29 Haziran 2016
Kemal Göktaş - Akademide intihal depremi (Cumhuriyet)
Boğaziçi Üniversitesi’nde yapılan bir araştırma, yüksek lisans ve
doktora tezlerinin yüzde 34’ünde “ağır intihal” yani bilimsel hırsızlık
yapıldığını ortaya koydu. Vakıf üniversitelerinde intihal oranı yüzde 46
seviyesine çıkarken kamu üniversitelerinde bu oran yüzde 31 oldu.
Bilimsel çalışmaların “orjinal” olup olmadığını gösteren benzerlik
indeksinde de dünya ortalaması yüzde 15 iken Türkiye’de bu oran yüzde
28.5 çıktı.
“Akademik yazı kalitesi” ile ilgili bir çalışma yürüten
Boğaziçi Üniversitesi Eğitim Politikaları Araştırma ve Uyguluma Merkezi
(BEPAM) bu kapsamda 2007-2016 yılları arasında yazılmış 470’i yüksek
lisans ve 130’u doktora tezi olmak üzere 600 tezin incelenmesini
tamamladı. Bu tezlerin 477’si kamu, 123’ü vakıf üniversitelerinde
yazılmıştı ve 89’u İngilizce ve 511’i de Türkçe idi. Tezlerin
incelemesinde “turnitin intihal programı” kullanıldı ve programın her
bir çalışma için ayrı ayrı belirlediği benzerlik indeksi kullanıldı.
Yapılan çalışmanın ne kadar orijinal olduğunu ifade eden
benzerlik indeksinin dünyada kabul edilen seviyesi yüzde 15 iken
Türkiye’de yapılan tezlerde bu oran yüzde 28.5 çıktı. Bu da Türkiye’de
yapılan çalışmalarda ortaya yeni bir şey konamadığı ve çalışmaların
sıklıkla bir birini tekrar eden araştırmalar olduğunu gösterdi. Çalışma
kapsamında İngilizce tezlerin benzerlik indeksi yüzde 24 iken, Türkçe
tezlerde bu oran yüzde 29 oldu. Kamu üniversitelerinde benzerlik oranı
yüzde 28, vakıf üniversitelerinde ise yüzde 31 çıktı. Bu da kamu
okullarında yazılan tezlerin daha iyi durumda olduğunu gösterdi.
Her 3 tezden biri çalıntı
Çalışmanın amacı intihal olmamasına rağmen araştırma sırasında
yüksek intihalli tezler görmezden gelinemeyecek kadar çok olunca bu
tezler intihalli olarak işaretlendi. Araştırma sonucunda 207 tezin, yani
tezlerin yüzde 34’ünün yüksek intihalli olduğu ortaya çıktı.
Kamu okullarında intihalli tez sayısı 150 iken (yüzde 31),
vakıf okullarında bu sayı 57 (yüzde 46) oldu. Yüksek lisan
tezlerinde intihalli olanların sayısı 173 (yüzde 36) iken, doktora
tezlerinin sayısı 34 (yüzde 26) oldu. İngilizce tezlerde bu sayı 25
(yüzde 28) ve Türkçe tezlerde 182 (yüzde 35) oldu.
“Ciddi bir ahlak sorunu var”
Çalışmayı yürüten araştırmacı Dr. Ziya Toprak, konuya ilişkin
yaptığı değerlendirmede araştarmanın öğrencilerin tez
yazmayı, akademisyenlerin de tez yazdırmayı bilmediğini ortaya
koyduğunu söyledi. Türkiye’de hiç bir üniversitede yazıyı bilgi
üretmenin ana aracı olarak gören bir Akademik Yazı Merkezi’nin
bulunmadığını belirten Toprak “Ülkemizde maalesef ciddi boyutlarda etik
sorunlar bulunmaktadır. Kuşkusuz bu araştırmada ortaya çıkan intihal
vakaları arasında bilmeden intihal yapanlar vardır. Ancak
araştırmanın bulguları yüksek intihalli tezler ile ilgilidir. Yani
ciddi seviyelerde intihal söz konusudur. Burada bir ya da iki satır yada
bir paragraftan söz etmiyoruz. Bilerek yapılan intihaller bunlar, bu
da ciddi bir ahlak sorunu olduğunu düşündürtmektedir.” dedi. Toprak,
İngilizce yazılan tezlerin İngilizce eğitim veren üniversitelerde
yazıldığı düşünüldüğünde benzerlik ve intihal oranları bakımından
Boğaziçi, ODTÜ ve Bilkent gibi okulların Türkiye ölçeklerine göre daha
iyi durumda olduğunu kaydetti.
