman siyasetinde yıldızı giderek parlayan isimler arasında gösterilen ve Bayreuth Üniversitesi’ne verdiği tezde kaynak belirtmeden alıntılar yaptığı ortaya çıkan Savunma Bakanı Guttenberg, Federal Parlamento’dan da özür diledi.

Doktora tezinde intihalle suçlanan Almanya Savunma Bakanı, Alman kamuoyunda bir haftayı aşkın süreden bu yana hakkında yöneltilen iddia ve suçlamaların ardından Federal Parlamento’da milletvekillerinin konuya ilişkin sorularını yanıtladı.

Guttenberg, hatanın kaynaklarının izini kaybetmesinden kaynaklandığını öne sürerken, ‘doktor unvanını kullanmaktan vazgeçerek sonuçlarına da katlandım. Bu gerçekten acı veren bir adım. Arka planda bunun güvenilirliğe zarar verdiğini söylüyorlar, ancak ben güvenirliğin bir insanın hatalarını kabul etmemesi halinde zarar göreceğine inanıyorum’ dedi.”

“İntihal”, siyasetçinin değilse de bilimadamının mutlak intiharıdır...

Haberde benim ilgimi çeken Alman Savunma Bakanı değil...

Yapması gerekeni gözünü kırpmadan yapan Alman Üniversitesi ve Rektörü.

Kıyaslama, düşünmenin pratik bir yöntemidir ama çok etkilidir.

Bizleri, rahatça, abana abana övünebilmek için böyle bir araçtan yoksun bıraktılar...

Biz, kıyası yeryüzü ile değil, kendi kendimizle yapar ve Acem geleneğini sollayacak bir abartıyla da sabah akşam övünürüz...

İttihatçı geleneğidir bu...

Palavrayı bir yana bırakarak kendi kendimize sorsak:

Almanya’daki olay Türkiye’de vuku bulsaydı acaba sonuç ne olurdu? >>>

Nihal Engin Vrana - Akademik Kariyer: Amaç mı, Sonuç mu? (Bianet)

Akademik ünvanlar bir amaç değil birer sonuçturlar. Bu akademik ünvanlara sahip olmanın bedeli de sürekli olarak 'hesap verebilir' halde olmak zorunluluğudur. Hesap veremiyorsanız, o pozisyonda da duramazsınız. Cam kolonların üzerine dikilen gökdelenler bir vuruşta yıkılmaya mahkumdurlar.>>>

24 Şubat 2011

YORUM: Alman siyasetinin yüz karası

Savunma Bakanı Karl Theodor zu Guttenberg’in hala görevde kalması, Almanya’daki siyasi kültür açısından bir yüz karası. Yalan söylediği ve akademik unvanını hile ile elde ettiği kanıtlanan bir bakan görevinde kalamaz. Bu, demokratik hukuk devletine yakışan bir tutum değildir. Sorumsuzca Bild gazetesi tarafından küstahça desteklenen bu yüz karası, Alman parlamentosunu da bütün bir gün boyunca bir bakanın doktora teziyle uğraşmak zorunda bırakmıştır.

Karl Theodor zu Guttenberg’in yalan söylediği sabittir. Ancak o, kendinden emin ve vicdanen rahat bir şekilde, yedi yıllık bir çaba sonucu doktora tezinin bizzat kendisi tarafından hazırlandığını ileri sürmektedir. Kopya çektiği iddialarını ise ’saçmalık’ olarak değerlendirip geri çeviriyor.

İlk aşamada Bakan’ın doktora teziyle ilgili belgeleri tartışmak yerine daha çok Bakan’ın çalışmaları ve özgeçmişinde sahtekarlık yaparak kamuoyunu yanıltması gündeme geldiğinde, zu Guttenberg geri adım atmaya karar vermişti. Alman Bakan, ’doktor’ unvanından vazgeçtiğini açıkladı. Peki bu, diplomalı bir hukukçu için dikkat çekici bir davranış biçimi değil mi?

Akademik bir unvan, kolayca iade edilemez. Bu tür bir davranış, iddialarla ilgili inceleme başlatılmasının önüne de geçemez. Ancak zu Guttenberg’in amacı buydu. Bu işten sıyrılmak için ’doktor’ unvanından üzülerek vazgeçtiğini söylerken bu hamlesiyle, kendisine yönelen saldırıları durdurmak ve aynı zamanda kendini ‚saf bir günahkar’ olarak sunmak istiyordu.

Ancak Bakan'ın bu hamlesi başarıya ulaşmadı. Doktorasını hazırladığı üniversite söz konusu tezi inceledi ve zu Guttenberg'in akademik unvanının kaldırılmasına karar verdi. Profesörler, kasıtlı yanıltma iddialarına ilişkin ise yorum yapmak istemedi. Zira yaptıkları inceleme sonucu yeterli sonuca ulaştılar. Bakan, maskesi düşen bir intihalci, yalancı ve üstelik bir sahtekardı.

İster cazibeli ister siyaseten yetenekli olsun, farketmez, zu Guttenberg artık görevinde kalamaz. Burada söz konusu olan bayağılık, affedilir şekilde üstünkörü iş yapmak ya da dipnotları unutmak değil. Söz konusu olan, bilinçli bir şekilde kandırmak, yalan söylemek, yasalara aykırı davranmak ve güvenirliğini kaybetmiş olmaktır.

Alman bilimciliğinin şanı da yara almıştır. Ailesinin milyonluk servetine yaslanmadan çabalayıp yıllarca çalışarak doktora tezi yazan herkesin itibarı da söz konusudur. Ayrıca Alman üniversitelerindeki neoliberal reformların yol açtığı insanlık dışı koşullarda kıt kanaat geçinen ve bilimsel kariyerleri için çoğunun yokluk ve ekonomik sıkıntı çektiği genç akademisyenlerin onuru söz konusudur.

İtibarını korumak için kuşkusuz yetenekli, genç bir politikacının bu noktaya gelmesi üzücüdür. Ancak Karl Theodor zu Guttenberg görevinde kaldığı sürece Almanya’daki siyaset kültürüne zarar verecektir."

© Deutsche Welle Türkçe
Bettina Marx, Çeviri: Hülya Köylü
Editör: Ahmet Günaltay

23 Şubat 2011

Türkiye’de bilim üzerine (Neşeli Beyin)

>>>
Bu sorunun çözümü öncelikle bulundukları yere – bilinçli ya da bilinçsiz – ahlaksızlık yaparak gelen insanların temizlenmesinden geçiyor. Sorunun asıl çözümü ise, bu çarpıklıkların yaygınlıkla görülüyor olmasının temel nedeni olan, yüksek öğretim sisteminin elden geçirilmesinde yatıyor. Ancak bütün bunların olabilmesi için konunun ana akım medyada yer bulması bir zorunluluk. Ana akım medya ise bu konuda haber hazırlayan muhabirlerine “para edecek haberler getirmelerini” öğütlüyor. Bu noktada akademisyenlerin, öğrencilerin ve bilime değer veren insanların medya üzerinde bir baskı kurmaya çalışması büyük önem taşıyor. Medyada yankı bulmadıkça, bu tartışmalar suçlu bilim insanlarının uğraşlarıyla kişisel tartışmalar boyutuna çekiliyor ve amacından uzaklaşıyor; YÖK ve yüksek öğretim sistemi üzerine yapılan tartışmalarda bu önemli konu atlanıyor.>>>

22 Şubat 2011

Adnan Atalay - YÖNETTİĞİ TEZE LAF SÖYLETMEYEN “DOKTOR” HANIMDAN BİR DOKTORA TEZİ DAHA !

>>>  Yukarıda açıklanan yanlışlar düzeltilmeksizin Ulusal Tez Merkezince yayınlanmaya devam edilmesi halinde, yanlış bilgilerin yaygınlaşmasından  yalnızca tez sahibi, o tezi yöneten danışman ve onaylayan jürinin değil, YÖK'ün de sorumlu olacağı düşüncesiyle ilgililerin ve müzik camiasının takdirlerine arz ederim. >>>

Alman bakan: Doktor ünvanımı geri alın! (Radikal)

Doktorasında intihalle suçlanan Almanya Federal Savunma Bakanı Karl-Theodor zu Guttenberg, doktora tezini tamamladığı Bayreuth Üniversitesi'nden akademik unvanının geri alınmasını istedi.

Bayreuth Üniversitesi'nden yapılan açıklamada, Guttenberg'in, doktora tezini yeniden okuduğunda, ağır teknik hatalar yaptığını tespit ettiğinden dolayı kendilerinden doktor unvanının geri alınmasını talep ettiği belirtildi. Guttenberg, Frankfurt yakınlarındaki Kelkehim kentinde yaptığı bir konuşmada, doktora tezinde kaynak belirtmesi konusunda hatalar yaptığını kabul ederek, "Hafta sonunda doktora tezim ile ilgilendim. Doktor unvanını kullanmayacağımı söylemem doğruydu. Bu çalışmayı kendim yazdım. Bunun arkasındayım. Çalışmada yazdığım saçmalığın da arkasındayım" ifadesini kullandı.>>>

21 Şubat 2011

Prof. Dr. Rıdvan Karluk - Üniversitelerimiz ve Bilimsel Hırsızlıklar ( Sakarya Gazetesi )

YÖK Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan, 27 Mayıs 2010 tarihinde üniversitelerimizde bilimsel hırsızlık (intihal) iddialarında artış olduğunu belirterek, ´´İntihal iddialarında artış var. Herkes birbirinin intihal yaptığını iddia ediyor, ihbar ediyor. Bu dosyalara bakıyoruz. Elimizde bu konuyla ilgili 80-90 dosya bulunuyor´´ demiştir.

Üniversitelerimizde çok sayıda bilimsel yanıltma ve aşırmacılık olayı olduğu bilinmesine rağmen, yöneticiler bu konuda gerekli hassasiyeti bazen göstermemektedirler. "Elma bizdense çürük değildir", "kol kırılır yen içinde kalır" zihniyeti ile hareket edildiği sürece, Türkiye´deki intihalci hocalara maalesef bir şey yapmak mümkün olmamaktadır.

Bilime saygı, bilim kurumlarının namusudur. Bu saygıyı kaybetmek, üniversitelerimizin bilimsel namusunu kaybetmesi anlamına gelir. Bilimsel namusu bir defa kaybettiniz mi, artık onu geri kazanmak çok zor olur, bazen de mümkün olmaz.

Bu köşede intihaller ile ilgili olarak 20´den fazla yazım yayınlanmıştır. Bu yazılarımdan 12´i, "plagiarism-turkish.blogspot.com"da da yer almıştır. İsteyen okurlarım yazılarıma bu adresten ulaşabilirler.

Yargıya intikal eden bazı intihal olaylarında YÖK, intihal suçlarını 5525 sayılı Af Kanunu kapsamında değerlendirerek hata yapmaktadır. Çünkü 5525 sayılı Af Kanunu yüz kızartıcı suçları kapsamamaktadır.

