NEDEN ?

https://plagiarism-turkish.blogspot.com


Yükseköğretimde Gözetim ve Denetim - Yasal Çerçeve ve Uygulamalar -
Devlet Denetleme Kurulu Raporu (2009) lütfen tıklayın

2547 sayılı Kanun’da öğretim elemanlarının disiplin suçlarına ilişkin yapılması düşünülen değişiklikler hakkında Bilim Akademisi’nin raporu (2016) lütfen tıklayın

Bilim Akademisinin Sahte Belge ve İmza Üretimi Hakkındaki Açıklaması (2025) lütfen tıklayın

“Sahte Diploma Soruşturması” Hakkında Kamuoyu Bilgilendirmesi - Türkiye Barolar Birliği (2025) lütfen tıklayın

Murat Bardakçı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Murat Bardakçı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Haziran 2016

Murat Bardakçı - İntihali yakalama programlarına dünyanın parası veriliyor ama işe yaramıyor! (HABERTÜRK)

HIRSIZLIĞIN en seviyesizi, en berbatı ve en utanmazca olanı “intihal”, yani başkasına ait eserin üzerine imzasını koyup kendisininmiş gibi yayınlamaktır.
Bu pespayelik üniversitelerimizde son zamanlarda maalesef arttıkça arttı...
Türkiye’de intihal konusunda en fazla yayın yapan gazetecilerden biri, herhalde bendenizim. Senelerden buyana intihalcileri teşhir maksadıyla elimden geleni yaptım, hırsızlıklarının belgelerini yayınladım, YÖK’ü göreve çağırdım ama tek bir hadise, Afyon’daki Kocatepe Üniversitesi’nde yapılan bir hırsızlık dışında hiçbirinden tam bir netice alamadım.
“Netice” derken intihal konusunda Batı’daki yaygın uygulamayı, yani intihalcinin üniversite ile ilişkisinin ebediyyen kesilmesini kastediyorum!
Bizim hırsızlarımız ya “zamanaşımı” gibi akademik camiada mevcut bulunmaması gereken bir bahane veya “Hırsızlık etmiş ama sadece bir lira çalmış, bin lira çalmış olsaydı gereğini yapardık” misâli “metindeki intihal yüzdesinin düşük olması” şeklindeki daha da garip bir yorum ile aklandılar; hırsızlık dosyaları sümenaltı edildi.
İNTİHALCİYİ DEKAN YAPTILAR!
İntihalcilerle en fazla didiştiğim dönem, Prof. Kemal Gürüz’ün YÖK’ün başında bulunduğu günlerdi. Akademik hırsızları afişe etmek için aynı hadiseler ve aynı şahıslar hakkında haftalarca ardarda yayın yaptım.
Meselâ, İngiltere’deki bilimsel bir kongreye katılan bir grup Türk akademisyenin ortaklaşa hazırladıları tebliğin çalıntı olduğu anlaşılmış, kongreden kapıdışarı edilmişler ve düzenleme heyeti tarafından Avrupa’nın önde gelen meslekî yayınlarına “Bu adamlar hırsızdır, makale gönderdikleri takdirde sakın ha yayınlamayın, çalmış olabilirler” diye unvanlı hırsızlarımızı ve üniversitelerimizi rezil eden uyarılar yollanmştı. İngiltere’deki rezaleti ve intihalcilerin isimlerini defalarca yayınladım. Prof. Gürüz birkaç defa arayıp “merak etmememi, akademik hırsızlar hakkında ne gerekiyorsa yapılacağını” söyledi ve vaadini sağolsun tuttu: Devr-i iktidarında yayınladığım bütün intihal dosyaları rafa kaldırıldı, hattâ intihalcilerden biri dekan bile yapıldı!
Akademik hırsızlar hakkında bugün de ihbarlar gönderiyorlar, sık sık dosyalar yollanıyor ama bu konuda artık hiçbirşey yazmıyorum! Zira hem bu işlerden netice çıkmayacağını, üniversitenin “Kol kırılır yen içinde kalır” sözünü doğrularcasına intihalcilerin hakkından gelmeme konusunda azimli ve hattâ yeminli olduğunu öğrendim, hem de bazı ihbar mektuplarını gönderenlerin Türkçe fukaralığı meramlarını anlamama imkân vermiyor! Üstelik “intihal” gibi bir ahlâk düşkünlüğünün bile ideolojik didişme mevzuu hâline getirilmesi, sadece mide bulandırıyor!
İŞ, ‘TEMİZ’ RAPORTÖRDE BİTER!
İntihal derdi YÖK’ün başını da fena halde ağrıttığından olacak, üniversitelere bazı intihal programlarını satın alma talimatı verilmiş...
Önceki senelerde Amerika’da öğrencilerin ödevlerini başkalarından aynen makaslayıp makaslamadıklarını yahut internetten “kes-yapıştır” şeklinde alıp almadıklarını belirlemek için kullanılan programlar birkaç sene önce akademik seviyeye yükseltilmişti. Tezler ile bilimsel makalelerin özgünlükleri de bu programlar sayesinde belirleniyordu.
YÖK emredince birçok üniversite bu programları aldı, kullanmaya başladı ama çabalar bir işe yaramadı!
Programlar fen bilimleri ile ilgili yayınlarda hırsızlık olduğu takdirde bir yere kadar ortaya çıkartabiliyor, çalıntının yüzdesini verebiliyor ama iş sosyal bilimlere gelince kalakalıyor! Zira programların Türkçe metinleri ve mukayese edilecek kaynakları tanıyabilmeleri gibisinden teknik noksanlar bir tarafa, akademik hırsızın biraz akıllı olanı çaldığı metnin cümlelerini ve paragraflarını değiştiriyor, ifadeyi başka bir şekle koyuyor ve neticede dünyanın parası verilen pogramlar çuvallıyor, çalıntı metin pir ü pâk görünüyor...
İntihali belirlemenin ve önlemenin ilk şartı bilgisayar programlarından medet ummak değil, bilgi ve akademik ahlâka sahip olmaktır! Tezlerin ve bilimsel yayınların raportörleri konuya ve kaynaklara hâkim oldukları takdirde önlerine gelen metnin yürütülüp yürütülmediğini zaten ilk bakışta anlayabilirler. Ama asıl önemli şart, denetimi yapan hocaların yayın mâzilerinin “Tencere dibin kara...” dedirtmeyecek şekilde temiz olmasıdır.

2 Ekim 2015

Murat Bardakçı - Akademik sıralamada ne bekliyoruz ki? (HABERTÜRK)

Habertürk’ün internet sitesinde okudum: Dünyanın en iyi üniversiteleri sıralamasında daha önce ilk ikiyüz arasında yeralan ODTÜ, İTÜ yahut Boğaziçi gibi Türk üniversiteleri, bu seneki listede oldukça gerilerde, beş ile altıyüzler arasında yer bulabilmişler... İlk 250 içerisinde hiçbir Türk üniversitesine yer verilmemiş, 251-300 bandına ise sadece Koç Üniversitesi girebilmiş, Sabancı Üniversitesi ile Bilkent de daha gerilerde yeralmış.

Önceki senelerde listeye giren bazı üniversitelerimizin rektörleri sıralamadaki gerilemeyi, değerlendirme kriterlerinde yapılan değişikliklere bağlıyorlar ve eğitimlerinin kalitesinde değişme olmadığını söylüyorlar.

Rektörlerin sözlerinde haklılık payı mutlaka vardır ama konunun asıl önemli boyutunu gözardı etmemek gerekir: Her vilâyete lise açar gibi üniversite kurmaya dayalı bir yüksek öğretim politikasından ne bekliyoruz ki? Sadece tabelâ, masa ve sandalye ile birkaç yardımcı doçentten ibaret ama kütüphanesiz ve araştırma için bütçesi olmayan kasaba üniversitelerinin Oxford, Columbia, Cambridge, MIT, Yale yahut Stanford ile aşık atmasını mı?

LİSELERDEN BİLE GERİYİZ

Meselenin başka bir tarafı daha var: Sadece yeni kurulan tabelâ üniversitelerinde değil, memleketin en eski ve vakti zamanında en ciddî olan üniversitelerinde sosyal bilimler alanında bugün verilen eğitimin, artık geçmişteki büyük liselerdeki kalitenin bile gerisinde kalmış olması...