Yılda 25 bin tez yazılıyor
Türkiye’de özellikle son yıllarda doktora ve yüksek
lisans çalışmalarında büyük bir artış yaşandığına dikkat çeken Toprak
“YÖK Ulusal Tez Merkezine girilen tez sayısı 1999 yılında 11 bin 39,
2004 yılında 16 bin 343, 2009 yılında 21 bin 350 ve 2014 yılında 25 bin
730 olmuştur. Kuşkusuz bu sayının artmasında vakıf
üniversitelerinin sayısındaki artış ile birlikte eğitimin ’kariyer
yapmada’ gittikçe artan önemi yadsınamaz” dedi.
İntihal, bir başkasına ait bir fikri, düşünceyi ya da
kavramı sahibine atıfta bulunmadan kullanmaya yani akademik hırsızlığa
verilen isim.
18 Haziran 2016
Yalanlar Üzerine Kurulmuş Bir Kariyer: ''Dr.'' Serkan Anılır’ın Doktora Tezi ve Araştırma Sahteciliği Vakası - (Evrim Ağacı)
"Serkan Anılır'ın ismini belki gazetelerden ve bazı bilim dergilerinden
duymuşsunuzdur. Bir aralar çeşitli illerde bilim konuşmaları yapan, uçuk
kaçık bilim projeleriyle halkı heyecanlandıran, hatta NASA'nın ilk Türk
astronotu olduğunu iddia ederek ün yapan bir şahıstı. Detaylarını
makalemizde vereceğiz; ancak Serkan Anılır'ın hayatı, edebiyat ve
bilimin en tehlikeli düşmanlarından birisi olan veri uydurma ve aşırma
(intihal) suçlarının en ilginç örneklerinden birisidir. Serkan Anılır'ın
yaptıkları, bir insanın kariyerini intihal ve yalanlarla nasıl yerle
bir edebileceğinin en ilgi çekici örneğidir. Çünkü Anılır'ın hayatında
yaşananlar, sadece 1-2 çalışmanın sağdan soldan aşırılması değil, koca
bir kariyerin yalanlar ve intihaller üzerine kurulu olmasının bir
örneğidir.
Texas Tech Üniversitesi'nde aldığım "Mühendislik Pratiği ve Araştırmalarında Etik" isimli
doktora dersinin dönem projesi olarak Serkan Anılır ile ilgili
internette yer alan bilgileri bir araya getirerek bir derleme yapmak ve
hayatın her alanında etiğin ne kadar büyük öneme sahip olduğunu
göstermek istedim. Bu araştırma makalesi, bu ders için yaptığım
araştırmaların ve analizlerin bir sonucudur.
Umuyorum ki günümüz ve gelecekteki bilim insanlarına ilham ve uyarı olur. " >>>
13 Haziran 2016
Murat Bardakçı - İntihali yakalama programlarına dünyanın parası veriliyor ama işe yaramıyor! (HABERTÜRK)
HIRSIZLIĞIN en seviyesizi, en berbatı ve en utanmazca olanı “intihal”, yani başkasına ait eserin üzerine imzasını koyup kendisininmiş gibi yayınlamaktır.
Bu pespayelik üniversitelerimizde son zamanlarda maalesef arttıkça arttı...
Türkiye’de intihal konusunda en fazla yayın yapan gazetecilerden
biri, herhalde bendenizim. Senelerden buyana intihalcileri teşhir
maksadıyla elimden geleni yaptım, hırsızlıklarının belgelerini
yayınladım, YÖK’ü göreve çağırdım ama tek bir hadise, Afyon’daki
Kocatepe Üniversitesi’nde yapılan bir hırsızlık dışında hiçbirinden tam
bir netice alamadım.
“Netice” derken intihal konusunda Batı’daki yaygın
uygulamayı, yani intihalcinin üniversite ile ilişkisinin ebediyyen
kesilmesini kastediyorum!