İntihal gerek Türkçe ve gerekse yabancı literatürde öğretim üyesi için yüz kızartıcı bir suçtur. Af Kanunu hırsızlık suçunu (bilimsel hırsızlıklar dahil) kapsam dışında bırakmıştır.

Hırsızlık yapanlar anayasamıza göre milletvekili seçilemediklerine göre, bilimsel hırsızlık yaptığı YÖK tarafından iki defa tescil edilmiş, Üniversitelerarası Kurul tarafından tezinde bilimsel hırsızlık yaptığı onaylamış ve hakkında kesinleşmiş yargı kararı da bulunan bir öğretim üyesinin üniversitelerde görev yapmaması gerekir.

657 sayılı Devlet Memurları Kanunu´nun memurluğa alınma şartlarını düzenleyen 48/A-5 maddesinde, affa uğramış olsalar bile yüz kızartıcı bir suçtan hükümlü bulunmama şartı aranmıştır.

Madde de yüz kızartıcı olarak sayılan suçlar, Milletvekili Seçimi Kanunu´ndaki ve dolayısıyla Anayasa´nın 76. maddesindeki yüz kızartıcı olarak sayılan suçlarla aynıdır. Eski YÖK Başkanı Prof. Dr. Erdoğan Teziç, "bilimsel intihal yapan bir öğretim üyesinin öğrencinin karşısına çıkmaması gerektiğini" belirtmektedir. Prof. Dr. Teziç bu konuda şu gerçeğe dikkati çekmektedir:
"Ona hocalık görevi yaptırılmamalıdır. Artık o kişinin bir daha üniversitede kürsüye çıkıp öğrencilere ders verir aşamada olmaması ve hocalık kisvesi içinde üniversitede bulunmaması gerekir."

Anayasa´nın 2. maddesine göre Türkiye Cumhuriyeti, sosyal hukuk devletidir. Hukuk devleti; kamu hizmeti görenlere hukuki güvenceler sağlayan, güvence sağlamak için koyduğu kurallara bağlı olan ve verilen yargı kararlarını ilgililerin başvurusuna gerek kalmadan infaz eden devleti ifade eder. Kamu gücünün temsilcisi olan idare, faaliyetlerinde hukuka uygun davranmak zorundadır.

İdarenin yargı denetimine açık olmaması durumunda, yargının ve hukuk devletinin varlığından söz etmek doğru olmaz. Hiçbir devlet, yasama ve yürütme organlarının tüm işlem ve eylemlerini hukuk denetimine almadan gerçek anlamda bir hukuk devleti olduğunu iddia edemez.

Prof. Dr. Kayhan Kantarlı´nın da belirttiği gibi bilim ahlakı evrenseldir.

Hiçbir ülkede öğretim üyelerinin bilimsel etiğe uymamama gibi bir özgürlüğü olamaz. Ülkemizde bunun tersi bir anlayış hüküm sürdükçe, uygar bir Batı ülkesi olma iddiamızın hiç bir inandırıcılığı olamayacaktır.

Türkiye´de kapatılan dosyalara ilişkin intihal iddiaları çok fazladır. "Üniversite bu dosyayı kapattı", "Rektörün arkadaşı olduğu için dosya kapatıldı", "Üniversite gerekli inceleme yapmıyor siz inceleyin" iddialarının sayısı giderek artmaktadır.

Bu konuda Stephen H. Unger´in şu sözü çok önemlidir:
"Mesleki ahlak kuralları, meslek adamlarının kendilerini korumaları için değildir; son analizde bunlar toplumun korunması içindir. Bir gruba ait kurallar kendi çıkarlarını korumaya yönelirse, o grup organize suç karakteristiği sergilemeye başlar."

Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Fazıl Tekin önemli bir kararla intihal yaptığı konusunda hakkında kuvvetli kanıtlar bulunan Sanat Tasarım Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Bekir İlker Topçu´nun istifasını istemiştir. Konuyla ilgili olarak Sakarya Gazetesi´nin 13 Şubat 2011 tarihli baskısının manşeti şöyleydi: "Bilimsel Aşırma Görevinden Etti!"

"Prof. Dr. Topçu´nun, Samsun 19 Mayıs Üniversitesi´nde görevli Yrd. Doç. Dr. Fahri Birinci´nin 2004 yılında hazırladığı İnşaat Mühendisliği´nde Malzeme Bilimi konulu kitabı 2009 yılında kendi adıyla yayınladığı iddia edildi. Yrd. Doç. Dr. Birinci, Topçu hakkında Cumhuriyet Savcılığı´na suç duyurusunda bulundu. Konuyla ilgili gazetemize konuşan Prof. Dr. Topçu, kendi adıyla yayınladığı eserin kitap değil, ders notları olduğunu belirterek, Birinci´nin de onayı alınarak onun kitabındaki bilgileri de kaynak gösterdiğini ve atıfta bulunduğunu söyledi. Topçu, söz konusu kitap olayında suçsuz olduğunu söyledi.

Samsun 19 Mayıs Üniversitesi İnşaat Mühendisliği Fakültesi´nde görevli Yrd. Doç. Fahri Birinci 2004 yılında ders notlarından oluşan İnşaat Mühendisliği´nde Malzeme Bilimi konulu kitap hazırladı. 2006´da kitabın basımı konusunda üniversitenin Bilim Kurulu´ndan onay aldı. Birinci, bu sırada kitabını incelemesi için alanında uzman olan Prof. Dr. İlker Bekir Topçu´ya gönderdi. Topçu´nun kitabın sahibi Birinci´ye ´kitabı niye yazdın? Buna gerek yoktu´ diyerek ona iade ettiği öne sürüldü.

Yayınevleriyle görüşmeler yapan Birinci, 2009´da Prof. Dr. İlker Bekir Topçu adına yayımlanmış ´İnşaat Mühendisliği Malzeme Birimi´ isimli kitabı alarak inceledi. Birinci kitabın içeriğinin yayımlamayı bekleyen kendi kitabıyla aynı olduğu fark ederek, bu olay ile ilgili Cumhuriyet Savcılığı´na suç duyurusunda bulundu. Birinci, durumu YÖK´e de ileterek, Topçu hakkında idari soruşturma açılmasını da istedi.

Birinci, yaptığı incelemeler sonucunda kendisine ait kitabın ilk nüshasındaki yanlışların bile söz konusu kitapta aynen yer aldığını belirlediğini söyledi. ESOGÜ Sanat Tasarım Fakültesi Dekanı Bekir İlker Topçu´nun yayımladığı kitabın ISBN numarasının olmadığı iddia edildi. Topçu´nun kitabın yayımı konusunda bağlı bulunduğu ESOGÜ Rektörlüğünden izin almadığı öne sürüldü.

Olayla ilgili Eskişehir Osmangazi Üniversitesi ve YÖK idari soruşturma açtı. ESOGÜ Sanat Tasarım Fakültesi Dekanı Bekir İlker Topçu, Rektör Fazıl Tekin´in isteği doğrultusunda görevinden istifa etti. Konuyla ilgili gazetemize konuşan Prof. Dr. Topçu, kendi adıyla yayınladığı eserin kitap değil, ders notları olduğunu belirterek, "bu olayda suç olabilecek bir şey yapmadım. 2007 yılında yayınladığım ders notlarında Birinci´nin onayı da alınarak, onun kitabındaki bilgileri kaynak gösterdim. Atıfta bulundum. Bu konuda yapılan suçlamaları asılsız buluyorum" dedi.

Plagiarism-turkish.blogspot.com
da yer alan "Üniversitelerinde bilimsel hırsızlığın doğal karşılandığı bir ülkenin elbette tüm yaşam alanları soyulacaktır" sözünü, tüm öğretim üyelerimizin daima hatırlamasında yarar vardır.

11 Şubat 2011

YÖK’e ve DANIŞTAY’a Açık Çağrı Üniversitelerde Kopya Olayları ve Disiplin Yönetmeliği - II: (Cumhuriyet BT)