Tıp, fizik, matematik yahut mühendislik gibi teknik alanlardaki eğitimin bugünkü kalitesi benim ilgi ve bilgi alanımın dışında olduğu için sadece sosyal bilimler alanından sözediyorum ama teknik alanlarda sık sık yaşanan bir derdi gayet yakından biliyorum: “İntihal”in, yani bilimsel hırsızlığın artık nasıl sıradan bir iş olduğunu, bu işi yapanların YÖK tarafından kulaklarından tutup kapıdışarı edilmeleri gerektiği halde hırsızlıklarının hafif yaptırımlarla yanlarına kâr kaldığını ve akademik hırsızların uzadıkça uzayan soruşturma sürecinin ardından “zamanaşımı” yahut “kanıt bulunamaması” gibisinden bahanelerle genellikle aklandıklarını...

İntihal konusunu son 20 küsur seneden buyana diline en fazla dolayan, unvanlı hırsızlar için sık sık yayın yapan ve yazdığını da takip eden gazetecilerin başında gelenlerden biri, herhalde bendenizim. Dünya kadar akademik hırsızlığı sergiledim, kanıtları ile yayınladım, işin üzerine hiç durmadan gittim ama ettikleri haltı her yönü ile belgelediğim unvanlı hırsızların hiçbirini akademik hayattan kapıdışarı ettirmeyi başaramadım. Bir yolunu mutlaka buldular, fakültelerin kurduğu komisyonlar yahut YÖK tarafından temize çıkartıldılar, hattâ bir-ikisi de ödüllendirilip mensubu oldukları fakültenin başına getirildi...

Verdirmeye muvaffak olduğum en ağır ceza, intihalcinin üniversite ile ilişkisinin üç aylığına kesilmesi oldu. Ama bu ceza sonradan affa girdi ve başkasının eserinin üzerine hiç sıkılmadan oturan akademik hırsız şimdi afra-tafrasıyla meşhur bir profesör olarak etrafa güya ilim nurları saçıyor!

KENDİNDEN BÜYÜK İNTİHAL

İntihal meselesi memlekette vak’a-i âdiyeden kabul edilir hâle geldiği için, üniversite hocalarının gönderdikleri yeni akademik hırsızlık dosyalarını artık yayınlamıyorum, zira netice çıkmıyor ve yazdığım takdirde hem köşemi, hem de zamanımı israf etmiş oluyorum...

Yine de geçenlerde gönderilen ve şimdiye kadar eşine-emsâline rastlamadığım bir intihalden bahsetmeden edemeyeceğim: Unvanlı hırsızın biri, Amerikalı bir fizikçinin 1955’te yayınladığı makalesini 2000’li senelerde almış, Türkçe’ye çevirmiş ve kendi adıyla neşretmişti! Yani, teknolojinin bu kadar hızlı geliştiği bir devirde kendisinden de yaşlı bir makaleyi çalmış, hırsızlığı farkedilince fakültesine şikâyet edilmiş ama açılan soruşturmadan sonuç çıkmamıştı!

Türkiye’de teknik konularda ciddî ve ileri memleketler ayarında yayın yapılmıyor mu? Tabii ki yapılıyor, hem de dünya kadar çalışma var ama bilim vasfını kaybetmiş, uyuşmuş ve hevesten nasibini almamış, üstelik mebzul miktarda intihalcinin bulunduğu akademik dünyamızda bu gibi emek mahsulü çabaların artık maalesef esâmileri okunmuyor.

Dolayısı ile tekrar sorayım: Rektörlerimiz böyle bir ortamda ne bekliyorlar? Oxford, Columbia, Cambridge, MIT, Yale yahut Stanford gibi okullar ile aynı kefeye konmayı mı?

23 Haziran 2014

Murat Bardakçı - Ver parayı al unvânı! (HABERTÜRK)

ÖNCE, diline ve imlâsına hiç dokunmadan aynen nakledeceğim şu duyuruya bir bakın:
"...Doktora tez çalışması hazırlamak ileri derecede akademik bilgi ve tecrübe gerektiren bir iştir. Aynı zamanda vaktinizin büyük kısmını alan bir çalışmadır. Zamanınız yoksa yada gereken bilgi ve tecrübeye sahip değilseniz akademik kadromuz bu işi sizin için üstlenmeye hazır. İletişim bölümümüzdeki tez talep formumuzu doldurarak çalışmanızla ilgili detayları ekibimizle paylaşmanız yeterli olacak, bundan sonraki süreçte danışman arkadaşlarımız sizlere en kısa sürede dönüş sağlayacaklardır". 


Şimdi okuyacağınız duyuru da, bir çeşit personel ilânı: 

Tez yazma bir sanattır. Akademik kuralları biliyorsanız çoğu kişi için bu iş bir çocuk oyuncağıdır. Ama öğrencilere gelin sorun bu iş çok sıkıntılı bir süreçtir. Tez yazma sürecinde öğrencilerin çoğu deyim yerindeyse bunalıma girer. Araştırma bölümü ayrı yazma bölümü ayrı sorundur onlar için. Ama tez yazma işi bir sektör olmuş vaziyette. Birçok kişi tez yazma işinden ciddi miktarlarda paralar kazanıyor. Eğer sizde tez yazma kurallarını biliyorsanız bu işi yapabilirsiniz. Bu işin piyasası sayfa başı ortalama 20 tl gibi bir ücrete şu sıralar yapılıyor. İlan ile ilgileniyorsanız kendinizi tanıtan ve iletişim bilgilerinizi bulunduran bir yorum bırakabilirsiniz".  

YÖK VE JÜRİLER NE YAPAR? 
 Bu ilânların ne için verildiğini anlamışsınızdır: Üniversitelerden birinde öğrencisiniz, bitirme tezinizi hazırlamanız lâzım, yahut yüksek lisans veya doktora yapıyorsunuz ve tezinizi yazıp teslim etmeniz gerekiyor diyelim... 

Artık oturup çalışmanıza, kaynakları araştırmanıza, toparladıklarınızı değerlendirmenize ve tez haline getirmenize hiç lüzum kalmamış... Bu işi sizin için yapmaya âmâde gruplardan yahut şirketlerden birine müracaat ediyor, konunuzu ve hazırlamanız gereken metnin uzunluğunu bildiriyor, parasını da veriyor, adamların yazdıkları bu sözüm ona metni üniversiteye götürüyor ve "bilim adamı" oluyorsunuz! 

İşte, üniversitelerin ve bilimin Türkiye'de geldiği son nokta! Bilim adaylığına soyunan herif yahut hatun çalışmaya üşeniyor, kafa patlatıp yorulduğu takdirde bir tarafından terler damlamasından da endişe ediyor ve parayı verip unvan sahibi oluyor! Gittikçe artan intihaller ile zaten mücadele edemeyen YÖK de, üniversiteler de, o üniversitelerin hocaları da tezin nasıl yapıldığından bîhaber olduklarından veya bildikleri halde uğraşmak istemediklerinden bu işe göz yumuyorlar... 

Kişilerin veya grupların öğrencilerin hazırladıkları tezleri YÖK'ün tez yazım kurallarına uygun şekilde yeniden tape ettirmelerini anlarım. Zira bu kurallar askerî talim nizamnamelerine rahmet okuturcasına "Sayfadaki boşluklar soldan iki, sağdan bir buçuk santim olacak; üstte bir virgül altmış iki mikron, altta da üç çeyrek milim boşluk bırakılacak, metni bilmemne fontunun bilmemne boyunda yazacaksınız, dipnotlar bunun beşte ikisi eb'adında yerleştirilecek, tez hocasının ismini de gözümüze sokarcasına koskoca koyacaksınız" gibisinden aşırı şekil şartları ile doludur. Jürilerin çoğu tezin muhteviyatından evvel şekline bakar, değerlendirmede önceliği görüntüye verirler. Dolayısı ile tez metnini bilgisayarda yazmak bazen tezin hazırlanmasından daha zahmetli olur; öğrencinin bu işi profesyonellere yaptırması, yani başkalarına tape ettirmesi anlaşılır bir iştir ama bu işe ayıracak parası varsa... 