Bizim hırsızlarımız ya “zamanaşımı” gibi akademik camiada mevcut bulunmaması gereken bir bahane veya “Hırsızlık etmiş ama sadece bir lira çalmış, bin lira çalmış olsaydı gereğini yapardık” misâli “metindeki intihal yüzdesinin düşük olması” şeklindeki daha da garip bir yorum ile aklandılar; hırsızlık dosyaları sümenaltı edildi.
İNTİHALCİYİ DEKAN YAPTILAR!
İntihalcilerle en fazla didiştiğim dönem, Prof. Kemal Gürüz’ün
YÖK’ün başında bulunduğu günlerdi. Akademik hırsızları afişe etmek için
aynı hadiseler ve aynı şahıslar hakkında haftalarca ardarda yayın
yaptım.
Meselâ, İngiltere’deki bilimsel bir kongreye katılan bir grup Türk
akademisyenin ortaklaşa hazırladıları tebliğin çalıntı olduğu
anlaşılmış, kongreden kapıdışarı edilmişler ve düzenleme heyeti
tarafından Avrupa’nın önde gelen meslekî yayınlarına “Bu adamlar hırsızdır, makale gönderdikleri takdirde sakın ha yayınlamayın, çalmış olabilirler”
diye unvanlı hırsızlarımızı ve üniversitelerimizi rezil eden uyarılar
yollanmştı. İngiltere’deki rezaleti ve intihalcilerin isimlerini
defalarca yayınladım. Prof. Gürüz birkaç defa arayıp “merak etmememi, akademik hırsızlar hakkında ne gerekiyorsa yapılacağını”
söyledi ve vaadini sağolsun tuttu: Devr-i iktidarında yayınladığım
bütün intihal dosyaları rafa kaldırıldı, hattâ intihalcilerden biri
dekan bile yapıldı!
Akademik hırsızlar hakkında bugün de ihbarlar gönderiyorlar, sık sık
dosyalar yollanıyor ama bu konuda artık hiçbirşey yazmıyorum! Zira hem
bu işlerden netice çıkmayacağını, üniversitenin “Kol kırılır yen içinde kalır”
sözünü doğrularcasına intihalcilerin hakkından gelmeme konusunda azimli
ve hattâ yeminli olduğunu öğrendim, hem de bazı ihbar mektuplarını
gönderenlerin Türkçe fukaralığı meramlarını anlamama imkân vermiyor!
Üstelik “intihal” gibi bir ahlâk düşkünlüğünün bile ideolojik didişme mevzuu hâline getirilmesi, sadece mide bulandırıyor!
İŞ, ‘TEMİZ’ RAPORTÖRDE BİTER!
İntihal derdi YÖK’ün başını da fena halde ağrıttığından olacak,
üniversitelere bazı intihal programlarını satın alma talimatı
verilmiş...
Önceki senelerde Amerika’da öğrencilerin ödevlerini başkalarından aynen makaslayıp makaslamadıklarını yahut internetten “kes-yapıştır”
şeklinde alıp almadıklarını belirlemek için kullanılan programlar
birkaç sene önce akademik seviyeye yükseltilmişti. Tezler ile bilimsel
makalelerin özgünlükleri de bu programlar sayesinde belirleniyordu.
YÖK emredince birçok üniversite bu programları aldı, kullanmaya başladı ama çabalar bir işe yaramadı!
Programlar fen bilimleri ile ilgili yayınlarda hırsızlık olduğu
takdirde bir yere kadar ortaya çıkartabiliyor, çalıntının yüzdesini
verebiliyor ama iş sosyal bilimlere gelince kalakalıyor! Zira
programların Türkçe metinleri ve mukayese edilecek kaynakları
tanıyabilmeleri gibisinden teknik noksanlar bir tarafa, akademik
hırsızın biraz akıllı olanı çaldığı metnin cümlelerini ve paragraflarını
değiştiriyor, ifadeyi başka bir şekle koyuyor ve neticede dünyanın
parası verilen pogramlar çuvallıyor, çalıntı metin pir ü pâk
görünüyor...