Prof. Dr. Levent Sevgi, 
Doğuş Üniversitesi Elektronik ve Haberleşme Mühendisliği Bölümü
Üniversitelerde kopya olaylarında uygulanan disiplin cezaları kaosa yol açmış durumda. Bunda Danıştay 8. Daire’nin “5.3.1998, E. 1996/1016, K. 1998/810, DD, sayı. 97, s. 537” No’lu kararının rolü büyük. YÖK Öğrenci Di-siplin Yönetmeliği fakülte yönetim kurullarına disiplin kurulu görevi vermiş. Siz akademisyensiniz; mühendis, eczacı, ekonomist, doktor, fark etmez; disiplin olaylarını incelemek ya / ya da soruşturmakla görevli, hatta yükümlüsünüz. Sizden savcı da olmanız isteniyor, hâkim de. İnsanların yaşamlarını etkileyebilecek cezalar vermek durumundasınız. Tek güvenceniz dil bilginiz ve mantığınız. Tek kaynağınız da ilgili yönetmelik. Yönetmelik açık yazılmışsa, siz de okuduğunuzu anlama yeterliliğine sahipseniz bu görevi hakkıyla yapabilirsiniz.
Konu, 26 Kasım 2010 tarihli nüshada (CBT 1236) ele alınmıştı. Bırakın farklı üniversiteleri, aynı üniversitenin iki farklı fakültesinde farklı cezalar verilebildiği gibi, aynı ilin iki farklı idare mahkemesinden de birbiriyle zıt kararlar çıkmaya devam ediyor. Son örnek, Doğuş Üniversitesi Mühendislik Fakültesi Disiplin Kurulu olarak kopya çektiği sabit görülen iki öğrenci hakkında verdiğimiz bir yarıyıl okuldan uzaklaştırma cezasından birinin idare mahkemelerince onaylanması, diğerinin ise iptal edilerek cezanın bir aya indirilmesidir. Verdiğimiz bir kararı İstanbul 10. İdare Mahkemesi 21 Aralık 2010 tarih, 2010/1550 Esas ve 2010/1934 Karar numaralarıyla iptal ederken, diğeri İstanbul 7. İdare Mahkemesi’nce aynı günlerde (22 Aralık 2010 tarih, 2010/244 Esas ve 2010/1719 Karar numaralarıyla) onaylanmıştır.
YÖK ve / veya DANIŞTAY, konuyu ele almadan çözüme ulaşmak zor görünüyor. Bu yazı bu iki kuruma açık çağrıdır.
YÖK Öğrenci Disiplin Yönetmeliği
CBT 1236’da YÖK Öğrenci Disiplin Yönetmeliği’nin ilgili maddelerini tartışmıştık. Özetleyerek yineleyelim; Madde 9(m) “kopya yapan veya yaptıran veya bunlara kalkışan” öğrencilere verilecek cezayı “yükseköğretim kurumundan bir yarıyıldan iki yarıyıla kadar okuldan uzaklaştırma” olarak belirtilmiştir. Madde 8 bir alt derece ceza hükmünü (“1 haftadan 1 aya kadar cezaları”) Madde 10 ise bir üst derece ceza hükmünü (“okuldan çıkarmayı”) düzenlemekte.
Yönetmeliğinin 30. Maddesi ise ceza verirken göz önüne alınacak hususları belirtir: Madde 30(a): Disiplin cezalarını vermeye yetkili disiplin kurulları; bu cezalardan birini tayin ve takdir ederken, disiplin suçunu oluşturan fiil ve hareketlerin ağırlığını, sanık öğrencinin daha önce bir disiplin cezası alıp almadığını, davranış, tavır ve hareketlerini, işlediği fiil ve yaptığı hareket dolayısıyla nedamet duyup duymadığını dikkate alırlar. Madde 30(b): Başka yükseköğretim kurumu öğrencileri ile birlikte, kendi yükseköğretim kurumunda disiplin suçu işlenmesi halinde (bunu bir ağırlatıcı neden sayarak) bir üst derece disiplin cezası verilir. Madde 30(c): Toplu olarak işlenen disiplin suçlarında, suçluların münferiden tespit edilemediği hallerde, topluluğu oluşturan öğrencilerin her birine yetkili amir veya kurullarca uygun görülecek cezalar verilir. Görüldüğü gibi, 30(a) ceza verirken sayılan hususların göz önüne alınması gerektiğini belirtirken, 30(b) bir üst dereceden ceza verileceğini açıkça belirtmiştir. Bunun anlamı açıktır: Madde 30(a) cezanın alt ve üst sınırlarıyla ilgilidir, Madde 30(b) ise bir üst ceza ile ilgilidir.
Danıştay 8. Daire Kararı
Kargaşaya yol açan Danıştay 8. Daire’nin yukarıda belirtilen kararında “Madde 30(a) öğrencinin olumlu halinin ve geçmişte hiç ceza almamış olmasının, ceza tayininde dikkate alınarak eylemin karşılığı olan cezanın bir alt cezası olan ceza ile cezalandırılmasını öngörmektedir. Disiplin cezası verilirken öğrencinin daha önce hiç ceza almamış olması hali de dikkate alındığı halde bir alt ceza uygulamasına gidilmeyerek cezanın alt sınırı verilmiştir. Oysa disiplin hukukunda bir alt ceza uygulamasının anlamı, eylemin karşılığı olan cezanın alt sınırı değil bir alt ceza türüdür.” denmekte.
Danıştay, kararında disiplin hukukuna ve bir alt ceza uygulamasına vurgu yapmaktadır. Yönetmelik dışında bir disiplin hukukundan söz edilemeyeceğine göre yönetmelikte belirtilen ilgili maddelerde bir alt ceza uygulanması sonucuna nasıl varıldığını anlamak olası değil! Madde 30(a)’da hiçbir yerde bir alt ceza uygulanması ifadesi geçmemekte; sadece dikkate alırlar denmektedir. Madde 30(a) dikkate alınacak hususları, Madde 30(b) ise açıkça bir üst derece ceza verilecek durumları belirlemiştir. Madde 30(a) bir alt ceza uygulanacak hususlarla ilgili değildir. Eğer olsaydı, nasıl Madde 30(b) bir üst dereceden söz ediyorsa Madde 30(a)’da da “dikkate alırlar” yerine “bir alt dereceden ceza verilir” ifadesi yer alırdı.
Sonuç
Yükseköğretim kurumlarında kopya olayları ve verilen cezalar kaosa yol açmış durumdadır. Kopyanın cezasının alt sınırı 1, üst sınırı 2 yarıyıl okuldan uzaklaştırmadır. Disiplin kurulları bu aralıkta ceza vermekle yetkili ve yükümlüdür. Bu yönetmelik var olduğu sürece kopya cezası olarak, her ne olursa olsun, bir alt derece, yani, 1 haftadan 1 aya kadar okuldan uzaklaştırma cezasının verilmesi söz konusu olamaz. Olursa kopya çekmenin cezası “1 yarıyıl veya 2 yarıyıl okuldan uzaklaştırmadır” hükmünün hiçbir anlamı kalmaz. Üstelik bir alt ceza söz konusu olduğunda “neden 1 hafta değil de 1 ay?” sorusu sorulur ki sonuçta bu “kopya çeken öğrenciye 1 hafta ceza verilir” uygulamasına dönüşür.
Bu kargaşayı önleyecek birinci kurum Danıştay 8. Daire veya Genel Kuruludur. Danıştay 8. Daire’nin “5.3.1998, E. 1996/1016, K. 1998/810, DD, sayı. 97, s. 537” No’lu kararı söz konusu yönetmelikle çelişen hatalı bir karardır. Bütün illerde yüzlerce idare mahkemesinin önemli bir bölümü bu kararı emsal göstererek üniversitelerde disiplin kurullarının verdiği cezaları iptal etmektedir. Konuştuğumuz hukuk insanları ise nasıl olsa yargıdan döner diyerek kurumlarının başını ağrıtmaktansa hatalı kararları yeğleyebilmektedirler. Bu ise uygulamada büyük sıkıntılara neden olmaktadır. Danıştay’ın konuyu yeniden ele alması ve söz konusu kararını gözden geçirmesi mahkeme yüklerinin azaltılması açısından da yerinde olacaktır. Buna paralel, YÖK Başkanlığı’nın da konuyu acilen ele alması zorunludur. YÖK’ün öğrenci disiplin yönetmeliğinin, özellikle 30. Maddesinde bir alt ceza olarak yorumlanabilecek bir ifade olmadığını açıklaması, gerekiyorsa yönetmeliğin ilgili maddelerini bu yönde yeniden düzenlemesi sorunun çözümünde önemli bir adım olacaktır.

9 Şubat 2011

Burak Cop - Burası Kurtlar Akademisi, burada yılda…
(NTVMSNBC)

Türkiye’nin yüksek öğrenim sistemindeki çarpıklıkların “ucube” çıktılarından biri de, “çakma” yayınlarda çıkan “uyduruk” makalelerle kariyer basamaklarını tırmananlar…

Bu yazı, ilk bakışta pek az insanın ilgisini çekmeye aday, fazlasıyla “teknik” duran bir konuyla ilgili. Ama bu, konunun önemini azaltmıyor. Türkiye’deki akademik yaşamla ilgili hayati bir sorunla, hatta tehditle karşı karşıyayız ve bu tüm Türkiye yurttaşlarını, ülkenin geleceğini alâkadar ediyor. Üniversitelerin yaptıkları iş (araştırma, “bilim üretme” vs.) kamusal bir görevdir zira.
ABD’de New Orleans Üniversitesi’nde bilgisayar bilimleri alanında doktora yapan Ahmet Murat Eren dedektif titizliğiyle ve bilimsel şüpheciliğin hakkını vererek bir araştırma yapar. Eren’in bulguları, akademide –az sonra kullanacağım tabirler caizse– çakma konferanslarda sunulan uyduruk tebliğlerin ve çakma yayınlarda çıkan uyduruk makalelerin özellikle taşra üniversitelerinde kimilerinin basamakları hızlı hızlı tırmanarak doçent ve profesör olmalarına katkı sağladığından şüphe etmemizi gerektiriyor.
Eren’in tespitlerine aşağıda daha ayrıntılı değineceğiz. Burada bir özet geçelim. ICGST ve WASET gibi oldukça şaibeli kuruluşların düzenledikleri konferanslarda yahut çıkardıkları yayınlarda, bilimsel açıdan yerlerde sürünen, vasatın çok altında tebliğ ve makaleler sunulmakta, yayınlanmaktadır. Üstelik öyle örnekler vardır ki, söz gelimi şu anda taşradaki bir vakıf üniversitesinde dekan olarak görev yapan bir profesör 2004’te Çanakkale’de düzenlenen bir konferansta tam 7 makale birden sunmuştur. Bu makalelerin tamamı, birden fazla yazarın kaleminden çıkmadır. Ve söz konusu profesör hepsinin ilk yazarıdır, ismi başta yer almaktadır. CV’de ne kadar etkileyici durduğunu (tabii ilk bakışta) siz tahmin edin.
A. Murat Eren’in araştırmaları üzerine Sefa Kaplan Hürriyet gazetesinde bir takip yazısı yayınlar. Yazıda Kaplan, WASET adlı kuruluşun deyim yerindeyse ipliğini pazara çıkarır: “Hayli şık, içeriğiyle göz dolduran bir site (…) Ancak biraz araştırınca, sitenin makalenizi uluslararası dergilerde yayınlanmış gibi, sizi de katılmadığınız uluslararası konferanslara katılmış gibi gösterdiğini öğreniyorsunuz. Parayı bastıran da bunları CV’sine ekleyip doçent veya profesör oluyor”.
Kaplan’ın Hürriyet’teki yazısı, Eren’in daha önce NTV Bilim dergisinde çıkan bir makalesini temel alıp bunun üzerine yeni bilgiler koyuyor. Eren, NTV Bilim’de, az önce bahsettiğimiz “bir konferansta 7 makale” vakasını hatırlatan bir diğer makineli tüfek misali bilimsel üretim(!) örneğine değinmiş: “WASET’in matematik alanındaki sözde dergilerinde bir yılda tam 14 makale yayınlamış olan bir akademisyen hâlâ Uludağ Üniversitesi’nde görev yapıyor”.
SERİ ÜRETİMİN SIRRI!
Konunun takipçisi olan Sefa Kaplan, bu fevkalade üretken bilimadamını buluyor ve ona mevzuyu soruyor. Prof. Ahmet Tekcan, “WASET grubu dergilerinde 2007’den itibaren 14 makalem bulunmaktadır ve bunların büyük bir kısmı da bölümümüzdeki arkadaşlarımızla yaptığımız ortak çalışmalar. WASET ile ilgili haberleri duyduktan sonra da buraya makale gönderme işine son verdim” diyor. Kaplan’ın matematik gibi bir alanda bu kadar kısa sürede 14 tane makale yayınlamayı nasıl becerdiğini sorması üzerine ise sağlam bir altyapıyla bunun mümkün olduğunu savunuyor Prof. Tekcan.
İKİ SAYFALIK DEV ESER
Yalnızca Google aracılığıyla yapılan bir araştırma bile pek çok şeyi ortaya koyuyor. Önümüzdeki Nisan ayında Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi’nde “Uluslararası Bilişim Konferansı” adıyla düzenlenecek etkinliğin ilki 2004’te Çeşme’de tertiplenmiş. Nisan ayındaki konferansın eşbaşkanı Prof. Ali Okatan yedi yıl önce Çeşme’de toplanan konferansın da başkanlığını yürütmüş. Bir de makale sunmuş. Bu bilimsel makale, sıkı durun tam 2 (iki) sayfa! Üstelik Okatan’ın yanı sıra iki kişinin daha imzasını taşıyor. Üç bilimadamı sıkı bir çalışmayla tam iki sayfalık bir eser ortaya koymuş! (Nasıl olsa CV’lerde, listelenen makalelerin kaç sayfa olduğu belirtilmez…)
“CHICKEN TRANSLATION” İNGİLİZCESİ
A. Murat Eren’in dikkat çektiği meseleye, ABD’den yayın yapan Turkish Journal sitesinin Kaliforniya temsilcisi Işıl Öz de eğilir. Gazeteci Öz, Eren’in eski tarihli bir yazısında şüpheyle ele aldığı, 2005’te Kahire’de düzenlenen bir konferansta Türkiyeli bir bilimadamınca sunulan (gerçekten böyle bir konferans düzenlendiyse tabii!) makaleyi mercek altına alır. Boğaziçi Üniversitesi’nden Prof. Lale Akarun’dan, söz konusu makaleyi okuyup yorumlamasını ister. Akarun’un değerlendirmesi fevkalade düşündürücüdür:
“Bildiri Türkçe yazılıp Google Translate gibi bir çevirici ile İngilizceye çevrilmiş olabilir. Hani şöyle e-mailler alıyoruz ya: “Ani ver para banka hesap gösterilen yoksa ölüm”; bildirinin dili bu lezzette. Gerçi artık bilimsel makalelerde bu çok sık rastlanan bir durum oldu.
Tabii bildirinin geri kalan kısmı da (…) hiç bir özgün değer taşımadığı gibi, yazımı, metodolojisi, literatür taraması, vs. açısından hiç bir tutar tarafı yok; bir öğrenci ödevi olarak geçer not alabilecek kalitede değil.
ŞAKA GİBİ BİLDİRİ
Böyle bir bildiri bir hakemin önüne gelse, fazla zaman harcamadan red kararı verdiği gibi, bunun bir şaka olduğunu da düşünebilir. Ben de hala “acaba öyle mi?” diye düşünmekten kendimi alamıyorum (…) Hızla yeni üniversiteler kurulması nedeniyle çok büyük bir öğretim üyesi ihtiyacı var; bu büyük bir baskı yaratıyor. Yeni üniversitelerde açılan doktora programlarının kalitesi denetlenemiyor; konulan yayın kriterleri ise bu sayıları tutturmak için içeriğin değil, sayının öne çıkmasına neden oluyor”.
Evet, sorunun temelinde yer alan etmenlerden biri de, Anadolu’nun her yerinde pıtrak gibi açılan üniversitelerden kaynaklı öğretim üyesi açığı gibi görünüyor. Strasbourg Üniversitesi’nden Dr. Nihal Engin Vrana, ISI Web of Knowledge adlı, uluslararası güvenilirlik ve geçerliliğe haiz indeksleme sistemindeki verileri inceliyor. Şu sonuçlara varıyor Vrana; ülke başına yayın sayısı ve yayın başına atıfta Türkiye; İran, Rusya ve Çin gibi ülkelerle büyük oranda aynı sınıfta yer alıyor. Bu ülkelerin ortak özelliği nedir peki? Vrana’nın gözüne iki şey çarpıyor;
PROPAGANDASI, GERÇEKTEN GELİŞMEKTEN DAHA KOLAY
“Birincisi, makale sayısına verilen önemin özellikle gelişmekte olan ülkelerin bilimsel çıktısına verdiği zarar (yani nitelikten çok niceliğe önem verilmesinin yan etkileri). İkincisi de, gelişmişliğin propagandasına, gerçekten gelişmekten daha çok önem veren ülkelerin (ki bence, Türkiye altyapısını oluşturmadan üniversite açma konusundaki iştahıyla bu grupta Çin, Rusya ve İran gibi ülkelerle beraber yer almaktadır) bazı verileri şişirmek için gösterdikleri çabanın bir bumerang etkisiyle onları başka önemli verilerde nasıl aşağıya ittiği”.
MESELE ÜNİVERSİTE “AÇMAK” DEĞİL, KURMAK
Üniversite kurmakla AVM yahut otoyol açmak arasındaki farkı idrak edemeyenler Anadolu’nun her yerine üniversite “açmakla” övünmeye devam ededursun. Bir üniversite diplomasına sahip olmanın doğru dürüst bir işe girebilmenin ön-şartı hâline geldiği (ama kesinlikle yeter-şart olmadığı) ülkemizde, bir yandan popülist baskılarla eldeki iyi üniversitelerin kontenjanları arttırılıyor (İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde sınıflardaki yüzlerce öğrenciye hocaların devasa amfilerde hoparlörle ders anlattığı söylenirdi bir zamanlar).
Diğer yandan ise Anadolu’da niteliksiz tabela ve yarı-tabela üniversiteleri açılıyor, buralardaki kadro açığına da YÖK’ün genç akademisyen adaylarını Anadolu’da öğretim üyesi veya asistan olmaya zorlayan politikalarıyla çözüm bulunmaya çalışılıyor. Köklü ve/veya nitelikli üniversitelere son derece yetersiz sayıda yeni kadrolar veriliyor. Tüm bu çarpıklıklar ile koca koca profesörlerin CV’lerini deterjanla köpürtmeleri arasında bir ilişki olmalı. Türkiye’deki akademik düzeni Nihal Engin Vrana güzel özetliyor:
“Burası Kurtlar Vadisi, burada yılda 50 bin makale yayınlanıyor”.