TÜY DİKMEK İŞTE BUDUR! 
Ama yine parasını vererek tezin kaynak taramasını, araştırmasını ve üstüne üstlük bir de yazdırılmasını başkalarına yaptırtmaya ne diyeceğiz? Haydi, hoca, jüri ve hattâ YÖK tezin bu şekilde hazırlandığını farkedemeyip uyudu diyelim... Oturduğu yerden ve parasının gücü ile unvan sahibi olan bilim adamı adayının hiç mi utanması yok? 

İnternette böyle çalışan, yani "Ver parayı al unvânı" kuralıyla hizmet sunan ve yazının başında naklettiğim ilânlarından farkedeceğiniz gibi basit imlâ kurallarından bile bîhaber olan Türkçe fukarası dünya kadar sitenin verdikleri ilânların mevcudiyeti bir hakikati apaçık göstermektedir: Aklınıza gelen her yerleşim merkezinde köy okulu misâli üniversite açarsanız netice bu olur, üniversite kavramının da, bilimin de üzerine tüy dikersiniz. 

Türkiye'de bugün "tez" ve "üniversite" dendiğinde yapılan, işte sadece budur! 

21 Şubat 2014

Murat Bardakçı - Bu uygulama intihali önlemez, sadece artırır (HABERTÜRK)

YÖK "intihal" yani "bilimsel hırsızlık" yönetmeliğinde değişiklik yapmış, intihalin bundan böyle "kamu görevinden çıkarma cezası" gerektiren bir suç olarak ele alınmasını öngörmüş ve kendisinde bulunan karar yetkisini de üniversitelere devretmiş.
Bir başkasının kitabının, makalesinin yahut çalışmasının tamamını veya bir bölümünü alıp üzerine isminizi koyarak kendi eseriniz, kendi buluşunuz gibi yayınladığınız takdirde, "intihal" yapmış olursunuz. Bu işi yapmakla adamın evinden eşyasını yahut cebinden parasını çalmak arasında hiçbir fark yoktur, düpedüz hırsızlıktır ama intihal bilimsel kişilikle yapıldığı için daha da büyük bir ahlâksızlıktır.
Akademik hırsızlık, üniversitelerimizde son senelerde almış başını gitmiş vaziyette... Hemen her vilâyette lise açar gibi en az bir üniversite ve bol bol da fakülte açıldığı için buralara gönderilecek kaliteli hoca sıkıntısı çekiliyor, yapılan yayınlar yahut yaptırılan tezler kontrol edilemiyor. Dolayısı ile akademisyen unvanlı zevâttan bazısının başkasının eserini babasının malı imişcesine alıp kullanmasının yani çalmasının önüne geçilemiyor; türlü türlü engellemeler, dost-ahbap ilişkileri veya siyasî baskılar yüzünden intihalle ilgili müeyyideler de uygulanamıyor ve neticede çalan çalana...
KURULLAR 'İLLALLAH' DEDİ!
İntihal, üniversitelerimizin artık rutin faaliyetlerinden biridir ve bu iş özellikle de fen bilimlerinde alıp başını gitmiştir. Akademik camiadaki intihaller 1980 sonrasında, özellikle de son on-on beş sene içerisinde zirveye ulaşmıştır ve eğitim tarihimizde bugün olduğu gibi üzerinde intihal gölgesinin bulunduğu bir başka dönem yoktur! YÖK hiç bitmeyen intihaller konusunda kendi bünyesi içerisinde tıp, fen bilimleri ve sosyal bilimler alanında üç ayrı "etik kurul" oluşturmuştu ve şikâyet dosyalarının bu kurullarda ele alınıp karara varılmasına çalışılıyordu... Ama intihal iddialarının ardı-arkası kesilmeyince kurullar iş yapamaz oldular. Üstelik ihbarlar sadece gerçek intihallerle sınırlı kalmıyor, bazı akademisyenler aralarında husumet olan meslekdaşlarının başını yemek için akla gelmesi bile zor metodlar keşfediyorlardı... Meselâ profesörün biri, bir başka profesörü kendine rakip mi görüyor? Üçüncü bir kişinin eserini alıyor, üzerine rakip gördüğü meslekdaşının ismini koyup yayınlatıyor ve sonra "Bu herif intihal yaptı!" diye YÖK'e şikâyet ediyordu. Hiçbirşeyden haberdar olmayan diğer hoca kendini temize çıkartmaya çabalıyordu.
HIRSIZA GÜN DOĞDU!
YÖK, etik komisyonlara gelen hırsızlık dosyalarının sayısının artması, komisyonlardan çeşitli baskılar yüzünden tartışılır kararlar çıkması, idarî mahkemelerin intihalciye verilen cezaların çoğunu bozması ve hukukî noksanların doğması üzerine, intihali geçtiğimiz günlerde "kamu görevinden çıkarma cezası gerektiren bir suç" haline getirdi ve kararı üniversitelere bıraktı. Etik kurullar artık sadece doçentlik tezlerindeki intihal suçlamalarını inceleyip karara bağlayacak, geri kalan bütün akademik hırsızlık iddialarını bundan böyle üniversiteler değerlendirecek. Senelerden bu yana çok sayıda intihali gündeme getiren birkaç gazeteciden biri bendenizim ama yaptıkları çalıntıları belgeleri ile yayınladığım akademik unvanlı hırsızların hiçbiri maalesef üniversiteden kapıdışarı edilmedi... Bir komisyonun hükmü başka bir komisyon tarafından bozuldu, mahkemeler kararları iptal ettiler, yahut araya birileri girip dosyaları ortadan kaldırdılar ve meydan intihalcilere kaldı! İntihal meselesi, YÖK'ün bu yeni uygulaması ile artık tam bir kumar halini almıştır! Akademik hırsızlık konusunda kararın üniversitelere bırakılmasıyla işin içine eş-dost bağlantıları ve siyasî baskılar girecek, neticede göstermelik bir-iki örnek dışında pek bir iş yapılamayacak ve hırsızlar ortada eskisinden daha fazla cirit atacaklardır!

16 Ocak 2013

Murat Bardakçı - İlim ve yolsuzluk meğerse ters orantılıymış! (HABERTÜRK)

MESELENİN hukukî tarafını, yani suç olup olmaması konusunu bir tarafa bırakalım: Redhack'in YÖK'e yaptığı siber saldırı, bazı üniversitelerin vahim vaziyette olduğunu, bilimin falan artık bir tarafa bırakıldığını ve fakültelerin tamamen bir yolsuzluk mekânı haline geldiğini gösterdi!

Hadisenin yaşanmasından sonra üniversitelerde yöneticilik yapan birkaç dostumla konuştum. Yüksek öğretim kurumlarında bu gibi işlerin artık vak'a-i âdiyeden olduğu konusunda hepsi hemfikirdi. Ama vurguladıkları bir husus vardı: Yolsuzluk iddialarının tamamının doğru olmadığını, üniversite yönetimine yani rektör ve çevresine muhalif olan hocaların senelerden buyana karalama kampanyasına giriştiklerini, karalamanın en kolay yolunun da ihalelerde yolsuzluk yapıldığı iddiasından geçtiğini söylüyorlardı.


Anlayacağınız, Redhack'in ele geçirip yayınladığı yolsuzluk belgelerinin bir kısmı iftiradan ibaretti, gerçekle bir alâkaları yoktu ama geri kalan iddialar maalesef doğru idi!
Bu durum üniversitelerin daha fazlasını söylemeye dilin ve kalemin varmadığı bir hâle düştüğünü göstermesi bakımından utanç verici olmaktan da öte bir vaziyettir!

YOLSUZLUK VE İNTİHAL
İhalelerde, özellikle de tıp fakültelerinin bünyesinde yapılan alımlarda dönen işler, bazı rektörler ile dekanların müteahhit firmalarla ilişkileri, üniversite yöneticiliğinin bu şekilde bir menfaat merkezi hâlini alması, öncelikle tek birşeyi gösteriyor: Bilimsel seviye ile yolsuzluk arasında ters orantı olduğunu, akademik eğitimin kalitesinin yerlerde sürünmeye başlaması ile beraber maddiyat hırsının zirveye çıktığını!