İntihali belirlemenin ve önlemenin ilk şartı bilgisayar
programlarından medet ummak değil, bilgi ve akademik ahlâka sahip
olmaktır! Tezlerin ve bilimsel yayınların raportörleri konuya ve
kaynaklara hâkim oldukları takdirde önlerine gelen metnin yürütülüp
yürütülmediğini zaten ilk bakışta anlayabilirler. Ama asıl önemli şart,
denetimi yapan hocaların yayın mâzilerinin “Tencere dibin kara...” dedirtmeyecek şekilde temiz olmasıdır.
2 Haziran 2016
Prof. Dr. Zafer Ercan - YOZLAŞTIRILAN AKADEMİ: TEŞVİK ( Bilim ve Gelecek)
Sevgi ve onun gelişimi parayla yapılabilir mi? Örneğin ‘sen bunu sev
sana para vereyim’ yaklaşımı neyi üretir sorusunu soralım. Yanıtımız da
‘fahişeliği üretir’ olsun. Yazımıza bu soru ve yanıtı aklımızın
merkezine yerleştirerek başlayalım.
Bu yazının anahtar kelimesi teşvik daha doğrusu akademik teşviktir.
10-15 yıl önce ortaya çıkan ‘ilk 500’e giren üniversiteler’ sıralamalarla başlayan ve dönemin başbakanının ‘eyy ODTÜ, sen neden ilk 500’e giremedin? Önce onu söyle’ suçlamaları ile devam eden süreç bu işin nerelere doğru evrileceğinin işaretlerini veriyordu.
Üniversiteleri yarıştırmak, piyasalaştırmak üniversite geleneğine aykırıdır. Ama kapitalizmin bir değer kaygısı olmadığı gerçeği dikkate alındığında şaşılacak bir durumun olmadığını da kendi doğallığı içerisinde analiz etmek gerekiyor. Alınganlığa gerek yok.
Sayı saymayı yeni öğrenmeye başlayan, bugün 10’a kadar, ertesi gün 100’e kadar, sonraki hafta 1000’e kadar sayan 7-8 yaşlarındaki çocuğun heyecanı elbette anlaşılabilir ve teşvik de edilebilir. Ancak öğretim üyelerinin her geçen gün daha fazla sayı saymasını bir araştırma ve başarı olarak gören ve bunu ödüllendiren üniversite yapısına ne denilebilir? Böyle bir yaklaşımın yaratabileceği boğucu ortamın nasıl olabileceğini ve kimleri boğabileceğini tahmin edebiliyor musunuz? Katılmış olduğum bir akademik toplantıda, on bir bölüm başkanının kendilerine verilen beşer dakikalık konuşma süreleri içerisinde, konuşmalarının tamamının “Bölümümüzde şu kadar yayın yapılmıştır. Şu kişi en fazla yayını yapan kişidir. Kendisini tebrik ediyor ve başarılarının devamını diliyoruz…” biçiminde olması, niteliğe yönelik hiçbir değerlendirme yapılmayıp, dinleyicilerden de bırakın bu garip duruma tepki göstermeyi, mevcut durumun alkışlanması neyi gösterir?
Bir teşvik doğuyor
Erdal İnönü’ün TÜBİTAK’tan sorumlu bakan ve Tosun Terzioğlu’nun TÜBİTAK başkanı olduğu dönemde SCI-E indeksine giren akademik dergiler sınıflanmış ve bu dergilerde yayın yapan öğretim üyeleri ‘parayla teşvik’ edilmişlerdi. Bu teşvik sürecinde yapılan çalışmanın niteliğiyle kimseler ilgilenmemişti.
Bir zamanlar Cumhuriyet gazetesinin cuma günleri eki olarak çıkartılan Bilim ve Teknik Türkiye’deki üniversitelerde en fazla yayını olan kişileri kapak sayfasında listeleyerek bu öğretim üyelerini Türkiye’nin en başaralı araştırmacıları olarak sunmuştu. Listede isimleri olan birçok öğretim üyesinin koltuklarının altında bu dergiyi büyük gururla taşımaları çok tuhafıma gitmiş ve o ana kadar saygı duyduğum ve aydın olarak gördüğüm/sandığım bu kişiler konusunda kafamda şüpheler oluşmuştu.
Teşvik, sonrasında ODTÜ tarafından da çok sevilmiş, okşanmış, büyütülmüş ve kendi üniversitelerinde uygulanmıştır. Bu uygulamanın mimarı da uzun süre ODTÜ’de rektörlük yapmış olan Ural Akbulut’tur.