7 Şubat 2011

OGÜ'DE İNTİHAL OLAYI‏ (Eskişehir Gündem)

Eskişehir Osmangazi Üniversitesi (OGÜ) ilginç bir intihal olayına sahne oldu. OGÜ'de görevli Öğretim Üyesi Prof. Dr. İlker Topçu, Samsun 19 Mayıs Üniversitesi'nden meslaktaşı Doç. Dr. Fahri Birinci'nin incelemesi için gönderdiği ders notlarından oluşan kitabı, 'Bundan iş çıkmaz.Bu kitabı niye yazdın?'' diye iade ettikten sonra kendi adına yayınladığı belirlendi. Prof. Dr. Topçu'nun Birinci'nin basım aşamasındaki kitabındaki aynı yanlışları da "İnşaat Mühendisliği Malzeme Birimi" ismini verdiği kendi kitabına aktardığı tespit edildi. Topçu'nun kitabındaki bilgilerin bazılarını basılma aşamasında olan bir kitap'tan alındığını kaynak göstermesi de dikkat çekiyor. 'İntihal yoluyla yazıldığı belirlenen kitabın üzerinde nerede ve kime bastırıldığı belirtilmezken, kitabının resmi baskı olduğunu gösteren ISBN numarasının da olmadığı tespit edildi. Doç. Dr. Birinci, kitabını İntihal ettiği gerekçesiyle Prof. Dr. Topçu hakkında Cumhuriyet Savcılığına suç duyurusunda bulundu. Aynı zamanda konu YÖK'e iletilerek, Topçu hakkında idari soruşturma açılması istendi. Topçu'nun "Sınav sorularını söz konusu kitap'dan soracağım" diyerek kitabı öğrencilerine de sattığı kaydedildi. >>>

6 Şubat 2011

ÇOMÜ'de bir konferans: Akademinin hali ahvali
(soL - Bilim)