Ama, rezaletler sadece maddî alanda kalsa gene iyi; işin bir de akademik namus ve etik ile alâkalı tarafı da var: Başkasının eserini hiç utanmadan ve sıkılmadan çalıp üzerine kendi ismini koyarak yayınlamak demek olan "intihal" dediğimiz iş de artık haddi aşmış! Bilimsel hırsızlığı ortaya çıkartılan hoca hakkında komisyonlar kuruluyor, yürütme olduğu iddia edilen yayın satır satır inceleniyor, soruşturmayı yapan diğer hocalar unvanlı hırsıza hangi cezaların verilmesi gerektiği konusunda rapor üstüne rapor yazıyorlar ama netice koskoca bir sıfır! Hırsızlığın en aşağı seviyesi olarak mutlaka duyurulması gereken intihal, yapanın yanında kâr kalıyor.


Bunun böyle olduğunu, basında intihal hadiseleri üzerinde en fazla yazmış kişilerden biri olarak gayet yakından biliyorum. Son 15 sene içerisinde yirmiden fazla intihal konusunu gündeme getirdim, üstelik bunların bazıları uluslararası alanda yapılmış ve Türkiye'nin akademik şerefini lekelemiş hırsızlıklardı ama sadece ikisinden netice alabildim. Diğer hırsızlar zamanın YÖK başkanlarının "Bu adam bizdendir" diye kayırmaları ve türlü türlü bürokratik uzatma oyunlarıyla ceza falan almadılar ve akademik basamaklarda utanmazca yükseldiler!


Sonuca ulaştırdığımı söylediğim intihal rezaletleri ise öyle hırsızın üniversiteden kapıdışarı edilmesi ve akademik kapının suratına kapatılması ile falan neticelenmedi; iş yüzsüzlere sadece birkaç ay kademe ilerlemesi cezası verilmesi yahut unvan dağıtan jürinin yeniden toplanması gibisinden basit kararlarla güya halledildi, o kadar!

İSTATİSTİK MERAKI
Bütün bu maddî ve etik yolsuzlukların sebebi, 1990'lardan itibaren akademik alanda istatistikî büyümeye, yani üniversite diplomasına sahip olanların sayısını arttırmaya merak salmamız ve eğitimin kalitesine artık hiçbir şekilde önem vermememizdir. Eninde-sonunda mutlaka diploma alacak olan öğrenci sayısı arttıkça üniversiteler hantallaşmış, hantallaştıkça yolsuzluğun her çeşidi artmış, gelir getiren fakültelerin döner sermayelerinden üniversite yöneticilerine ödeme yapılması âdeti de işin tuzu-biberi olmuştur.


Denetim konusunda üniversitelerde son haftalarda konuşulanlar doğru ise ve hazırlanan yeni YÖK tasarısı ile denetleme kurulları kaldırılırsa, yolsuzluk ve intihal rezaletlerinin daniskasını asıl o zaman göreceğiz!

16 Kasım 2012

Murat Bardakçı - Akademik tez üniversitenin malıdır (HABERTÜRK)

YÖK'ün internette bir tez sitesi var...
Türkiye'deki üniversitelerde son senelerde yapılmış ne kadar master ve doktora tezi varsa, hepsinin biraraya getirilmesine çalışılıyor.
Araştırdığınız veya merak ettiğiniz konu hakkında kaynak aramak yahut aynı alanda daha önce çalışılıp çalışılmadığını mı öğrenmek istiyorsunuz? Siteye girip anahtar kelimeyi yazınca şimdiye kadar kimin ne yazdığını, ne ettiğini görebiliyorsunuz... Sizi alâkadar eden tezi PDF olarak bilgisayarınıza indirebiliyorsunuz ama öyle hepsini değil... İndirme kutusunu tıkladığınız zaman ekranda sık sık "Bu teze çoğaltma veya yayımı için izin belgesi olmadığından erişilmemektedir" diyen bir yazı çıkıyor. Yani, tezin sahibi çalışmasına ulaşmanıza, okumanıza ve istifade etmenize müsaade buyurmuyor!
Bu izin vermemenin sebebi, meçhul... Tez sahibinin akademik kıskançlığından mı, tezinde başkalarından birşeyler makaslamış olduğu için intihalinin ortaya çıkması endişesinden mi yoksa diğer bütün araştırmacıları hırsız gibi görüp kendi çalışmasını da yürütebilecekleri zannından mı, Allah bilir... Kaleme aldığı ve "tez" denen o metin sanki ilmî araştırma falan değil, devlet sırrı mübarek!
İhtiyaç duyduğumda yurtdışındaki üniversitelerden bazı tezleri senelerden buyana rahatça getirttiğim için yakinen biliyorum: Dünyanın hiçbir yerinde akademik tezler için "izin belgesi" diye birşey sözkonusu değildir. Uygulamada üniversitesine göre değişen bir "telif hakkı" meselesi vardır, parasını öder, istediğiniz tezi getirtip istifade edersiniz ve karşınıza "Bu çalışmaya ulaşmanıza sahibi izin vermiyor" gibisinden bir garabet asla çıkmaz!
 
YOK BÖYLE BİR LÜKS!
YÖK'ün bu şekilde bir sınırlamaya gitmesinin sebebinin ne olduğunu, tez sahiplerinden bir şikâyet mi geldiğini yoksa hukukçularının "Tezlerin de telif hakkı vardır, kamuya açarsanız başınıza iş gelir" gibisinden görüşleri ile mi yanıltıldığını bilmiyorum...
Akademik tezlerin de telif hakları vardır ama o hakkın karşılığı akademik unvan olarak ödenmiştir ve dünyadaki uygulama bu şekildedir...
Diyelim ki üniversitede bir konuda tez yapacaksınız, oturdunuz, çalışıp ortaya bir eser koydunuz ve teziniz üniversitenin jürisi tarafından kabul edilip size "master" yahut "doktora" unvânı verildi..
Yaptığınız çalışmaya ödenen telif bedeli, size verilen işte bu unvandır... Tezlerde "satış fiyatının yüzde bilmemkaçını tirajla çarp, çıkan meblâğdan yüzde şu kadar stopajı yahut gelir vergisini düş, hakkın olan telif ücreti aha işte bu kadardır!" gibisinden hesaplamalarla belirlenen maddî meblâğlar değil, "unvan olarak ödeme" sözkonusudur. Tezin sahibi telif hakkını unvan şeklinde almış olduğu için artık "Çalışmamı okuyucuya açmam, YÖK'ün sitesinde benim iznim olmadan yayınlanamaz, keyfimin kâhyası mısınız, cân-ı azîzim yazdıklarımı okumanızı istemiyor" gibisinden sınırlamalar koyma lüksüne sahip değildir. Çalışmayı kitap halinde yayınlama hakkı tabii ki eserin sahibine aittir ama tezlerin okuyucuya ve araştırmacıya açılması hakkı da eserin entelektüel bedelini unvan şeklinde ödemiş olan üniversiteye aittir ve dünyanın her tarafındaki uygulama bu şekildedir.
YÖK'e nâçizane hatırlatayım dedim...

11 Kasım 2011

Murat Bardakçı - Yüksek lisansın rezaleti, doktoranın sefaleti (HABERTÜRK)