Daha sonraları SCE-I dergilerine giren paralı dergiler inanılmaz bir artış göstermiş ve TÜBİTAK’ın teşviki bu dergi şirketlerine para akıtan bir kurum haline dönüşmüştür. İşin tadını alan paralı dergi şirketleri inanılmaz bir şekilde örgütlenmiş, sahte konferanslar düzenleyerek piyasalarını daha da genişletmiş ve kontrol altına almıştır. Özellikle bilimsel etiğin ve kültürün gelişmediği ülkelerde bu dergiler kök salarak, bu dergiler üzerinden yetişen ‘akademisyenler’ Türkiye’nin dört bir yanında üniversiteleri tabiri caiz ise ele geçirmişlerdir.
Ülkemizde yapılan Matematik yayınlarının yüzde 90’a varan bir kısmının yukarıda tanımlanan paralı dergilerde olması, Almanya, Fransa, İngiltere gibi ülkelerde bu oranın yüzde 5 civarında kalması olayın korkunçluğunun işaretini de veriyor.
Teşvik eleştirilmeye başlanıyor
Teşvik konusunun tam bir tecavüzcü amca olduğunun anlaşılmaya başlanması üzerine konuyla ilgili ufak tefek eleştiri yazıları çıkmaya başlamıştır. Bu yazılardan bazıları:
– Ersan Akyıldız, Bilimsel Atıf Dizinleri (SCI, SCI-Expanded) tarafından taranan dergilerde matematik yayınları ve bazı gözlemler, Bilim ve Ütopya.
– Şafak Alpay ve Zafer Ercan, Bilimsel Yayınların Değerlendirmesi Üzerine, Cumhuriyet Bilim Teknik, 24 Aralık 2005, 19, 179, s.20.[1]
– Kaan Öztürk, Şişme Dergiler ve Yayın Etiği İhlalleri, Matematik Dünyası, 2012-II.
– Metin Balcı, Nedir Bu Waset[2] Adlı Kuruluşun Kongreleri: Kongreler Bilimsel Amaçlı mı Yoksa Gezi Amaçlı mı? Cumhuriyet Bilim ve Teknoloji, 25 Aralık 2015.
– Özgür Aydın, Akademik Teşvik neyle şevke gelinir, Sol Haber, 07.03.2016.[3]
(Yukarıdaki yazılardan özellikle Kaan Öztürk ve Metin Balcı’ın yazısı okunmadan burada vurgulanmak istenenin tam olarak anlaşılması mümkün olmayacaktır. Bu sebeple okurlara bahsi geçen yazıların okunmasını öneririm.)
Türkiye’de paralı teşvik süreci bu şekilde başlamıştı. Böyle bir model bildiğim kadarıyla saygın hiçbir üniversitede yoktur.
Perelman ‘ben sergilenmem’ diyor[4]
Matematik Dünyası dergisinin 2003-1 sayısında Burak Özbağcı tarafından “Bir Milyon Dolarlık Soru” başlıklı bir yazı yayınlanmıştı. Yazıda bir matematik probleminden bahsediliyor ve bu soruyu ilk çözene Clay Matematik Enstitüsü tarafından bir milyon dolar para verileceği söyleniyordu. Bu yazıyı referans alarak aynı derginin 2003-II sayısında yayınlanan “Taahütname” başlıklı bir yazımda ‘Bir Milyon Doları’ ironik bir dille eleştirmiştim. Sonra neler mi oldu? Bahse konu soru Rus Matematikçi Grigori Perelman tarafından çözüldü (Yanlış anlaşılmasın, bu ödülün Perelman’ın problemi çözmesinde bir motivasyonu olmamıştır.) Hatta Perelman, bildiğim kadarıyla, bir milyon dolarlık ödülü reddettiği gibi, ilgililere “Hayvanat bahçesindeki bir hayvan gibi sergilenmek istemiyorum” fırçasını da çekmiştir.
Perelman’ın ortaya koyduğu bu yaklaşım matematiğin gelişimine yön vermiş birçok matematikçide de görülebilen yaygın bir davranış biçimidir. Elbette bu tür davranışları her matematikçiden ya da araştırmacıdan beklemek yersizlik olur. Ancak, bu tür davranışlar sergileyen araştırmacıları anlayamayan bir toplum için çöküş çanları çalıyor demektir.