Akademisyen A. Murat Eren, Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi'nde yapılacak bir konferansa dair rezaleti kaleme almıştı. Eren'in iddiaları bir süredir tartışılıyor. Olaya biraz dikkatli bakınca ise, rezalet olanın sadece bu konferans değil, Türkiye'deki yüksek öğretim sisteminin tümü olduğu görülüyor.
A. Murat Eren’in kişisel blogunda yayınladığı, Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi (ÇOMÜ) sponsorluğunda gerçekleşecek olan bir konferansa dair kaygılarını kaleme aldığı yazısı geçtiğimiz günlerde internet portallarında yer almıştı. ÇOMÜ’de önümüzdeki Nisan ayı içerisinde ikincisi gerçekleştirilecek olan “Uluslararası Bilişim Konferansı” ve arkasındaki isimlerin geçtiği söz konusu yazıda dile getirilen ÇOMÜ'nün bu konferansa neden sponsor olduğu sorusuna henüz doyurucu bir cevap verilmiş değil.
A. Murat Eren, bir süredir Türkiye’deki akademik sorunlara dikkat çekmek üzere araştırmalarda bulunuyor. Kişisel blogunda yayınlanan ilk yazısının ardından NTV Bilim dergisi ve Hürriyet’te haberleştirilen konu, BirGün Kitap eki içerisinde de daha ayrıntılı bir şekilde yer almıştı. Geçtiğimiz günlerde kaleme aldığı ikinci yazısında, özellikle ÇOMÜ’nün ev sahipliği yapacağı II. Uluslararası Bilişim Konferansı’nı ele alan A. Murat Eren, ilgili kurumlarca derhal inceleme başlatılması gereken iddialara yer verdi. ÇOMÜ rektörünün onursal başkanlığını yaptığı ve ÇOMÜ tarafından duyurusu yapılan konferansa dair üniversiteden herhangi bir açıklama gelmezken konferans organizatörlerinden Servet Senyücel, ÇOMÜ.TV adresinde yayınlanan ve OdaTV.com çalışanlarına gönderilen bir yazı ile A. Murat Eren’in şahsını eleştirmek ve hakkında suç duyurusunda bulunacakları tehdidinde bulunmakla yetindi.
Son derece ciddiyetsiz bir üslupla yazılan ve söz konusu iddialara doğrudan cevap vermekten uzak olan yazıda, A. Murat Eren ile ilgili asılsız suçlamalar da yer aldı. Lisansını ve yüksek lisansını Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği programında tamamlayan ve aynı kurumda araştırma görevliliği de yapan A. Murat Eren’in, ABD’de sahte biyoloji doktorası yaptığı iddia edilerek YÖK’ün etik kurulu göreve çağrıldı. Yazıda iddia edildiği gibi bilgisayar mühendisliğinde lisans derecelerini tamamlayan araştırmacıların, biyoloji doktorası yapmasının önünde etik ve de bilimsel bir engel olmamasına karşın; A. Murat Eren’in zaten biyoloji değil, bilgisayar bilimleri alanında doktora yapıyor olması, hem yazıyı yazanların basit bir özgeçmiş taramasından aciz olduğu hem de bir suçluluk psikolojisi içerisinde olduğu izlenimini uyandırdı.
İmece Usulü Bilim Cinayeti Konferansları
A. Murat Eren’in, “İmece Usulü Bilim Cinayeti Konferansları” başlığıyla yayınladığı yazıda yer alan iddialar oldukça ciddi. Onursal başkanı ÇOMÜ rektörü Prof. Dr. Ali Akdemir, konferans komitesi eş başkanları ise Prof. Dr. Bekir Karlık ve Prof. Dr. Ali Okatan olan “Uluslararası Bilişim Konferansı”nın ikincisi, Nisan 2011 ayında ÇOMÜ’de gerçekleştirilecek. Konferans komitesi eş başkanlarının bilimsel geçmişlerini inceleyen A. Murat Eren, Karlık’ın neredeyse her yıl üniversite değiştirdiğini, Karlık’a ait rasgele incelediği makalelerden birinin bir profesörün imzasını taşıyamayacak kadar vasat olduğunu ve de bu makalenin International Journal on Graphics, Vision and Image Processing isimli bir bilimsel dergide yayınlandığını belirtiyor. Bu derginin The International Congress for Global Science and Technology (ICGST) organizasyonu bünyesinde yer aldığını belirttikten sonra, Google arama motoru ile “ICGST” ve “WASET” (*) anahtar kelimelerini beraber arattıran Eren, geri dönen çok sayıda sonuca ve bu sonuçların büyük bir kısmının hem WASET hem de ICGST ile ilişkisi olan bilim insanlarının sayfalarından geldiğine dikkat çekiyor.
Önce Bahçeşehir, sonra Haliç Üniversitesi’nde görev yaptıktan sonra Karatay Üniversitesi’nde Mühendislik ve Mimarlık Fakültesi dekanı olan konferansın ikinci eş başkanı Prof. Dr. Ali Okatan ise “mucit profesör” olarak tanınıyor. Özgeçmişine bakıldığında çok sayıda bilimsel çalışması olduğu görülen Okatan’ın, aynı konferansta yayınlanmak üzere ilk yazarının kendisi olduğu (yani kendi yürüttüğü 7 ayrı çalışmaya dair) 7 makale birden bildirdiği, WASET bünyesindeki konferanslarda ise toplam 13 yayını olduğu da göze çarpıyor.
(*) Nedir bu WASET?
WASET (Dünya Bilim Mühendislik ve Teknoloji Akademisi) kısaca, bünyesinde onlarca sözde bilimsel dergi ve konferans barındıran, sözde bilimsel yayınları kabul edip yayınlayan ancak bunu hiçbir akademik tetkike tabi tutmayarak yapan ve akademisyenlerin hızlı yoldan yayın sahibi olmalarını sağlayan bir organizasyon, Enformatika isimli bir başka sahtekar organizasyonun halefi. Matematik Dünyası dergisinin 74. sayısında (2007) H. Ökkeş’in yazdığı yazıyla foyası ortaya çıkan kurum kapansa da, içeriğini olduğu gibi WASET adı altına taşıyarak faaliyetlerine devam ediyor. Eren’in de acı bir şekilde dile getirdiği üzere, yapılan yayın sayısının göz önünde bulundurulduğu bir yükselme sistemine sahip olan akademide, ciddi bilimsel çalışmalarla ve zorluklarla yayın üretmeye çalışan bilim insanlarının yenen hakları karşısında YÖK, TÜBİTAK ve TÜBA’nın, en çok da rektörlük seçimleri yaklaşmakta olan ÇOMÜ rektörü ve rektör adaylarının, kendilerinin bu konferanslara olan katkılarını tespit etmek üzere soruşturma başlatması gerekiyor. WASET’te, organizasyonun iç yüzünü bilmeden dergi ve konferanslarında yayın yapanlar olabileceği için bilim camiasında bu bilginin duyurulması önemli bir hal alıyor.
Prof. Dr. Karlık’ın sözkonusu makalesi için uzmanlar ne dedi?
“İmece Usulü Bilim Cinayeti Konferansları” yazısında, A. Murat Eren’in Uluslararası Bilişim Konferansı’nın komite eş başkanlarından Prof. Dr. Bekir Karlık’ın özgeçmiş listesinden rasgele bir makale seçerek incelemesi üzerine, ÇOMÜ.TV adresinde kendisinin bu makaleyi değerlendirebilecek bilgi birikimine sahip olmadığı iddia edilmişti. Turkish Journal’dan Işıl Öz, yaptığı haberde Boğaziçi Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği Bölümü’nden Prof. Dr. Lale Akarun, Boğaziçi Üniversitesi Elektrik Elektronik Bölümü Öğretim Görevlisi Dr. Ceyhun Burak Akgül ve ABD Ulusal Matematik ve Biyoloji Sentezi Enstitüsü’nde doktora sonrası araştırmacı olarak bulunan Dr. Erol Akçay’ın, söz konusu yayın ile ilgili değerlendirmelerine yer verdi.
Prof. Dr. Akarun’un görüşü A. Murat Eren’inkinden farklı olmadı. Alanında çok iyi bilinen bir algoritmanın isminin makalenin özet kısmında, yani daha en başında yanlış yazılmış olması nedeniyle makalenin hiçbir bilimsel değerlendirmeden geçmemiş olduğu izlenimini edinen Akarun, bildiride kötü bir İngilizce kullanıldığını, bildirinin geri kalanının da hiçbir tutarlı tarafı olmadığını ve bir hakemin önüne gelse kısa sürede reddedileceğini söylüyor.
Öz’ün haberinde görüşlerini bildiren diğer bir akademisyen Dr. Ceyhun Burak Akgül de, Akarun ile benzer şekilde, çalışmanın elektrik ya da bilgisayar mühendisliği 4. sınıf öğrencisi için bile vasat olduğunu belirterek, her meslekte olduğu gibi bilimde de iyiler, kötüler ve çirkinlerin bulunabileceğini ekliyor.
Dr. Erol Akçay ise Eren’in yazısının Türkiye’deki akademik çarpıklıklara dikkat çektiğini ve kendisine verilen tepkilerin de bu çarpıklıklardan beklenilecek cinsten olduğunu söylüyor. Amerika’da da özensiz ve kalitesiz çalışmaların sunulabileceği dergiler ve konferanslar olduğunu ekleyen Akçay, bu gibi yerlerde yayınları bulunanların akademide yükselmesinin Amerika ve Avrupa’da mümkün olmadığını belirtiyor.
Sistem sorunlu, çözüm ne olabilir?
Öz’ün haberinde sorunun sistemde olduğuna dikkat çeken akademisyenler, A. Murat Eren’inki gibi kişisel çabaların önemini vurguluyorlar. Akçay, bir grup akademisyenin dünya standartlarında işler yapmak için çabalarken, Eren’in bahsettiği akademisyenlerin ve öğrencilerinin intihal ürünü ya da sahte yayınlarla kadroları doldurduklarını söylüyor. Öğretim üyelerinin de sisteme güveni olmadığını, nicelikten çok niteliğin önemli olmadığı bir ortamda bu gibi olayların arkasının kesilmeyeceğini belirten akademisyenler, vergi mükelleflerinin cebinden çıkan paraları sahte araştırmalarla kapıp yiyen sahtekârlar karşısında öğrencilerden, ailelere, toplumun tüm kesiminin tepkili ve duyarlılık sahibi olmasını bekliyorlar.
Türkiye’de bilimin başı olması gereken TÜBİTAK’ın Başkanı Prof. Dr. Nüket Yetiş’in bilimsel makale arşivini merak ederek araştıran Öz şöyle anlatıyor:
“Prof. Dr. Yetiş'in, belli kriterleri karşılayan düzgün dergileri kapsayan ISI Web of Science'da, 1981'deki ilk yayınından bu yana geçen son 30 yılda sadece 4 yayını ve 5 atıfı var. Aldığım bu sonuç, Prof. Dr. Yetiş’in Tübitak Başkanı seçildiğinde, Nature’ın yaptığı haberi anımsattı. Nature, Yetiş’in atamasının politik olduğunu yazmıştı:
www.nature.com
En saygın bilim dergilerinden olan Nature'da yayımlanan mektuplar da bilimsel yayın sayıldığı için, Prof. Dr. Yetiş'in bu mektuba cevaben yazdığı haber de onun Web of Science yayınlarından sayılıyor. Yani Türkiye'de bilimin başındaki kişi, esasında son 30 yılda Web of Science'a girebilecek sadece 3 bilimsel makale yazmış ve bunların hiçbirinde ilk yazar değil. Türkiye'de doçentlik ön şartı olarak “Web of Science'da yer alan, “en az biri adayın birinci isim olduğu özgün araştırma makalesi niteliğinde olmak koşuluyla, doktora tezinden üretilmemiş en az 3 makale” şartı arandığından, bu yayınlarla Türkiye'de doçent bile olmak imkansız: http://www.uak.gov.tr/” Haberin geri kalanı için buraya tıklayınız.
ÇOMÜ’de geçmişte neler olmuştu
Son zamanlarda iyice artan, görüldüğü gibi aslında çok zor olmasa da ilgili kurumların görevlerini düzgün yerine getirememeleri nedeniyle takibi iyice zorlaşmış olan, bilimsel ahlaksızlık ve intihal olaylarının takibi için bir grup bilim insanı bir araya gelerek tecrübelerini ve araştırmalarını paylaştıkları bir ekip oluşturdular. Türkiye'deki akademik sıkıntıları irdeleyip toplumsal bilinç oluşturmak adına çalışmak üzere bir araya gelmiş olan Akademi Takip insiyatifinin anonim bir üyesi, ÇOMÜ’de geçmişte yaşananları şöyle özetliyor:
2007 yılında aralarında Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi (ÇOMÜ) Fen ve Edebiyat Fakültesi'nin eski dekanı İhsan Yılmaz'ın da bulunduğu bir grup akademisyen intihal yapmakla suçlandılar. Makaleleri elektronik makale arşivi 'arXiv'den (http://arXiv.org) çıkartıldı. O günlerde intihal ile suçlanan akademisyenlerin ilk açıklamaları "yazdıklarımız orijinal, bizimkilerden sonra yazılan makalelerden alıntı yaptığımız iddia ediliyor" şeklinde idi. ÇOMÜ Etik Kurulu, makalelerin giriş kısımlarının başka makalelerden birebir kopyalandığını belgelemesine rağmen bu durumun makalelerin orijinalliğini etkilemeyeceğine karar vererek suçlanan akademisyenleri kurum içinde akladı. Türkiye, dünyanın en saygın bilim dergilerinden birisi olan Nature'da bu olaylar ile gündeme geldi. Bu gelişmenin ardından İhsan Yılmaz, Nature dergisine yazdığı cevapta "intihal yapmadıklarını ama iyi İngilizceyi ödünç aldıklarını" ifade edecek, bundan sadece birkaç ay sonra da Physical Review D'de yayınlanan bir makalesini yoğun intihal yaptığını kabul ederek ve özür dileyerek dergiden geri çekecekti. ÇOMÜ ile ilintili haberler 2008 yılında Chin. Phys. Lett. dergisinin editörünün ÇOMÜ'deki akademisyenlerin iki makalesini dergiden çıkarttığını duyurması ile devam etti. Pramana dergisi ise intihal ile suçlanan yazarların 'düzeltme' (erratum) yayınlamalarını istedi. Bu olayların yaşandığı dönemde olanlarla çeşitli seviyelerde ilgili kişilerden henüz doçent olan İsmail Tarhan ve Hüsnü Baysal profesörlüğe yükseltildikten sonra ÇOMÜ içerisinde çeşitli yönetim kademelerinde görevlendirildiler. Sezgin Aygün, Melis Aygün ve Can Aktaş doktoralarını bitirerek Yardımcı Doçent oldular. 2011 yılı itibarı ile İsmail Tarhan Fen Bilimleri Enstitüsü Müdürü ve Rektör Danışmanı, İhsan Yılmaz ise Döner Sermaye İşletmesi Müdürü ve Rektör Yardımcısı olarak görev yapıyor. ÇOMÜ, biricil örnek olmasa da, akademik olarak tatsız olaylara karışmış kişilerin nasıl bir kurumu omuzlayan kişiler hale gelebildiğine güncel bir örnek teşkil ediyor.
A. Murat Eren kimdir?
Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi'nde Bilgisayar Mühendisliği Programında lisans ve yükseklisans derecelerini tamamlayan A. Murat Eren, ÇOMÜ'de araştırma görevlisi ve Tübitak'ta da araştırmacı olarak görev yaptı. ABD'de University of New Orleans'ta halen Bilgisayar Bilimleri alanında doktorasını sürdürmekte, Childrens Hospital New Orleans'ta metagenomiks ve mikrobiyal ekoloji alanında araştırma yapmaktadır. Pardus'un geliştirilmesine de katkı koyan A. Murat Eren aynı zamanda bir Evrim Çalışkanı.