GEÇENLERDE bir üniversitenin doçentlik jürisine katılan tarihçi arkadaşlar anlattılar: Anadolu'da yeni açılmış üniversitelerden birinden gelen doçent adayına konusu ile ilgili kaynakları nasıl araştırdığını sormuşlar, hazret şaka gibi bir cevap vermiş, "Google'a bakarım" demiş...
Hocalar önce şaşırmışlar, derken "Haydi evlâdım git, metodolojinin ne olduğunu Google'da biraz daha araştır ve iki sene sonra tekrar gel" deyip çaktırmışlar...
Birkaç senedir pek bir moda oldu: Adam e-mail gönderiyor, "Filânca konuda tez yapıyorum, konumla ilgili olarak hangi kaynaklara başvurmam gerektiğini bildirir misiniz?" diye soruyor. Kendini daha samimi hissedeni "Bu konuda elinizde bulunan kaynakları gönderirseniz sevinirim" diyor; tezini yahut ödevini teslim gününe kadar bilmemnesini yayıp oturmuş olanlar ise utanmayı falan bir tarafa bırakıp küstahça talep ediyorlar: "İki günüm kaldı, kaynakları hemen bildirirseniz sevinirim".
HOCA DA BİLMİYOR Kİ!
İşte, ilim merkezi üniversitelerimizin hâli... Bilim adamı adayı çalışmakla, araştırmakla ve hocaya sormakla öğreneceği kaynaklar hakkında ya Google'dan yahut e-mail'den medet umuyor!
Metod konusunda önceliği Google'a veren unvanlı akademisyenin yaptırdığı master ve doktora tezlerinin kalitesini düşünün: Fen bilimlerinde yapılan tezler hakkında bir şey söyleyemem, zira bilmediğim bir konu ama YÖK'ün internet sitesinden sosyal bilimlerle ilgili tezlere, özellikle de edebiyat ve tarih üzerine yapılan çalışmalara baktığınızda çoğunun lime lime döküldüğünü görürsünüz.
Meselâ, bir konu hakkında derinlemesine araştırma yapma, bilinmeyenleri ortaya çıkartma ve ortaya yepyeni bir eser koyma demek olan "doktora" kavramı, edebiyat alanında birkaç seneden buyana "metin yayınlama" seviyesine indi. Hocası, klasik edebiyat doktorası yapan öğrenciye birkaç asır önce yaşamış ikinci, hattâ üçüncü dereceden bir şairin divanını veriyor, "Al, bunu yayınla" diyor, öğrenci metni "h"nın altına çengel, "n"nin üzerine yay, "k"nın dibine de nokta koyarak yani transkripsiyon alfabesi ile yeni harflere çeviriyor, bir giriş, yarım sayfalık da bir sonuç ilâvesi ile bilgisayara giriyor ve buyurun size 2000'li senelere mahsus bir doktora tezi!
BİR AYDAN NE HABER?
İki hafta, haydi bilemediniz en fazla bir ay içerisinde başka bir alfabeye nakledilebilecek bir metne seneler harcatmak ve adına da "doktora" demek, ayıptır! Ama, memleketin dört bir köşesinde ortaokul açarcasına üniversite açılır ve tez hocalığı da kendi doktorasını Google vasıtası ile yapmış olan yardımcı doçente verilirse, netice böyle olur.
Yeni açılan ve hoca kadrosu zayıfolan üniversitelere tez yaptırma yetkisi verilmemesi konusu ciddî üniversite çevrelerinde birkaç seneden buyana zaten konuşuluyordu fakat çok haklı ve yerinde olan bu görüş, bir türlü hayata geçirilemedi. YÖK, yeni fakültelerin tez yaptırıp unvan verme yetkisini almak yerine başka bir uygulama başlattı, jürilerdeki akademik unvanlı hoca sayısını arttırdı ama netice hâlâ nafile ve tezlerdeki mâlûm kalitesizlik berdevam! Üstelik tez konuları ile ilgili koordinasyon da bir türlü sağlanamadı; bu işi yapacak bir merkez hayata geçirilemedi ve hâlen aynı konuda iki, üç, hattâ dört ayrı üniversitede aynı anda tez yaptırılıyor.
Doçentlik yahut profesörlük sadece kadro ile alâkalı unvanlardır, bir bilim adamının hayatı boyunca taşıyacağı tek akademik unvan "doktora"dır.
Ama bu kavram Türkiye'de artık böyle bol keseden dağıtılır hâle gelmiş olması yüzünden maalesef ayağa düşmüş vaziyettedir ve doktora yaptırma yetkisi lise ayarındaki yeni fakültelerden alınıp sadece köklü üniversitelere verilmediği takdirde tamamen yerlere serilecektir!

2 Ağustos 2010

Murat Bardakçı - Çakma tuğra, otlak fermanından makaslanmış (HABERTÜRK)

>>>>>>  Hadiseyi arşivdeki yabancı araştırmacıların basiretsizliği, cahilliği yahut birşeyler yapıyormuş gibi görünüp takdir görme çabası şeklinde yorumlayabilirsiniz ama böyle bir cür'etin neticesi bir hayli ağırdır. Arşivlerimizin saygınlığının yerle bir olması, belgelerimizin güvenilirliğinin ayaklar altına alınması ve çok daha önemlisi, Ermeni iddiaları konusunda senelerden buyana "Arşivlerimiz açıktır, bilima-damları gelsinler, araştırsınlar" diyen Türkiye'nin bundan böyle ciddiye alınmaması neticesini doğurabilir. Zira yabancı araştırmacılar "İngiliz Baş-bakanı'na bile uydurma belge hediye etmekten çekinmeyen Türk Arşivleri'nin bize göstereceği belgelerin acaba ne kadarı gerçektir?" diye düşünebilirler ve  artık kimseleri ikna edemezsiniz.>>>

4 Nisan 2010

Murat Bardakçı - Japonlara "Türkler hırsız" dedirten şarlatan (Gazete HABERTÜRK)

Japonya’da yaşanan ve şimdiye kadar eşi-benzeri görülmemiş bir bilimsel sahtekârlığın kahramanı olan bir Türk vatandaşının yalanlarla dolu öyküsü...
Japonlar’a “Bütün Türkler hırsızdır” dedirten fotomontajcı sahte astronot
Japonya’da, geçtiğimiz ay bilim tarihinde eşi görülmemiş utanç dolu bir bilimsel kandırmaca ortaya çıkartıldı. Tokyo Üniversitesi’nde mimarlık doktorası yapan bir bilim adamı adayının tezinin çalıntı, akademik geçmişi konusunda verdiği bilgilerin de yalan olduğu dünya bilim çevrelerini senelerce kandırdığı farkedildi. İşin üzücü olan tarafı ise, bunları yapan kişinin Serkan Anılır adında bir Türk olması...