Teşvik daha da büyüdü
Ülkemizde yapılan bilimsel değerlendirme yöntemi akıl almaz derecede yanlışlar içermektedir. Tehlikeli olan ise bu yanlışların kazara değil, bilinçli olarak yapılıyor olmasıdır. Bu değerlendirmenin başında da niteliğe değil niceliğe yönelinmiş bir durum söz konusudur. Bu değerlendirme biçiminin üniversitelerce, TÜBİTAK vb. kurumlarca desteklendiği dikkate alındığında ortada bir akıl tutulmasının, rantçılığın ve talan etme düşüncesinin izdüşümleri olduğu görülür.
Akademik teşvik 2016 yılından itibaren tüm üniversitelerde devlet eliyle uygulanarak, öğretim üyeleri hırsızlığa ve hiçsizliğe teşvik edilmeye resmen başlanmıştır.
Kısacası bu yazıda asıl vurgulanmak istenen yazının başında geçen sorunun yanıtıdır. Soruyu tekrarlayalım ‘Sen bunu sev, sana para vereyim’ yaklaşımı neyi üretir? Yanıt: Fahişeliği. Maalesef Türkiye’de üniversiteler fahişeleşmiştir/fahişeleştirilmiştir.[5]
Bu yazının anahtar kelimesi teşvik daha doğrusu akademik teşviktir.
10-15 yıl önce ortaya çıkan ‘ilk 500’e giren üniversiteler’ sıralamalarla başlayan ve dönemin başbakanının ‘eyy ODTÜ, sen neden ilk 500’e giremedin? Önce onu söyle’ suçlamaları ile devam eden süreç bu işin nerelere doğru evrileceğinin işaretlerini veriyordu.
Üniversiteleri yarıştırmak, piyasalaştırmak üniversite geleneğine aykırıdır. Ama kapitalizmin bir değer kaygısı olmadığı gerçeği dikkate alındığında şaşılacak bir durumun olmadığını da kendi doğallığı içerisinde analiz etmek gerekiyor. Alınganlığa gerek yok.
Sayı saymayı yeni öğrenmeye başlayan, bugün 10’a kadar, ertesi gün 100’e kadar, sonraki hafta 1000’e kadar sayan 7-8 yaşlarındaki çocuğun heyecanı elbette anlaşılabilir ve teşvik de edilebilir. Ancak öğretim üyelerinin her geçen gün daha fazla sayı saymasını bir araştırma ve başarı olarak gören ve bunu ödüllendiren üniversite yapısına ne denilebilir? Böyle bir yaklaşımın yaratabileceği boğucu ortamın nasıl olabileceğini ve kimleri boğabileceğini tahmin edebiliyor musunuz? Katılmış olduğum bir akademik toplantıda, on bir bölüm başkanının kendilerine verilen beşer dakikalık konuşma süreleri içerisinde, konuşmalarının tamamının “Bölümümüzde şu kadar yayın yapılmıştır. Şu kişi en fazla yayını yapan kişidir. Kendisini tebrik ediyor ve başarılarının devamını diliyoruz…” biçiminde olması, niteliğe yönelik hiçbir değerlendirme yapılmayıp, dinleyicilerden de bırakın bu garip duruma tepki göstermeyi, mevcut durumun alkışlanması neyi gösterir?
Bir teşvik doğuyor
Erdal İnönü’ün TÜBİTAK’tan sorumlu bakan ve Tosun Terzioğlu’nun TÜBİTAK başkanı olduğu dönemde SCI-E indeksine giren akademik dergiler sınıflanmış ve bu dergilerde yayın yapan öğretim üyeleri ‘parayla teşvik’ edilmişlerdi. Bu teşvik sürecinde yapılan çalışmanın niteliğiyle kimseler ilgilenmemişti.
Bir zamanlar Cumhuriyet gazetesinin cuma günleri eki olarak çıkartılan Bilim ve Teknik Türkiye’deki üniversitelerde en fazla yayını olan kişileri kapak sayfasında listeleyerek bu öğretim üyelerini Türkiye’nin en başaralı araştırmacıları olarak sunmuştu. Listede isimleri olan birçok öğretim üyesinin koltuklarının altında bu dergiyi büyük gururla taşımaları çok tuhafıma gitmiş ve o ana kadar saygı duyduğum ve aydın olarak gördüğüm/sandığım bu kişiler konusunda kafamda şüpheler oluşmuştu.