4 Şubat 2011

Dünyadaki Bilimsel Yayın Değerlendirme Metotlarıyla Türkiye'deki yayınların değerlendirmesi
Akademik Kariyer: Amaç mı, Sonuç mu ?

Dr. Nihal Engin Vrana*
A. Murat Eren’in son bir kaç ayda önce WASET ardından da Türkiye’de düzenlenen uluslararası bir konferansdaki makaleler ile ilgili yazıları çok endişe verici olaylardır. Bilimsel yayın sistemi belki de Dünya’da karşılıklı güven ve dürüstlük üzerine kurulu en önemli yapılardan birisidir. Bir bilim insanı olarak, siz bu sistem içindeki yayınların belli bilimsel standartlara uygun olduğunu, sisteme müdahil her bireyin belli bir profesyonel ciddiyetle çalıştığını varsayarsınız. Eğer bu varsayım doğru değilse, ya da üniversitede bulunan bir takım insanlar bu sistemin etrafından dolaşıp kişisel çıkar elde etmeye çalışıyorsa, uzun vadede bu durum sistemi çökertir. Bu nedenle bazı temel değerlendirme kriterlerin evrenselliği önemlidir. Bence tartışma şu iki noktada kilitleniyor:
1. Kendine her bilimsel makale diyen yayın bilimsel yayın kabul edilebilir mi?
2. Eğer birinci sorunun cevabı 'hayır' ise, aradaki ayırım nasıl yapılır?
Avrupa Birliği'nin araştırma desteklerini verirken kullandığı bilimsel indeks motorlarını kullanarak size bu konuda kısa bir cevap vermeye çalışacağım. Bunu bu yazıyı kaleme alırken yapıyorum ki, düşüncelerim çıkacak olan sonucu etkilemesin. Eğer Türkiye Dünya standartlarında ise o zaman haksız kuşkumdan dolayı özürlerimi bildiririm. Ama yok eğer, aksi çıkarsa o zamanda birileri şapkalarını önlerine koyup düşünmek durumunda.
İlk adım bilimsel makale bazında Türkiye ve Dünya ortalamalarını karşılaştırmak:
Figür 1. Ülke başına düşen yayın sayısı (ISI Web of Knowledge’daki son verilere göre). Türkiye’de yapılan 141,821 yayına karşılık ABD’de yapılan yayın sayısı 3,018,196.
Figür 2. Yayın başına başka makaleler tarafından yapılan atıfların (citation) ortalaması (ISI Web of Knowledge’daki son verilere göre). Türkiye’nin ortalaması makale başına 5.06 iken ABD’ninki 16.
Aşağıdaki tablo da bu verilere bağlı olarak ülkelerin Dünya sıralamasındaki yerini gösteriyor.
Tablo 1. Ülkelerin Yayın sayısı ve Yayın başına atıf ortalaması bakımından Dünya sıralamasındaki yerleri (ISI Web of Knowledge’daki son verilere göre)

Benim bu verilere bakınca gözüme iki şey çarpıyor. Birincisi, makale sayısına verilen önemin özellikle gelişmekte olan ülkelerin bilimsel çıktısına verdiği zarar (yani nitelikten çok niceliğe önem verilmesinin yan etkileri). İkincisi de, gelişmişliğinin propagandasına gerçekten gelişmekten daha çok önem veren ülkelerin (ki bence, Türkiye altyapısını oluşturmadan üniversite açma konusundaki iştahıyla bu grupta Çin, Rusya ve İran gibi ülkelerle beraber yer almaktadır) bazı verileri şişirmek için gösterdikleri çabanın bir bumerang etkisiyle onları başka önemli verilerde nasıl aşağıya ittiği.
WASET ya da tartışmayı başlatan konferans gibi konferanslar bu işin neresinde yer alıyor? Eğer WASET ciddi bir yayıncı firma olsa idi, bu tarz indeksleme sistemlerine girmeye çalışırdı. Maalesef WASET’in bu konudaki yaklaşımı kendisi hakkında çok kötü ipuçları veriyor. Mesela WASET’in sayfasında söyle kurnazca bir şey var; normalde bilimsel dergiler web sayfalarinda hangi index servislerinde bulunduklarını verirler; böylece yayınlarını gönderecek olan akademisyenler yayınevinin güvenilirliği hakkında bir fikir sahibi olurlar. Ama WASET’in sayfasında sadece indeks servislerinin bir listesi mevcut; hangilerinin kendilerini indekslediğini belirtmiyorlar (iş ciddiye binince, biz sadece bağlantıları verdik; buralarda olduğumuzu zaten söylemedik diyecekler). Konferans konusuna gelecek olursak, kaliteli konferansların çoğu bir bilimsel topluluk (Society) çerçevesinde yapıldığından ve bu toplulukların indeksli yayınları olduğundan, konferanslardaki en iyi sunumlar ya da sunum özetleri bu dergilerde yayınlanır. Konferans sunumları ve bağlı makaleler genelde devam etmekte olan çalışmalarla ilgili olduklarından dergi makaleleri kadar güçlü olmazlar ama yine de yoğun bir gözden geçirme (peer review) sürecine tabidirler. Bunun dışında tabii ki daha küçük çaplı konferanslar yapmak mümkündür, bunlar bir kitapçık haline de getirilebilinir. Ama sonradan bu bir nevi etkinlik programı kalitesindeki yayına bilimsel değer atfedip bundan CV devşirmek olsa olsa kendi kendine gelin güvey olmaktır.
Bir önceki paragrafın başındaki soruya dönecek olursak, cevap şudur: "hiçbir yerinde". Çünkü ISI bu yayınları ciddiye alıp indekslemiyor ve bu yayınlar sadece şişik durması gereken CV’lerde ve CV’lerin dolu mu şişik mi olduğu ayrımını yapamayacak ülkelerin bilim kurullarının dosyalarında yer buluyor. Bu ise şuna benziyor: yıllarca emek sarfettikten sonra yazdığı romanı büyük bir yayınevinde yayınlatan bir edebiyatçının komşusu bir şeyler karalayıp köşedeki kırtasiyede çoğaltıp insanların posta kutusuna koyuyor. Daha sonra da, bir edebiyatçılar cemiyeti bu iki kisiyi karşılaştırdığında “eh o da roman, bu da roman verin ikisine de büyük edebiyatçı ünvanı” diyor. Karşı çıkılan şey budur.
Beni bu konuda bir şeyler yazmaya iten aslında Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi'nde gerçekleştirilecek olan bir konferansa dair A. Murat Eren’in dile getirdiği eleştiriye kaynağı belirsiz, ama düzenlenecek olan konferansla bir şekilde bağlı gözüken bir mecradan gelen cevap oldu. Yapılan eleştiri düzenlenen konferansa ve yapılan yayınlara olmasına rağmen; bunu kişisel algılayıp bir karşı saldırıya geçilmesi bende bu kişilerin içinde bulundukları tartışmanın farkında olmadıkları kanısını oluşturdu (ya da Türkiye’de içine kapalı, ikincil bir sistemin varlığı olasılığı var ki; o daha da vahim bir durum.). Oysa, bu durumda yapılması gereken şudur:
1) Karlık'ın yazı içerisinde eleştirilen makalesiyle ilgili olarak: Eğer söz konusu makale gerçekten bir gözden geçirmeden (peer review) geçmişse; hakemlerin yorumlarının yayının yapılacağı derginin editöründen bir mektupla yazarlara gelmiş olması gerekiyor. Yazarlar böyle bir mektubu gösterebilir mi?
2) Konferansla ilgili olarak: Eğer konferans uluslararası konferans standartlarına uygun ise, düzenlenen ilk konferanstaki yayınların hakemlerinin isimleri ve değerlendirme dosyaları açıklanır (Bunların arşivlenmiş olması zorunludur). Bu veriler bağımsız uzmanlar tarafından incelenir ve kalitesi üzerinde bir sonuca varılır.
Bunun dışında A. Murat Eren’e eleştirileri sebebiyle kişisel olarak saldırmak, göz korkutmak amaçlı tehditler savurmak ve de en kötüsü hayatını zorlaştıracak işlemlerle tehdit etmek (ki bu Türkiye açışından en tehlikelisidir; “sisteme bulaşma seni yaşatmayız” denilmektedir ve bu kısaca, “burası Kurtlar Vadisi, burada yılda 50000 makale yayınlanıyor” demektir) durumu anlamsız mecralara sürükler.
Akademik ünvanlar bir amaç değil birer sonuçturlar. Bu akademik ünvanlara sahip olmanın bedeli de sürekli olarak 'hesap verebilir' halde olmak zorunluluğudur. Hesap veremiyorsanız, o pozisyonda da duramazsınız. Cam kolonların üzerine dikilen gökdelenler böyle bir vuruşta yıkılmaya mahkumdurlar. Benim Türkiye ile ilgili, vatandaşı olduğum için daha ileriye gitmesi yönünde bir arzu dışında, akademik olarak hiçbir beklentim yok. Açıkçası, A. Murat Eren’in Eylül'deki yazısını okuyuncaya kadar durumun bu kadar vahim olduğunun farkında da değildim.
Önümdeki verilere bakınca bir biliminsanı olarak kendimi şunu söylemek zorunda hissediyorum: 7 senedir akademik ortamda araştırma yapan birisi olarak A. Murat Eren’in ortaya koydukları benim kafamda ciddi şüpheler oluşturdu ve bu konudaki sorumlu kişiler bu soruları cevaplamakla yükümlüdürler.
Son olarak, Türkiye’deki master ve doktora öğrencilerine bir şey söylemek istiyorum: Birilerinin sizi bu çarka çekmesine izin vermeyin. Bilimsel kariyer zeytin ağacı gibidir, doğru düzgün büyüyüp yeşermesi 3 sene de alabilir 10 sene de. Ama kökü bir kere tuttu mu her sene meyve verir. Siz bu işin başındayken ve zorlanıyorken eline 3-5 ezik büzük zeytin alıp gelenler aklınızı çelmeye çalışabilir; ama unutmayın, o zeytinlere bir kere tamah ederseniz hiç bir zaman kendi ağacınız olmaz, çirkin bir sistemin kölesi olursunuz.