Bu sayfada bu hafta “tuhaf” bir öykü okuyacaksınız...
Öykü hakkında aslında “tuhaf” değil, “utanç dolu” demem daha doğru olacak. Zira anlatacaklarım tamamen yalanların, kandırmacaların ve hayallerin üzerine kurulmuş bir hayatın, kısa bir müddet devam eden ama temelinde yine sadece palavraların yattığı bir yükselmenin ve ardından anî bir çöküşün hikâyesi...
Olayın kahramanının adı, Serkan Anılır... İsminin başında birkaç hafta öncesine kadar “Dr” harfleri, yani “Doktor” unvanı bulunan Serkan Anılır artık bu unvanı kullanamıyor, zira unvanı vermiş olan üniversite, Serkan Anılır’ın doktorasını iptal etti ve unvanı da geçen ay geri aldı. Gerekçe ise “intihal” yani bilimsel hırsızlık ve daha birçok suçlama...
Yabancı memleketlerdeki Türk bilim adamlarını yere-göğe koyamamak, ne iş yaptıklarını araştırma zahmetine katlanmadan yüceltmek, hattâ en önemli bilimsel projelerin başarılarını bile onlara mâletmek, basınımızın eski bir merakı, daha doğrusu gafletidir. Meselâ, NASA’nın sürdürdüğü Mars projesinin bir yerinde bir Türk mü çalışıyor, manşet hazırdır; “Mars’ı bu Türk fethedecek” gibisinden sözler edilir. İngiltere’de kanser araştırması yapan bir laboratuvarda görev yapan bir başka Türk mü var? Vatandaşımız sıradan bir laborant bile olsa hemen “Kanserin ilâcını bir Türk bulmak üzere” deriz.
Serkan Anılır da Türkiye dışında, Japonya’daki bir üniversitede görev yapan bir bilim adamı, daha doğrusu bir bilim adamı adayıydı. 1973’te Almanya’da bir Türk işçi ailesinin çocuğu olarak doğmuş, İstanbul’da Yıldız Teknik Üniversitesi’nin mimarlık bölümünü bitirmiş, Almanya’daki Bauhaus Üniversitesi’nde yükses lisans yapmış, mimarlık doktorasını Tokyo Üniversitesi’nde 2003’te tamamlamış, sonra bazı projelerde görev almıştı. Sümerce de dahil olmak üzere sekiz lisanı anadili gibi konuştuğunu, hattâ bir uzay âlimi olmasına rağmen, sümerologların tabletlerden yaptıkları tercümeleri yayınlamadan önce ona sorduklarını, hatalarını düzeltmesini rica ettiklerini anlatıyordu.
Gazetelerimiz ve televizyonlarımız, Serkan Anılır hakkında da senelerden buyana yukarıda sözünü ettiğim yüceltmelerin benzerlerini yazıp söylediler. Anılır’ın çok sayıda icat yaptığı ve Amerika’dan bunların patentlerini aldığı iddia edildi, NASA’nın uzaya göndereceği ilk Türk astronot olduğu söylendi, hattâ bir uzay asansörü projesi hazırladığı ve Japon Uzay Kuruluşu JAXA’nın da bu projeyi hayata geçirmek için milyarlarca dolar harcamaya hazır olduğu da ileri sürüldü. Üstelik, asansörün ismi bile hoştu: Atatürkçü genç bir bilim adamı olan Serkan Anılır, projesine “ATA” adını vermişti.
İş bu kadarla kalmadı ve bazı üniversitelerimiz basının estirdiği bu hayranlık rüzgârının etkisiyle olacak, Serkan Anılır’ı konferanslar vermesi için kampüslerine davet ettiler. Serkan Bey lûtfedip gitti, hem öğrencileri hem de hocalarını irşad buyurdu ve her konferanstan ve toplantıdan sonra gazetelerimiz tarafından yine göklere çıkartıldı. Yüceltme işine anlı-şanlı bazı köşe yazarlarımız da dahil oldular ve içlerinden Cumhurbaşkanı Abdullah Gül Japonya’yı resmen ziyaret ettiği sırada “Abdullah Bey hazır oralarda iken Türkiye’nin gururu olan Serkan Anılır’a da bir çay içmeye uğrasa” diyenler bile çıktı!
Basınımız bütün bu sözleri ettiği sırada Serkan Anılır’ın Japonya’da dar bir çevre ve oradaki Türk öğrenciler dışında pek tanıyanı yoktu ama, Anılır birkaç haftadan buyana oralarda pek meşhur. Sakın ola ki, şöhretinin sebebinin keşifleri, icadları yahut derin projeleri olduğunu zannetmeyin; Japonlar, Serkan Anılır’ı senelerdir bir güzel kandırıldıklarını daha yeni farketmeleri üzerine tanıdılar. Tokyo Üniversitesi, Anılır’ın doktora tezinin büyük bölümünün çalıntı olduğunu görüp tezi iptal etti ve ve tarihinde ilk defa verdiği unvanı geri aldı. Bunu diğer yalanların ortaya çıkması takip etti: Serkan Anılır’ın hiçbir icadı yoktu, aldığını iddia ettiği ödüllerin hepsi yalandı, başta “ATA Uzay Asansörü” olmak üzere bütün projeleri çalıntı idi, hattâ astronotluk iddiası bile palavraydı ve bazı Türk gazetelerinde de Anılır’ın yalan açıklamaları konusunda küçük haberler göründü.
Japonlar, özellikle de üniversite hocaları, millî hasletleri olan o ezelî ve ebedî nezaketlerinden dolayı birbirlerine şimdi açıkça “Biz bu kadar salak mıyız ki, bu adamın söylediği herşeye inanmışız?” diye soramıyorlar ve “Biz nerede hata yaptık” sorusunun cevabını arıyorlar.
Açık söylemem gerekirse, “Adam zaten düşmüş, yazmasam da olur” diye düşündüm ve bu konuyu böyle büyük şekilde yazıp yazmama hususunda birkaç gün boyunca kararsız kaldım. Ama, Tokyo’daki bazı Türk öğrencilerden gelen ve “Japon hocalar, bu olaydan sonra her çalışmamıza kuşkuyla bakıyorlar; peşinen hırsız damgası yemiş gibiyiz” gibisinden şikâyet mesajlarını ve yine Japonya’daki bazı bloglarda yazılanları okuduktan sonra yazmaya karar verdim.
Bu sayfada, Serkan Anılır’ın tamamı yalan çıkan ve herbiri birbirinden cür’etli olan iddialarının bazılarını görecek ve hayretler içesinde kalacaksınız.

Bu kadar çok yalan birkaç yıla nasıl olur da sığdırılır?
Serkan Anılır, Tokyo Üniversitesi’nde bulunduğu sırada astrofizik uzmanı ve Türkiye’nin NASA tarafından tanınmış ilk ve tek astronot adayı olduğunu, çok sayıda patent ve bilim ödülü aldığını söylemişti. Gazeteler, Anılır’ın Türkiye’ye her gelişinde başta “ATA Uzay Asansörü” olmak üzere projelerinin projelerinden bahsediyorlardı.
Ama, Tokyo Üniversitesi ile Japon bilim çevrelerinde Anılır hakkında sürdürülen araştırmaların sonuçları herkesi hayretler içinde bıraktı:
* Serkan Anılır, astrofizik eğitimi almamıştı, sadece mimarlık diploması vardı. Türkiye’nin ilk ve tek astronot adayı olduğu iddiası da uydurmaydı. Bu iddiasına dayanak olarak gösterdiği ve NASA’da çekildiğini söylediği uzay giysileri içindeki fotoğraf, Amerikalı astronot Richard Hieb’in resminin üzerine kendisinin yaptığı bir fotomontajdı ve giysinin modeli de oldukça eski idi. Üstelik “astronot adayı” olduğuna dair gösterdiği Türk Ulaştırma Bakanlığı antetli belge ile belgedeki imza da sahteydi. Belgenin sahte olduğunu Tokyo Büyükelçiliğimiz açıkladı, konuyu derinlemesine araştıran Asahi Shimbun gazetesi de Türk makamlarının bir başka yalanlamasını yayınladı.
* Sunduğu bilimsel yayın listesindeki çalışmalarının hiçbiri mevcut değildi. Makalelerin sadece isimleri vardı, bu yayınların yeraldığını söylediği bazı dergiler bile hiç yayınlanmamışlardı ve hayalî idiler.
* NASA’da eğitim gördüğü ve uzay projelerinde çalıştığı yolundaki iddiaları da yalandı. NASA, bu isimde birinin hiçbir programda görev almadığını açıkladı ve Anılır’ın iddiaları üzerine güvenlik soruşturması başlattı.
* Serkan Anılır, uzay programına Türk Hava Kuvvetleri’nde görevli generaller tarafından dahil edildiğini söylüyor, kanıt olarak generallerle çekilmiş bir fotoğrafını gösteriyor ve “konu askerî sır olduğu için fazla bilgi veremeyeceğini” söylüyordu. Sözkonusu fotoğraf incelenince İzmir’deki askerî bir yüksekokulda çekildiği ve Anılır’ın “general” olduğunu söylediği kişinin de bir öğrenci olduğu anlaşıldı. Serkan Anılır, bunun üzerine “Ben, şu anda Türk Silahlı Kuvvetleri’nde albay rütbesiyle görev yapıyorum” açıklamasında bulundu!
* Anılır’ın kendisine verildiğini iddia ettiği çok sayıdaki bilimsel ödüller hiçbir zaman verilmemişlerdi, yani bu iddiası da uydurmaydı. Üstelik vârolmayan sadece ödüller değildi, ödülleri verdikleri söylenen kurumların bir kısmı da yalandı. Meselâ, Cambridge Üniversitesi’nden fizik ödülü aldığını söylüyordu ama Cambridge’de böyle bir ödül yoktu!
* Serkan Anılır, iddialarının aksine hiçbir patent almamıştı. Uzay çalışmaları konusunda sahip olduğunu söylediği ve numarasını verdiği patent, akaryakıtlar ile ilgili olarak Amerika’da yapılmış bir buluşa aitti.
* Türkiye’de de oldukça ses getiren ve “Anılır’ın en önemli buluşu” olduğu söylenen “ATA Uzay Asansörü” projesi gerçek değildi. Anılır, Hırvat bilimadamı Ranko Artukoviç’in aynı isimli projesinden esinlenmiş ve uydurduğu hayalî projenin tanıtımını yaparken Nobel ödüllü bazı Amerikalı bilim adamlarının isimlerini de kullanmıştı. Tanıtım yayınındaki sunumun altında “Susumu Nara” adında bir Japon profesörün imzası bulunuyordu ama böyle bir profesör yoktu ve bu isim de Anılır tarafından uydurulmuştu. Üstelik, tanıtımda yeralan bilimsel çizimler de çalıntıydı.
* Serkan Anılır, “Uzay Asansörü” isimli bir kitap yazmış ve kitapta “Evrenin 11. Boyutu” adını verdiği bir teori üzerinde çalıştığını açıklamıştı. Teori, tamamen uydurmaydı, bu konuda yayınladığı kitabındaki çizimler de başka yayınlardan makaslanmıştı, hattâ “projenin resmi” olarak tanıttığı çizim, Brad Edward adındaki bir bilimadamının Discovery Dergisi’ndeki makalesinden çalıntıydı.
* Anılır’ın Tokyo Üniversitesi’ne 2003’te sunduğu doktora tezinin büyük bölümünün de “intihal” yani “çalıntı olduğu, aradan altı sene geçmesinden sonra, 2009’un sonlarında farkedildi. Üniversite bunun üzerine, geçen Mart ayının ilk haftasında tezi iptal etti, Anılır’a verdiği “Doktor” unvanını geri aldı ve “bu durumun nasıl olup da farkına varmadıklarında dolayı hayrette bulundukları” açıklamasını yaptı. Bunun üzerine Anılır’ın Japonya’da çıkmış olan birkaç kitabının yayını durduruldu, katılacağının duyurulduğu bütün toplantılar da iptal edildi,.

