NEDEN ?

https://plagiarism-turkish.blogspot.com


Yükseköğretimde Gözetim ve Denetim - Yasal Çerçeve ve Uygulamalar -
Devlet Denetleme Kurulu Raporu (2009) lütfen tıklayın
2547 sayılı Kanun’da öğretim elemanlarının disiplin suçlarına ilişkin yapılması düşünülen değişiklikler hakkında Bilim Akademisi’nin raporu (2016) lütfen tıklayın

25 Temmuz 2018

Dr. Defne Üçer Şaylan - Akademik Yayınlardaki Sinsi Yozlaşma (sarkac.org)

Bugün bilimsel yayınlar konusunda çok ilginç bir oluşumla karşı karşıyayız. Çoğu son 10 yılda ortaya çıkmış bazı “bilimsel” dergilerin ve dolayısıyla bu dergilerde yayınlanan içeriğin güvenirliği konusunda ciddi şüpheler ve tartışmalar var. Bu dergilerin görünüşte saygıdeğer bilim dergilerinden pek farkı yok. Bu dergiler açık kaynak yani içeriğine herkes bedava erişilebiliyor. Buraya kadar güzel fakat sorun bu dergilerde yayınlanan makalelerin neredeyse hiç değerlendirmeden geçmeden yayınlanması, yani bu içeriğin bilimsel olarak güvenilir olmaması.
Bu sorunu ilk kez gündeme getiren ve bu tür dergilere “yırtıcı/yağmacı/predatory” ismini koyan Jeaffrey Beall, Nature’da 2012’de yayınladığı yazısında bu dergilerin açık kaynak olgusunu kirlettiğine işaret ediyor. Beall, 2000’lerin başında açık kaynak fikriyle yayına başlayan bilimsel dergilerin bilginin daha geniş bir kitleye ulaşmasını sağlaması açısından heyecan verici olduğunu, fakat bugün “yırtıcı” dergiler diye tabir edebileceğimiz kaynakların çoğalmasıyla bu olgunun zarar gördüğünü belirtiyor.
Bugün geldiğimiz noktada bu dergilerin varlığının sakıncalarını görebiliyoruz.  Diğer bir çok bilimsel dergiden çok daha kolay erişilebilir olan bu dergilerde yayınlanan içeriğin özellikle tıp alanında yalan haberleri desteklediğini, sözde bilimsel sonuçların yaygınlaşmasına katkıda bulunduğunu,  akademisyenlerin bu dergilerde yayın yaparak aslında başka türlü yayınlanmayacak kalitedeki yayınlarla bilimsel itibar kazandığını, ilaç firmalarının bu tür dergilerde bilimsel olarak şüpheli olan sonuçlarını doktorlara doğrudan ulaşmak için kullandıklarına şahit oluyoruz.
“E o zaman bu dergilerin hangisi olduğunu herkes bilir ve bunlara itibar edilmez” diye düşünüyorsanız 23 Temmuz 2018 itibariyle şüpheli listesinde 1317 adet dergi olduğu söyleyelim,  yani hem şüphelilerin sayısı çok fazla hem de bu dergileri ayırt etmek o kadar  kolay değil. Bu dergilerin isimleri bile aynı alanda saygı gören başka dergilere çok benzeyen şekilde seçiliyor.
Geleneksel dergilerin basım süreçleri nasıl işliyor?
Bilim insanları çalışmalarını ve araştırma sonuçlarını bilimsel dergilerde yayınlayarak bilim dünyasıyla paylaşırlar. Bilimsel dergilere gönderilen makaleler öncelikle akademiden gelen, işinin ehli editörler tarafından değerlendirilir ve daha sonra benzer alanda çalışan bilim insanlarına gözden geçirilmek üzere iletilir.  Editöryel kadrodaki bilim insanları daha önce bu dergilerde yayın yapmış, alanında saygın işler yapan kişilerdir. Her makale en azından iki farklı bilim insanı tarafından anonim olarak gözden geçirilir ve değerlendirilir.  Bu süreçte makaleler bazen hızlı bir şekilde kabul edilir fakat çoğu zaman yazarlar azılı eleştirilere maruz kalırlar.  Yazarlardan farklı seviyelerde düzeltmeler istenir ve bu düzeltmeler yapıldığı takdirde yayınlanabilir.  Bazen de makale reddedilir. Saygın dergilerde makalelerin kabul oranı %5-20 arasında oynayabilir.
Bu uzun bir süreçtir. Gözden geçirmeyi yapan bilim insanları bu işi çoğunlukla gönüllü olarak yaparlar, prestijli dergilerin editöryel kadrosunda olmak da prestijli bir şeydir. Basılan makalelerin bilimsel kalitesinin sağlamaya yönelik bu süreçte de aksaklıklar olabilir ve yayınlanan makalelerin bilimsel kalitesi her zaman istenilen kalitede olmayabilir. Yine de bu bilimsel kaliteyi sağlaması en muhtemel sistemdir.