Teşvik, sonrasında ODTÜ tarafından da çok sevilmiş, okşanmış, büyütülmüş ve kendi üniversitelerinde uygulanmıştır. Bu uygulamanın mimarı da uzun süre ODTÜ’de rektörlük yapmış olan Ural Akbulut’tur.
Daha sonraları SCE-I dergilerine giren paralı dergiler inanılmaz bir artış göstermiş ve TÜBİTAK’ın teşviki bu dergi şirketlerine para akıtan bir kurum haline dönüşmüştür. İşin tadını alan paralı dergi şirketleri inanılmaz bir şekilde örgütlenmiş, sahte konferanslar düzenleyerek piyasalarını daha da genişletmiş ve kontrol altına almıştır. Özellikle bilimsel etiğin ve kültürün gelişmediği ülkelerde bu dergiler kök salarak, bu dergiler üzerinden yetişen ‘akademisyenler’ Türkiye’nin dört bir yanında üniversiteleri tabiri caiz ise ele geçirmişlerdir.
Ülkemizde yapılan Matematik yayınlarının yüzde 90’a varan bir kısmının yukarıda tanımlanan paralı dergilerde olması, Almanya, Fransa, İngiltere gibi ülkelerde bu oranın yüzde 5 civarında kalması olayın korkunçluğunun işaretini de veriyor.
Teşvik eleştirilmeye başlanıyor
Teşvik konusunun tam bir tecavüzcü amca olduğunun anlaşılmaya başlanması üzerine konuyla ilgili ufak tefek eleştiri yazıları çıkmaya başlamıştır. Bu yazılardan bazıları:
– Ersan Akyıldız, Bilimsel Atıf Dizinleri (SCI, SCI-Expanded) tarafından taranan dergilerde matematik yayınları ve bazı gözlemler, Bilim ve Ütopya.
– Şafak Alpay ve Zafer Ercan, Bilimsel Yayınların Değerlendirmesi Üzerine, Cumhuriyet Bilim Teknik, 24 Aralık 2005, 19, 179, s.20.[1]
– Kaan Öztürk, Şişme Dergiler ve Yayın Etiği İhlalleri, Matematik Dünyası, 2012-II.
– Metin Balcı, Nedir Bu Waset[2] Adlı Kuruluşun Kongreleri: Kongreler Bilimsel Amaçlı mı Yoksa Gezi Amaçlı mı? Cumhuriyet Bilim ve Teknoloji, 25 Aralık 2015.
– Özgür Aydın, Akademik Teşvik neyle şevke gelinir, Sol Haber, 07.03.2016.[3]
(Yukarıdaki yazılardan özellikle Kaan Öztürk ve Metin Balcı’ın yazısı okunmadan burada vurgulanmak istenenin tam olarak anlaşılması mümkün olmayacaktır. Bu sebeple okurlara bahsi geçen yazıların okunmasını öneririm.)
Türkiye’de paralı teşvik süreci bu şekilde başlamıştı. Böyle bir model bildiğim kadarıyla saygın hiçbir üniversitede yoktur.
Perelman ‘ben sergilenmem’ diyor[4]
Matematik Dünyası dergisinin 2003-1 sayısında Burak Özbağcı tarafından “Bir Milyon Dolarlık Soru” başlıklı bir yazı yayınlanmıştı. Yazıda bir matematik probleminden bahsediliyor ve bu soruyu ilk çözene Clay Matematik Enstitüsü tarafından bir milyon dolar para verileceği söyleniyordu. Bu yazıyı referans alarak aynı derginin 2003-II sayısında yayınlanan “Taahütname” başlıklı bir yazımda ‘Bir Milyon Doları’ ironik bir dille eleştirmiştim. Sonra neler mi oldu? Bahse konu soru Rus Matematikçi Grigori Perelman tarafından çözüldü (Yanlış anlaşılmasın, bu ödülün Perelman’ın problemi çözmesinde bir motivasyonu olmamıştır.) Hatta Perelman, bildiğim kadarıyla, bir milyon dolarlık ödülü reddettiği gibi, ilgililere “Hayvanat bahçesindeki bir hayvan gibi sergilenmek istemiyorum” fırçasını da çekmiştir.