29 Mart 2010

Murat Bardakçı - Bilim dünyamızın habis uru: İntihal! (HABERTÜRK)

İNTİHAL, mâlumunuz, bir başkasının eserini “çalmak” demektir.
Kelime sözlüklerde her ne kadar “başkasına ait eseri kendisininmiş gibi yayınlama” gibisinden “inceltilmiş” ve “kibar” bir şekilde ifade edilmekte ise de, intihal, basbayağı bir hırsızlıktır. Adamın cebinden parasını çalmakla, birinin evine gizlice girip eşyalarını yürütmekle veya yankesicilikle intihal arasında hiçbir fark yoktur. Birinde çalınan paranız yahut malınızdır, diğerinde ise emeğinizin mahsulü olan göznurunuz, eseriniz!
HABERTÜRK Televizyonu’ndaki “Tarihin Arka Odası”nda, bundan birkaç hafta önce bir intihalden bahsettim. Afyon Kocatepe Üniversitesi’nde 2005 senesinde yapılan bir yüksek lisans tezi baştan sona çalıntıydı; hırsızlığı yapan kişinin hocalarına teşekkür ettiği önsözdeki birkaç cümle dışında her tarafı bir başka eserden makaslanmıştı! Hem de nereden? Benim bundan 15 sene önce çıkarttığım bir bestekârı konu alan ve bugün piyasada bulunmayan bir kitabımdan! Tezi yapan hanımefendi kitabımı bilgisayarının yanıbaşındaki tarayıcıya koymuş, sayfa sayfa tarayıp yazı dosyası haline getirip tez jürisine sunmuştu. Katlandığı tek zahmet işte bu tarama işi ve yazdığı kısa önsözde hocalarına ettiği teşekkürden ibaretti.

ÜNİVERSİTEYİ KUTLARIM
Tez jürisinde bulunan işinin erbâbı ve konuya her yönüyle vâkıf hocalar, bu çalıntıyı gözleri kapalı bir şekilde “yüksek lisans tezi” yani “eser” olarak kabul edivermiş, hırsızı unvan sahibi yapmışlardı.
Kitabımdan çalıntı olan tezi bulup televizyonda göstermemden ve hırsızlığı ayrıntılarıyla anlatmamdan sonra, Afyon Kocatepe Üniversitesi’nin Sosyal Bilimler Enstitüsü konuya el attı. Yeni bir jüri kurdular ve jüri biraç hafta içerisinde kararını verdi: Tezin çalıntı olduğu anlaşıldı, tez sahibine 2005’te verilmiş olan yüksek lisans diploması iptal edildi, üniversitenin rektörü de kararı onayladı.
Afyon Kocatepe Üniversitesi’ni meseleyi bu kadar kısa zamanda çözüme kavuşturduğu için tebrik etmem gerekiyor. Aynı üniversitenin diğer hocaları bundan beş sene önce önlerine gelmiş olan tezin kaynaklarını hiçbir şekilde araştırma zahmetine her ne kadar katlanmadan intihalciye “Maşallah” diyerek unvan vermişlerse de, hatadan şimdi dönülmüş ve üniversitenin namusu temizlenmiştir. Bu karar, ilgili kurullarının gündeminde dünya kadar intihal dosyasını bekleten ve zülf-i yâre dokunması endişesinden yahut çeşit çeşit ilişkiden veya endişeden dolayı bir türlü karara varamayan diğer üniversitelere de ders ve örnek olmalıdır!

MÜCADELEDE ÖNCELİK
Üniversitelerimizin en büyük derdinin bilimsel araştırmalardaki kalite düşüklüğü olduğunu zannederiz ama asıl dert çok başkadır ve intihalciliğin gittikçe artmış olmasıdır. İlimdeki noksanlar zamanla tamamlanabilir, yetersiz olan bilim adamının yerini ileride işinin erbâbı olanların alması da mümkündür ama bünyesi “intihal” denilen hırsızlıklarla mâlul olan ve dolayısı ile ahlâken çöken bir üniversitenin tedavisi artık mümkün değil gibidir.
İntihal, üniversitelerimizde artık maalesef rutin bir faaliyet olmuştur. Bu iş özellikle fen bilimlerinde almış başını gitmiştir, bazı hocalar taşıdıkları unvanı çalmış oldukları eserlere borçludurlar, hatta intihaller arasında bundan 50 sene önce yayınlanmış eserlerden makaslamalar bile mevcuttur. Açılan soruşturmaların çoğunda bir karar alınamamaktadır, çalışmanın çalıntı olduğu konusunda karar verilmiş olsa bile, hırsızlığı satır satır belirlenen bazı üniversite mensupları dava açmakta ve mahkemeler iptal kararlarını bozmaktadır.
Tekrar söyleyeyim: Üniversitelerimizin bilimsel seviyesini yükseltmeye çalışmak tabii ki gerekmektedir ama bilim dünyasının içini bir ur gibi sarmış olan bu intihal belâsı ile mücadeleye öncelik verilmesi artık şarttır!

8 Şubat 2010

Murat Bardakçı - Ünvanlı hırsızlarımız (HABERTÜRK)

TELEVİZYONDA geçen hafta, Afyon'daki Kocatepe Üniversitesi'nde yapılan bir intihalden, yani bilimsel hırsızlıktan bahsetmiştim...
Müzik konusunda yüksek lisans yapan bir hanım benim seneler önce çıkarttığım ama şimdi mevcudu olmayan bir kitabımı almış, tarayıcıya koyup hemen her sayfasını metin dosyası haline getirmiş, üzerine imzasını atıp ciltletmiş, başta tez danışmanı hoca olmak üzere, jüri bu hırsızlık malını kabul edip intihalci öğrenciye akademik ünvan vermişti.
Adına "tez" denilen bu çalıntının sayfalarını çevirirken dehşet içinde kalmıştım; zira elimden bugüne kadar intihal mahsulü birhayli "eser" geçmişti ama böylesini görmemiştim! Kitabımı sayfa sayfa taradıktan sonra ilk sayfasına ismini koymaya utanmayan hatun, metinde benimle alâkalı olan yerleri, yani kendimden bahsettiğim kısımları bile çıkartma zahmetine tenezzül etmemişti. Anlayacağınız, tezde konuşan bendenizdim, tez jürisi ise derin bir gaflet uykusunda idi!
Çalıntıyı televizyonda teşhir etmemden sonra Afyon Kocatepe Üniversitesi'nden aradılar, "Gereğini yapıyoruz, resmî muamele tamamlandıktan sonra tez iptal edilecek, öğrencinin ünvanı geri alınacak" dediler, şimdi neticeyi bekliyorum.