Her ne kadar saygınlığı tartışılmayacak bir kısım dergiler de bazı makaleleri açık kaynak olarak yayınlıyor olsalar da, dergi içerikleri tipik olarak açık kaynak değildir ve oldukça yüksek meblağlar ödenerek alınan aboneliklerle okunabilir. Bu abonelikler üniversite kütüphaneleri tarafından sağlanır ve dolayısıyla üniversitelerde çalışan araştırmacıların erişimi mümkün olur.
Ticari bir yapılanma
“Yırtıcı” dergiler sektörü ticari bir yapılanma olarak dikkat çekiyor.  Akademisyenler, atılan toplu mesajlarla bu dergilerde yayın yapmaya teşvik ediliyor. Makale kabul edildikten sonra yazarlardan baskı ücreti talep ediliyor. Baskı ücretinin yüksek meblağlar olduğu ve dergilerin çoğunun Güney Asya, Körfez bölgesi, Türkiye ve Afrika kökenli şirketler tarafından çıkarıldığı belirtiliyor.
Bilim insanların yetkinliklerinin değerlendirmesinde makale sayılarının son derece önemli olması, saygıdeğer dergilerde yayın süreçlerinin uzaması,  çetin ceviz editörlerle karşılaşma ihtimalinin yüksek olması ve yırtıcı dergilerde yayın yapmanın bugüne kadar akademik itibari zedeleyen bir olgu olarak ortaya çıkmaması akademisyenleri bu dergilerde yayın yapmaya teşvik ediyor.   Bazen de akademisyenler bu dergilerin editöryel eksikliklerinin farkında olmadan yayın yapabiliyorlar.
Bilimsel yayınların güvenilirliğini şüpheye düşüren, bilgi kirliliğine önemli katkıda bulunan ve açık kaynak olgusunu zedeleyen bu tür dergilerin olumsuz etkisiyle mücadelede somut bir adım, Almanya’da 5000’den fazla araştırmacının bu dergilerde yayın yaptığının ortaya çıkmasıyla atılmış.  Almanya Eğitim ve Araştırma Bakanlığı konuyla ilgili bir soruşturma başlatmış.
“Akademik konferanslar”
Akademisyenler, bir süredir konferans davetleri bombardımanına tutuluyorlar. Bu yeni türeyen konferanslar çoğunlukla bilimsel ciddiyetten uzak bir içerikle yapılıyor. Davetlerde oturum başkanlıkları, açılış konuşmaları, sözel sunumlar ve ayrı oturum düzenleme teklifleri geliyor.
Bilimsel konferanslarda normalde oturum başkanlıkları veya açılış konuşmaları son derece titizlikle seçilir ve onur verici bir tarafı vardır. Fakat akademisyenlere uygulanan performans değerlendirmelerinde sözel sunumlara puan verilmesi, ciddiyetten uzak ve hatta insanların katılmadıkları halde sunum özetlerinin yayınlandığı konferansların sayısını da arttırıyor. Bu yazıya konu olan dergiler gibi bu konferanslara da “yırtıcı” sıfatını takmak yerinde olacaktır.
Bilimsel yayınların güvenilir olması ve dünyanın her yerindeki bilim insanlarının erişimine imkan sağlaması bilimsel gelişmenin en önemli unsurlarından. Dergilerin sağlıklı editöryel süreçleri olması güvenilirliğin sağlanmasında kritik rol oynuyor.  Bu süreçleri doğru yöneten saygıdeğer bilimsel dergilerin çoğuna erişimde ise kısıtlar var, yüksek abonelik bedelleri bilim insanlarının bu yayınlara ulaşmasını zorlaştırıyor.  Açık kaynak olan “yırtıcı” dergilere erişimin çok daha kolay olması, bu dergilerde yayınlanan ve bilimsel olmayan sonuçların yayılmasını kolaylaştırıyor.  Akademik performans değerlendirmelerinde benimsenen sorunlu ölçütler de akademisyenleri “yırtıcı” dergilerde hızlıca yayın yapmaya teşvik ediyor. Dolayısıyla akademinin ve akademik yayınların var olan problemlerinden de beslenen yozlaşma söz konusu.
Bugün akademi, “yırtıcı” dergi/konferanslar diye tanımladığımız sinsi yapılanmaya karşı çözüm üretmek durumunda.  Akademide yerleşmiş problemler ele alınmadan bu yapılanmanın önüne geçilemeyecek gibi görünüyor.