*Strasbourg Üniversitesi INSERM UMR 977, Araştırma Görevlisi

Işıl Öz - PROBLEM SİSTEM, ONA SATAŞMALI
(Turkish Journal)

New Orleans Üniversitesi’nde bilgisayar bilimleri alanında doktora yapan A. Murat Eren, 2010 yılı Eylül ayında, ‘Bilimsel Ahlaksızlığın Gri Mecraları' isimli bir yazı yayımlamış; bu yazıda WASET isimli bir organizasyondan yola çıkarak akademinin tespiti zor sorunlarına değinmişti.

Sayesinde Türkiye’den akademisyenlerin de faydalandığı, tam olarak hırsızlık ya da uydurma olmayan yayınlarla gerçekleştirilen bir akademik ahlâksızlık metodunu tanımış, en basit hali ile bu metodun, vasıfsız akademisyenlerin çeşitli şebekeler yardımı ile başka hiçbir yerde yayımlayamayacakları makalelerini ‘yayımlanmış’ gibi göstererek akademik puan toplamalarına olanak verdiğini öğrenmiştik. Konu ulusal basının ilgisini çekmiş ve daha geniş bir çerçevede yeniden irdelenmişti.

O makalenin devamı niteliğinde kaleme aldığı ‘İmece Usulü Bilim Cinayeti Konferansları' başlıklı yazısında ise Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi’nde (ÇOMÜ), 27-29 Nisan 2011 tarihlerinde düzenlenecek olan “Uluslararası Bilişim Konferansı”nı irdeledi. İsmini andığı insanların herbirinin kendilerince doğru olanı yapmaya çalıştıklarına şüphesi olmadığını, fakat yöntemlerini tasvip etmediğini, doğru bildikleri şeylerin yanlış olduğunu belirtti. Türkiye’nin bilim arenasındaki gelişimine zarar verdiklerini ve daha fazla zarar vermemeleri için yaptıklarının açıkça tartışılması gerektiğini yazdı. Yazdıklarını okuduktan sonra Türkiye’nin bir üniversitesinin neden bunlara alet olduğunu siz de merak edeceksiniz.

Bu yazı sonrası, Çanakkale Kent Konseyi Web Vizyon Çalışma Grubu, A. Murat Eren hakkında suç duyurusunda bulunduklarını bildirdi: www.comu.tv

Bu 'suç duyurusu' o yazının neden önemli olduğunu gösterdi aslında.
Bu olan bitenler sonrası A. Murat Eren'e ulaştığımda bakın ne dedi: “Söz konusu 'suç duyurusunu' kaleme alan kişi Türkiye üniversitelerinde yardımcı doçentlik, hatta bölüm başkanlığı yapmış birisi. Bunda muhakkak hepimizin utanacağı bir şeyler var.
Naif bir insan değilim. Problemlerimizin bir günde çözülemeyeceğinin farkındayım. Fakat bu konulardaki toplumsal bilinç ne yazık ki olası bir değişime vesile olmaktan çok uzak.
İnsanların yapması gereken bir saatlerini ayırıp yazılmış olan yazıları okumak, anlamak. Özet geçmediğim için sitem edenler oluyor. İnsanları bu uzun ve sıkıcı yazılarla muhatap ettiğim için ben de üzgünüm. Fakat bu olaylara üstün körü göz atmak tüm bu problemleri birkaç isim ile bağdaştırmaya, bu sistemin eseri olan bireyleri boş yere cezalandırmaya çalışmaya neden oluyor; halbuki ihtiyacımız olan uzun soluklu ve sakin bir aydınlanma. Zira akademik problemlerimizin kökleri bireylerin ve tüzel kişiliklerin de ötesinde bir kültürel yozlaşmaya uzanıyor.
Çözmek ikinci adım, önce neler döndüğünü anlamalıyız. Neler döndüğünü yeterince fazla sayıda insan anladığında çözüm zaten kendiliğinden ortaya çıkacak
.”

Boğaziçi Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği Bölümü’nden Profesör Dr. Lale Akarun’dan, A.Murat Eren’in referans verdiği, 2005’te Kahire’de düzenlenen GVIP 05 konferansında yayınlanan “An Efficient Iris Recognition for Security Purposes” adlı bildiriyi değerlendirmesini rica ettim.
Prof. Dr. Akarun, ilk izleniminin bu bildiriyi kimsenin okumamış, değerlendirmemiş olduğunu söyledi ve nedenini şöyle açıkladı: “Bildirinin özetçesinde, “artificial neural network model in the form of Multi-Lever Perception using Back Propagation Algorithm and Generalized Delta Rule” kullanıldığı yazıyor. Hiç kuşkusuz kastedilen, yapay sinir ağı adlı, bu camiada çok iyi bilinen bir algoritmanın kullanıldığı. Yapay sinir ağları, beyindeki sinir ağlarından esinlenen, yaklaşık 30-40 yıldır çalışılan, çok iyi bilinen algoritmalardır: En iyi bilinen tiplerinden biri, Multi-layer perceptron (MLP) (çok katmanlı sinir ağı) tipidir.Bu algoritmanın bilgisayar bilimleri alanında kullanılan pek çok yazılım kütüphanesinde, uygulamaları bulunur. Makalede bu algoritmayı kullanarak basit bir sınıflandırma yapmaya teşebbüs etmişler. Ancak, adını bile bilmeden kullanmışlar: Multi-layer perceptron (çok katmanlı sinir ağı) yerine multi-lever perception (çok kaldıraçlı algılama) yazmışlar! Üstelik de, bildirinin en başında, özetçesinde yapılan bu vahim hatayı kimse farketmemiş! Bu nedenle, bu bildiriyi, kimse okumamış diyorum.”

Hatta bildiriyi yazarları da mı okumadı acaba?
Aynı şeyi ben de düşünmekten kendimi alamıyorum. Bildiri Türkçe yazılıp googletranslate gibi bir çevirici ile İngilizceye çevrilmiş olabilir. Hani şöyle e-mailler alıyoruz ya: “ani ver para banka hesap gösterilen yoksa ölüm”; bildirinin dili bu lezzette. Gerçi artık bilimsel makalelerde bu çok sık rastlanan bir durum oldu.
Tabii bildirinin geri kalan kısmı da, iris sınıflandırma, imge sınıflandırma, biyometri, vs. konularında hiç bir özgün değer taşımadığı gibi, yazımı, metodolojisi, literatür taraması, vs. açısından hiç bir tutar tarafı yok; bir öğrenci ödevi olarak geçer not alabilecek kalitede değil. Böyle bir bildiri bir hakemin önüne gelse, fazla zaman harcamadan red kararı verdiği gibi, bunun bir şaka olduğunu da düşünebilir. Ben de hala “acaba öyle mi?”diye düşünmekten kendimi alamıyorum.

Türkiye’nin durumu?
Söyleyecek çok şey var ama kısaca, şu denebilir: Hızla yeni üniversiteler kurulması nedeniyle çok büyük bir öğretim üyesi ihtiyacı var; bu büyük bir baskı yaratıyor. Yeni üniversitelerde açılan doktora programlarının kalitesi denetlenemiyor; konulan yayın kriterleri ise bu sayıları tutturmak için içerik değil sayının öne çıkmasına neden oluyor. Atıf önemli tabii ama bu tür sahte yayın yapılıyorsa “sen bana atıf ver ben sana” şeklinde sahte atıf da yapılabilir; dolayısıyla kalite kontrolü yine “peer review” dediğimiz meslektaşlarca değerlendirme mekanizmasıyla sağlanmak zorunda. Türkiye’de merkezi doçentlik sınavları, bir tür “peer review” mekanizması; ancak onların da kalite kontrolünü sağlamada yetersiz kaldığı görülüyor.

Boğaziçi Üniversitesi Elektrik Elektronik Bölümü’nde Öğretim Görevlisi olan Dr. Ceyhun Burak Akgül de sözkonusu makalenin kalitesiz bir yayın, Elektrik ya da Bilgisayar Mühendisliği 4. sınıf öğrencisi için bile vasat bir çalışma olduğunu söyledi ve ekledi:
Bu tür durumlarda en iyi ölçüt makalenin yayınlandığı dergi ya da konferansın saygınlığı ve kalitesi olmalı. Bu tür yayınlar kendi alanlarının saygın uluslararası yayın alanlarında asla yer bulamaz. Bulamadığından da zaten ciddiye alınmaz.
A. Murat Eren’in yazısında dikkat çekilen sorun yalnızca Türkiye'ye özgü bir durum değil, her yerde karşılaşılıyor böyle şeylerle. Her meslekte olduğu gibi bilimde de iyiler, kötüler ve çirkinler bulunuyor zamandan ve coğrafyadan bağımsız olarak. Bu söylediklerim pek özgün şeyler değil, akıl, izan sahibi herkes bu yargılara gözlem ve muhakeme yoluyla ulaşabilir. Belki şunun altını çizmekte fayda var: “Bir insanın seçtiği meslek, mevcut konumuzda örneğin biliminsanlığı, tek başına o insanın kalitesini ve değerlerini azaltmaya ya da yüceltmeye yetmez, önemli olan neyi nasıl yaptığınızdır.”

ABD’de Ulusal Matematik ve Biyoloji Sentezi Enstitüsü’nde (National Institute for Mathematical and Biological Synthesis) bağımsız doktora sonrası araştırmacı olarak bulunan Dr. Erol Akçay da, A. Murat Eren’in bu konuda sarfettiği çabaları takdir eden isimlerden:Eren, Türkiye'deki akademik hayatın önemli çarpıklıklarını detaylı bir şekilde göz önüne seriyor. Kendisine verilen tepkiler de tam da bu çarpıklıklardan beklenilecek cinsten. Eskiden Türkiye'de bilimsel araştırma yapılmıyor, yayın yapılmıyor diye hayıflanılırdı. Kaynak eksikliğinden şikayet edilip durulurdu. Şimdi ise kaynaklar var, özellikle de yayın yapmak için uzunca süredir sunulan teşvikler var. Ancak maalesef tekil bir yayın yapma baskısının sonu iyi yerlere varmıyor. Yapılan yayının kalitesini göz önüne alacak, değerlendirecek, kendisine ve mesleğine saygısını sadece ünvanlara değil de yapılan işin içeriğine endekslemiş bir bilim camiası olmadıkça da ne yapsanız sonu iyiye çıkmaz.”

Amerika'da, Avrupa'da da yayın baskısı hayli yüksek değil mi, aradaki fark ne?
Burada sapla samanı birbirinden ayırabilecek bir camia var. Amerika'da da çok kimsenin okumadığı ve özen göstermediği, o yüzden kalitesi şüpheli makaleleri basabileceğiniz dergiler, bildirilerinizi sunabileceğiniz konferanslar var. Ama en nihayetinde bu gibi yerlere tennezzül eden birisinin Amerika'da ya da Avrupa'da yükselmesi mümkün değil. Bizde ise bu tip insanlar akademik olarak yükselmek (doçent, profesör olmak) bir yana, rektör, dekan gibi pozisyonlara geliyorlar. Bu yüzden üniversite ve bilim yönetiminde kendileri değme doktora öğrencisi kadar bilim yapmadıkları halde söz sahibi olan birçok kişi var.