ÇALAN ÇALANA!
Üniversitelerimizin şu andaki en büyük derdi, bence bu intihal hadiseleridir, özellikle de fen bilimleri ile ilgili tezlerde batılı araştırmalardan yapılan aşırmalar artık haddi aşmış vaziyettedir.
Ve, hemen her ilde bir üniversite açma hevesimizden dolayı, unuttuğumuz bir kural: Lisans eğitimi ile lisansüstü eğitimler, birbirinden farklı konulardır. Biri temel bilgiler vermeye, diğeri akademik kadrolar yetiştirmeye yararlar. Ama, bu kural, Türkiye'de senelerden buyana gözardı edilmiştir ve "bilim adamlığının ilk basamağı" demek olan yüksek lisans eğitimi, bugün birçok üniversitede akademik araştırma maksadıyla değil, öğrenciye lisan döneminde her nedense gereği gibi öğretilemeyen bilgileri ezberletmeye yaramaktadır.
YÖK'ün internet sitesine girin, özellikle de yeni kurulmuş üniversitelerde yaptırılan sosyal bilimlerdeki tezleri bir gözden geçirin: Bu tezlerin çoğunun akademik araştırma değil, sıradan bir mezuniyet tezi kimliği taşıdıklarını görürsünüz.

YETKİ SINIRLAMASI
Dolayısıyla, yapılması gereken, yüksek lisans yahut doktora gibi akademik ünvanların, önüne gelen her üniversite tarafından dağıtılmasına artık bir son verilmesi, yeni üniversitelerin akademik ünvan verme yetkilerinin ellerinden alınması ve bu işin yeterli ilmî seviyeye sahip olan ciddî ve köklü kurumlara bırakılmasıdır. Böylelikle, akademik kadrosu kuvvetli olmayan üniversiteleri bitiren ve lisans üstü eğitimlerini ciddî bir kurumda yapmaya hak kazanan gençler, o kurumlardaki işi bilen hocaların elinde hem lisans dönemindeki eksiklerini tamamlayacak, hem de akademik araştırmanın ne olduğunu lâyıkiyle öğrenebileceklerdir.
Unutmayalım: Yeni kurulan, yeterli ve güçlü akademik kadrosu bulunmayan, sadece binadan ibaret olan ama kapısında "Üniversite" yazan kurumlardaki ilmî noksanları zamanla tamamlamak mümkündür fakat kaybolup giden ilmî ahlâkı yerine getirmek çok zor, hattâ imkânsız gibidir.

12 Mart 2008

Murat Bardakçı - İntihalciler artık sağlığımızı bile tehdit ediyorlar (HABERTÜRK)

Dün, İstanbul Teknik Üniversitesi’nde “Bilim ve Etik Paneli” yapıldı. Ana konu, üniversitelerde gittikçe artan “intihal”, yani “bilimsel hırsızlık” olaylarıydı.
Prof. Dr. Tayfun Akgül’ün organize ettiği panele, ben de katıldım. Türkiye’de intihal konusunda son 10 sene boyunca en fazla yazan gazetecilerden biri olmam dolayısıyla intihal hadiselerini bildiğimi zannediyordum ama konuşmacıların anlattıklarını dinleyip verdikleri örnekleri görünce, aslında hiçbirşey bilmediğimi farkettim. Bilimsel soygunculuklar inanılmaz derecede artmış, isimlerinin başında “Prof.”, “Doç.” yahut “Dr.” gibisinden bilimsel ünvan taşıyan akademik hırsızlar akla-hayâle gelmeyecek yepyeni makaslama metodları icad etmişlerdi.
“İntihal” kelimesi, sözlüklerde genellikle “başkasının eserini kendisininmiş gibi gösterip yayınlama” şeklinde açıklanır ama bence düpedüz hırsızlıktır, üstelik hırsızlığın en pespaye şeklidir. Sıradan bir hırsız paranızı, malınızı yahut bir başka kıymetli eşyanızı çalan kişidir ama intihalde fikrinizin, düşüncenizin ve emeğinizin üzerine oturulması sözkonusudur. Zira, intihalci sizin için çok daha kıymetli olan birşeyi, aylarınızı, hattâ bazen senelerinizi sarfederek verdiğiniz eseri, düşüncenizi ve göznurunuzu çalmıştır ve bunun kıymetinin parayla, pulla, fiyatla, vesaireyle ölçülmesi mümkün değildir. İntihalin, hırsızlığın ve sahtekârlığın en aşağılık biçimi olmasının sebebi işte budur.
İTÜ’nün Ayazağa’daki kampüsünde yapılan panelde, konuşmacılar akademik ünvanlı hırsızları ve geliştirdikleri makaslama metodlarını bir bir sergilerlerken, açıkçası dehşete düştüm. İlim merkezlerimiz olması gereken üniversitelerde yapılan böyle hırsızlıklara alışkındım ama, konunun beni hayretler içerisinde bırakan bir başka tarafı, son bir-iki sene içerisinde mahkemelik olan intihal olayları karşısında üniversite yönetimlerinin ardından adaletin takındığı tavırdı.
Üniversitelerin intihal olayları karşısında ne kadar sessiz kaldıklarını kendi yazdıklarımın neticesinden biliyordum. Akademik hırsızlık olayıyla karşılaşan yönetim bu işi genellikle örtbas etme yolunu tercih ederdi; zira “tencere dibin kara, seninki benden kara” misali vaziyetler sözkonusuydu. Seneler boyunca yazdığım ve belgeleriyle ortaya koyduğum dünya kadar intihal hadisesi önce YÖK, ardından da rektörlükler yahut dekanlıklar sayesinde örtbas edilmiş, sadece tek bir intihalciye birkaç aylık veza verilmiş, hemen ardından o ceza da affedilmişti.
Dünkü panelin beni daha fazla şaşırtan tarafı, adeletin bu konuda vermeye başladığı kararlar oldu. Bir örnek: YÖK’ün mucidi Prof. İhsan Doğramacı’ya ait olan “Annenin Kitabı” isimli eserin bir bölümünün Amerikalı bir yazarın kitabından çalıntı olduğu bundan yıllarca önce ortaya çıkmış; Doğramacı intihali gündeme getiren bir meslekdaşını, Prof. Dr. Hasan Yazıcı’yı dava edip tazminat istemişti. Senelerce süren dava geçenlerde Yargıtay’da yapılan son duruşmada sonuçlanmış ve Prof. Yazıcı, Prof. Doğramacı’ya tazminat ödemeye mahkûm olmuştu ama kararda bir tuhaflık vardı: Yüksek mahkeme Prof. Doğramacı’nın Amerikalı yazarın eserinden izinsiz alıntı yaptığını kabul ediyor fakat kitabın akademik bir yayın olmaması sebebiyle ortada intihal hadisesinin mevcut bulunmadığını söylüyordu. Anlayacağınız, ortada birilerinin “evsahibini bastırması” hadisesi vardı.
Prof. Dr. Hasan Yazıcı, davayı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne taşıdı. Türkiye’nin bu en meşhur intihal hadisesinin son kararı, artık Strazburg’da verilecek.
Türkiye, Çin ile beraber, özellikle de tıp alanında yazılan makalelerin sayısı bakımından bugün dünyada en fazla sayıda yayın yapan ülkelerinin başında geliyor. Ama bu yayınların çok az bir kısmı orijinal araştırma neticesi, neredeyse tamamı yürütme ve dolayısıyla bundan böyle hepimiz dikkatli olmak zorundayız. Zira, intihaller, özellikle de tıbbî alanda yapılan çalıntılar artık sağlığımızı tehdit eder hâle geldiler. Panelde önce Prof. Hasan Yazıcı’nın, daha sonra da Prof. İzge Günal’ın anlattıklarına göre intihal edilerek yahut masabaşında uydurma yollarla kaleme alınan tıbbî makalelerdeki hatalar, doktorların bu makalelerde yazılanları uygulamaları halinde ölümlere sebebiyet verecek derecede.
Biz hâlâ türban meselesiyle uğraşaduralım... İlim merkezlerimiz olması gereken üniversitelerimiz şimdi bu haldeler ama ne gam!

!

Türkiye yırtıcı, şaibeli, sahte ve fake dergilerde en çok yayın yapan 3. ülke

Predatory journals: Who publishes in them and why? - Selçuk Beşir Demir Dünyanın en prestijli dergilerinden biri olan Elsevier tarafınd...

Predatory journals: Who publishes in them and why?

.....................................................................


...
...
...

* Rastgele Yazılar




.