Perelman’ın ortaya koyduğu bu yaklaşım matematiğin gelişimine yön vermiş birçok matematikçide de görülebilen yaygın bir davranış biçimidir. Elbette bu tür davranışları her matematikçiden ya da araştırmacıdan beklemek yersizlik olur. Ancak, bu tür davranışlar sergileyen araştırmacıları anlayamayan bir toplum için çöküş çanları çalıyor demektir.
Teşvik daha da büyüdü
Ülkemizde yapılan bilimsel değerlendirme yöntemi akıl almaz derecede yanlışlar içermektedir. Tehlikeli olan ise bu yanlışların kazara değil, bilinçli olarak yapılıyor olmasıdır. Bu değerlendirmenin başında da niteliğe değil niceliğe yönelinmiş bir durum söz konusudur. Bu değerlendirme biçiminin üniversitelerce, TÜBİTAK vb. kurumlarca desteklendiği dikkate alındığında ortada bir akıl tutulmasının, rantçılığın ve talan etme düşüncesinin izdüşümleri olduğu görülür.
Akademik teşvik 2016 yılından itibaren tüm üniversitelerde devlet eliyle uygulanarak, öğretim üyeleri hırsızlığa ve hiçsizliğe teşvik edilmeye resmen başlanmıştır.
Kısacası bu yazıda asıl vurgulanmak istenen yazının başında geçen sorunun yanıtıdır. Soruyu tekrarlayalım ‘Sen bunu sev, sana para vereyim’ yaklaşımı neyi üretir? Yanıt: Fahişeliği. Maalesef Türkiye’de üniversiteler fahişeleşmiştir/fahişeleştirilmiştir.[5]
[1]
Bu yazıda ortaya konan problemlerin niteliğinde bugüne kadar epey
farklılıklar oluşmuştur. Bu yazının yazıldığı tarihlerde paralı dergiler
üç-beş tane iken günümüzde yüzde doksana varan oranı paralıdır ve
Türkiye bu konuda en büyük Pazar alanıdır.
[2] Waset, Türkiye’de ‘bilimsel’ hizmetler sunarak Türkiye’de bilim adamları yetiştiren organizasyondur. Çok daha geniş bilgiye http://haber.sol.org.tr/bilim/bilimsel-sarlatanliga-akp-korumasi-151175 adresinden ulaşılabilir.
[3]
Bu yazının son paragrafı şöyle bitiyor: Öyle anlaşılıyor ki akademik
teşvik bilimsel üretim sürecinde nakde dönüştürebileceği puanları
toplama konusunda akademisyeni şevke getirecek., bilimsel üretim
sürecine ilişkin hakimiyetini yitirme konusunda akademisyeni adımlar
atmaya teşvik edecektir.
[4]
Bu noktada yüzyılımızın matematiğine yön vermiş Alexander
Grothendieck’den bahsedilmeden olmaz. Grothendieck, çalışmakta olduğu
üniversitenin ülkenin savunma bakanlığı tarafından desteklendiğini
anladığı gün çalıştığı kurumdan istifa eder, nedeni basittir: Kirli
işlere bulaşmış bir savunma bakanlığı tarafından desteklenen bir kurumda
çalışmayı kabul edemez.
[5]
Yılmaz Akyıldız, fahişelerin işçi sınıfının bir parçası ve devlete
vergi ödeyen emekçiler olmaları nedeniyle, ‘Üniversiteler
fahişeleşmiştir’ yerine ‘teşviklerle üniversiteler yozlaştırılmakta ve
sahtekârlar yuvasına dönüştürülmektedir’ kullanımının daha yerinde
olacağını öneriyor. Bu eleştiri son derece yerinde olsa da, bu kelime
vurgu açısından bilinçli olarak kullanılmıştır.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
!
Türkiye yırtıcı, şaibeli, sahte ve fake dergilerde en çok yayın yapan 3. ülke
Predatory journals: Who publishes in them and why? - Selçuk Beşir Demir Dünyanın en prestijli dergilerinden biri olan Elsevier tarafınd...
Predatory journals: Who publishes in them and why?
.....................................................................
...
...
...
* Rastgele Yazılar
.