12 Temmuz 2018

Prof. Dr. Recai DÖNMEZ - Bir İntihal Hikâyesi

Aslında doktora yapmasına gerek yoktu.
Harp Okulunu bitirmişti. Hemen ardından Hukuk Fakültesine kaydolmuş, subay olarak görev yaparken oradan da diploma alma fırsatını yakalamıştı.
Etkili bir çevresi vardı. Siyasi konjonktür onun durumundaki insanlar için her bakımdan uygundu. Genç denebilecek yaşta bir yargıcın gelebileceği yüksek mevkilere gelmişti. Önce, Askeri Yüksek İdare Mahkemesi ardından Uyuşmazlık Mahkemesi üyeliğine seçilmişti. Daha da yükselecekti! Yüksek Mahkemelerin en yükseği sayılan Anayasa Mahkemesi üyeliği vardı sırada. Dönemin Başbakanına anayasa kitapçığını fırlatmasıyla meşhur Cumhurbaşkanı tarafından bu yüce makama uygun görülmüştü! Seçilmesinde yaşının gençliği bilhassa etkili olmuştu. Böylece kendisinden beklenen görevleri uzun yıllar yapabilecekti….
O uğursuz doktora tezi olmasaydı!
Doktora yapmamış olsaydı dahi o günkü koşullarda yükselişi muhtemelen sürerdi.
Ama yapmıştı işte! Üstelik, her bir üyesi alanında “deve dişi” denilen türden seçkin bir jüri “pekiyi derecede ve övgüye değer” nitelemeleriyle kabul etmişti yazdığı (!) tezi.
Peki bu tezdeki sorun neydi? Sorun, tezin intihal ürünü olmasıydı. Yargıç, bir başkasının eserini, cümlelerini ve fikirlerini kendisininmiş gibi sunmuştu. Akademik hırsızlık ya da akademik sahtekârlık deniliyordu bu tür fiillere. İngilizcede kullanılan bir ifade ise çok daha ağırdı: Akademik onursuzluk (academic dishonesty).
Bu problemli tez ilgili Enstitünün ve YÖK’ün tozlu raflarında kimse farkına varmadan uzun yıllar kalabilirdi, pek çok benzeri gibi.  Ancak, tanınmış bir yayınevi tez danışmanının fiyakalı bir önsözüyle bunu kitap olarak yayınladı.
Burada hikâyemize bir ara verelim ve şu soru üzerinde düşünelim: Bir insan neden intihal gibi kötü bir yola düşer?
Aşırı iş yükü, stres, zamanı yönetme becerisinin zayıflığı, kendi  yeteneklerine güvenmeme, tembellik, aptallık vs. vs. gibi sebepler ilk akla gelenler. Bütün bunların hepsinin anlaşılabilir bir yönü bulunabilir.
Anlaşıldı diyelim. Peki, insanı aşırdığı bir eseri mecbur olmadığı halde yayınlamaya cüret ettiren psikoloji nasıl bir psikolojidir? Hırsızın çaldığı malı gerçekten benimsemesi, kendi kendini o malın sahibi olduğuna inandırması gibi bir şey midir bu durum? Boş bir övünme ihtiyacı mıdır? Yoksa katilin suç mahalline geri dönmesi türünden bir şey midir?
Bu kadar düşünmek yeter! Gerisini psikoloji ilminin derinliklerine bırakalım. Biz hikâyemize dönelim.
Usulsüz tezin yayınlanmasından sonra olaylar ağır bir tempoyla ancak gerilimi giderek artan bir film gibi gelişir.