Sizce çözüm nedir?

Bana kalırsa akademik ortamı açmak, Türk akademik camiasının, standardları yüksek akademik camialarla daha çok karışmasını sağlamak. Bu açıdan internet bulunmaz nimet; A. Murat Eren'in çabaları da internetin bu yönde nasıl bir fark yaratabileceğine örnek. Google sayesinde biraz merak eden bir insan kimin ne yaptığını, dünya çapında kimin hatırı sayılır olup olmadığını anlayabiliyor. Türkiye'de de benim gördüğüm bir grup akademisyen dünyada olan biteni takip ediyor, kendilerini o seviyede işler yapmak için zorluyorlar. Bu iyiye işaret. Ama bir yandan da Eren'in bahsettiği adamların "minion"ları, pardon, öğrencileri intihal ürünü ya da sahte yayınlarla kadroları kapıp duruyorlar. O yüzden Türk akademik camiasının geleceği şu anda ses çıkarmamıza bağlı, özellikle de öğrencilerin gözünün açılmasına.”

Son olarak vurguladıkları da dikkate değer: “Bu sadece akademisyenlerin sorunu değil (biz toplumun küçük bir bölümünü oluşturuyoruz sonuçta). Üniversiteler bütün halka ait ve toplumun tamamına değer katması gereken yerler. Bu gibi akademik yolsuzluklar, üniversiteye girmek için onca çaba sarfeden öğrencilere, onların ailelerine, üniversitelerden fikir önderliği, birikim ve teknoloji bekleyen toplumun tamamına karşı yapılıyor. Bu insanların sahte yayınlar sayesinde yedikleri paralar vergi mükelleflerinin cebinden çıkıyor, karar makamlarında attıkları imzaların bedelini hepimiz ödüyoruz.”

Öğretim üyelerinin sisteme güveni yok!
İsminin bu haberde geçmesini istemeyen birçok başka akademisyen ile de görüşme şansım oldu, herkesin fikri aynı: “Nitelikten çok nicelik önemli olduğu sürece daha da beterlerini göreceğiz.”

Öğrenciler bilimden soğutuluyor...
Bilimle haşır neşir olan birçok kişi Tübitak gibi bilimsel fon başvurularının anonim hakemlere yollandığını biliyor tabii ki. Bu hakemler başarısız insanlarsa, başarılı insanlar ya da projeler bu kişileri gölgede bırakmasın diye, yapılacak iyi şeyleri durdurmaktan çekinmeyebiliyorlarmış.

Altyapısı zayıf olan bir çok profesörün, kendine güvensiz olduğu için açığı ortaya çıkmasın diye sert hoca imajı çizip, korku ortamı ile hocalık yaptığına şahit olmuşsunuzdur. Görüştüğüm akademisyenler, aşağılık duygusundan, çok akıllı ve önü açık gençleri harcayan, başarılı gençleri kıskanıp, önlerini kesebilen onlarca hocadan bahsettiler. Size bir örnek, belki bu kadarından haberiniz yoktur: Bir üniversitede, bir hocanın doktora öğrencisine, kendisi için araba aldırması. Hoca araba alıyor, araba borcuna kefil olarak öğrencisini koyuyor ve sonra taksitleri ödemiyor. Tabii taksitleri mecburen öğrenci ödüyor. Hatta işin içine iktidara yakın kişilerin daha kolay yükseldiği ile ilgili spekülasyonlar da girince öğrenciler nasıl bu işten soğumasın.

Profesörünüzün h-endeksi ne?
Makale sayısının bir önemi olmadığını söyledi Harvard Üniversite’li bir akademisyen. “Önemli olan atıf. Atıf, yaptığınız bilimin etkisini ölçüyor” dedi. Bunu ölçen Essential Science Indicators, ülkeleri de rank ediyormuş. Gittim baktım, Plant and Animal Science'da Türkiye makale sayısında 104 ülke arasında 24. görünüyor. Ama makale başına düşen atıf sayısında, 104'de 104. Yani beş para etmez bol bol makale yayınladığımızı, bilim dünyası ile başarılı isimlerle ropörtaj yapma dışında haşır neşir olmayan ben bile anladım. Ne de olsa devlet, makale başına bir de para veriyor yazarlara! Yani bu dalda Türkiye'den çıkan makaleler, ortalama olarak dünyanın en değersiz makaleleri demek yanlış değil. Tabii neden olduğu ortada. Ve bu dalda Türkiye'de yayınlanan ortalama makaleye 10 yılda 2 atıf gelmiş.

Edindiğim bilgileri UCSD’de görevli başka bir akademisyene söyledim: “Sayıya değil atıfa önem vermek kritik çünkü bu bilim dunyasının senin bilimine verdiği değeri gösteriyor” diyerek beni doğruladı.

Bilim insanının bilimsel etkisini ölçmek için 2005'de çıkan
h-index metodunu kullanarak kimin ne yaptığını ve makalelerinin ne kadar etkili olduğunu görebiliyorsunuz.

Tabii en demokratik sistem: scholar.google.com 'u da unutmayalım...

Hemen, Türkiye'de bilimin başı olan TUBİTAK Başkanı Prof. Dr. Nüket Yetiş'in bilimsel makale arşivini merak ettim. Prof. Dr. Yetiş'in, belli kriterleri karşılayan düzgün dergileri kapsayan ISI Web of Science'da, 1981'deki ilk yayınından bu yana geçen son 30 yılda sadece 4 yayını ve 5 atıfı var. Aldığım bu sonuç, Prof. Dr. Yetiş’in Tübitak Başkanı seçildiğinde, Nature’ın yaptığı haberi anımsattı. Nature, Yetiş’in atamasının politik olduğunu yazmıştı:
www.nature.com
En saygın bilim dergilerinden olan Nature'da yayımlanan mektuplar da bilimsel yayın sayıldığı için, Prof. Dr. Yetiş'in bu mektuba cevaben yazdığı mektup da onun Web of Science yayınlarından sayılıyor. Yani Türkiye'de bilimin başındaki kişi, esasında son 30 yılda Web of Science'a girebilecek sadece 3 bilimsel makale yazmış ve bunların hiçbirinde ilk yazar değil. Türkiye'de doçentlik ön şartı olarak “Web of Science'da yer alan, “en az bir adayın birinci isim olduğu özgün araştırma makalesi niteliğinde olmak koşuluyla, doktora tezinden üretilmemiş en az 3 makale” şartı arandığından, bu yayınlarla Türkiye'de doçent bile olmak imkansız: uak.gov.tr

Kadro sıkıntısı
Üniversitelerde sıkıntı bitmiyor. Ciddi kadro sıkıntısı olduğunu ve sadece yeni kurulan üniversitelere kadro verildiğini öğrendim. Üniversiteler arasında doçentlik dışında tüm atamalarında belirli bir standartın olmadığından yakındı çoğu kişi. Doçentlik için var olan standart ise sadece nicel ve puan usulüymüş. Ancak bu kez de jürilerin bazılarının kabul ettiği çalışmaları bazılarının kabul etmemesi tartışma konusu. Son on yıl içinde sistem, çalışmalara karşılık gelen puanlar ve başvuru koşulları o kadar çok değişmiş ki, kimse seneye nasıl bir başvuru koşulu olacak, var olan koşullar ne kadar daha sürekliliğini koruyacak emin olamıyor. Akademik derecelendirmeler ve kadroların askeriyeden farkının olmaması konusuna da değindiler. Başka ülkelerde görülmeyen bir as üs ilişkisi olduğu aşikar.

Bu bağlamda A. Murat Eren’in tavsiyelerini yeniden paylaşıyorum:
“• Üniversite Öğrencileri: Hocalarınızın CV’lerini açın, makalelerini okuyun. Hangi konferanslarda yayınlandıklarına, hangi dergilerde basıldıklarına bakın. Bir bilimsel yayını anlamak size hiçbir hocanın veremeyeceği geniş bir vizyon kazandıracak. Özgeçmişler web sayfalarının süsü olmasın. İnsanlar oraya yazdıkları şeylerin okunduğunu bilsinler. Sizler bilimsel değerlendirme katmanlarının en kalabalığı ve en etkini olan bir sonraki nesilsiniz, kendinizi hiçe saymayın.

• Araştırma Görevlileri, Yüksek Lisans Öğrencileri, Doktora Öğrencileri: Lütfen yayın yaptığınız dergi ve konferanslara dikkat edin. Sırf özgeçmişiniz kalabalık görünsün diye emin olmadığınız organizasyonlara üye olmayın. Yayınlarınızı onları hak eden dergilerde ve konferanslarda yapın, size aksini yaptırmaya çalışan hocalar ile çalışmayın. Sesinizi çıkarın.

• Öğretim Üyeleri: Lütfen arada bir konfor bölgenizi terk edin ve bölümünüzdeki, diğer üniversitelerin benzer bölümlerindeki insanları gözden geçirin. İster anonim ister aleni kimliklerinizle blog’lar açın, başka yayınları kritik edin. Türkiye’de peer-review sürecini dergi ve konferans komitelerinin üzerinde bir anlayış haline gelmesine ön ayak olun.
• Geriye Kalan Herkes: Biliyorum, artık ne ile uğraşacağınızı siz de şaşırdınız. Fakat bu ülkedeki bir sorununun herhangi bir diğer sorun ile tamamen ilgisiz olduğunu iddia etmek yanlış olurdu. Bilim dünyası içerisinde bu konulara dair nicedir rahatsız olan bir çok isim var. Diliyorum ilerleyen aylarda, yıllarda daha gür sesler duyacağız. Siz bu sırada bu olanları çevrenize anlatın. Gerekiyorsa yöneticilerden hesap sorun. Bizleri yalnız bırakmayın. Sizin desteğiniz gerçekten önemli. Zira sizin olmadığınız durumda, bunların hiçbir anlamı yok.”

Sonuç: Ezber bozan bilim insanlarına ihtiyacımız var.
İnsan düşünmeden edemiyor: Yükseköğretim Kurulu’nun “meslek etiği” adına bazı ilkeler üzerinde çalışması gerekmiyor mu acaba?

Akademi ile ilgili yolsuzlukları takip edip yayımlayan plagiarism gibi girişimlerin artması ümidi ile.

Çizim: Necdet Yılmaz

!

Türkiye yırtıcı, şaibeli, sahte ve fake dergilerde en çok yayın yapan 3. ülke

Predatory journals: Who publishes in them and why? - Selçuk Beşir Demir Dünyanın en prestijli dergilerinden biri olan Elsevier tarafınd...

Predatory journals: Who publishes in them and why?

.....................................................................


...
...
...

* Rastgele Yazılar




.