Öyle ki, tezin yayınlanmasının üzerinden geçen on yıl boyunca ortalık sessizdir. 2006 yılında yazılı basında, özellikle internette bir kaynaşma başlar. Çünkü usulsüz tezin orijinali olan yüksek lisans tezinin sahibi öğretim üyesi, artık Anayasa Mahkemesi üyesi sıfatını taşıyan yargıca karşı dava açar. Bir anayasa mahkemesi üyesinin intihalle suçlanması “normal” bir ülkeyi yerinden oynatacak bir iddiadır. Her ülkede böyle bir iddia gündemin baş sırasını işgal eder. ABD’de Supreme Court üyelerinden biri hakkında böyle bir iddiayla dava açıldığında olacakları gözünüzün önüne getirin! Türkiye’de ise bu olay kamuoyunu sarsacak düzeyde bir gündem oluşturmaz.  Daha da ilginci yüksek lisans tezinden ölçüsüz surette alıntılar yapılan öğretim üyesi 2007 başlarında davasından “feragat” eder! Yani, davacının tek taraflı olarak haklarından vazgeçmesi ile dava kapatılır. Klasik-yaygın medya bunu da ülke gündeminin baş sırasına taşımaz. Sadece bazı basın-yayın organlarında ve yine özellikle internette bir takım iddialar ortaya atılır. Davacı öğretim üyesini davasından vazgeçirmek için araya önemli kişilerin sokulduğuna ilişkin spekülasyonlar yapılır. Daha vahimi 2007 yılının sonbaharında gerçekleşen Anayasa Mahkemesinin Başkanlık seçiminin sonucunda intihal davasından vazgeçilmesinin etkisi olduğu söylenir. Ondan da vahimi Yüksek Mahkemenin 2008 yazında karara bağladığı siyasi bir dava ile yine intihal davasından feragat arasında yüksek yargıcı sıkıntıya sokacak bağlantılar kurulur. Lâfı çok dolaştırdık. Direkt söyleyelim: AK Partinin kapatılmasına ilişkin davada, intihal davası kullanılarak sözü edilen yargıcın kritik öneme sahip bir oy’unu serbestçe, vicdanının öngördüğü şekilde kullanmasına engel olunduğu iddia edilir, söylenir, konuşulur!
Sonra? Sonra yine uzun bir sessizlik dönemi….
Sessizliği 2013 yılında Prof. Dr. Kemal Gözler bozar. Örnekleriyle Usulsüz Alıntı Sorunu başlıklı bir kitap yayınlar. Son derece mahçup ve kibar bir başlık taşıyan bu kitapta on adet vaka örnekler verilerek çözümlenir. Bunlar arasında, tahmin ettiğiniz gibi Anayasa yargıcının kitaplaştırılmış doktora tezi de yer alır. Gözler, asıl kaynağa hiçbir atıf yapılmaksızın noktasına, virgülüne, referanslarına varıncaya kadar aynen alınmış tam 74 adet alıntı saptar. İki metni yan yana koyarak kuşkuya yer bırakmayacak şekilde bunu gözler önüne serer.
Anayasa Mahkemesi üyesinin (bu arada Uyuşmazlık Mahkemesi Başkanı da olmuştur) tepkisi, kendisine hakaret edildiği gerekçesiyle Gözler’in cezalandırılmasını istemek olur. Şikayet dilekçesinde bir şey daha talep eder yargıç: Kitabın toplatılmasını! Eğer bu talep kabul edilseydi bir Anayasa Mahkemesi üyesinin istemi üzerine mahkeme kararıyla, bir anayasa hukuku profesörünün yazdığı bir kitap toplatılmış olacaktı. Gözler’in savunmasında belirttiği gibi gerçekten ifade özgürlüğü açısından “tarihe geçecek bir olay” yaşamış olacaktık. Buna karşılık, intihal iddiaları konusunda ne savcı ne de şikayetçi hiçbir şey söylemez. Bir anlamda susulmaması gereken bir konuda susmak suretiyle intihal iddiaları kabul edilmiş olur. 2015’in başlarında Kemal Gözler hem bu davadan hem de Anayasa Mahkemesi Başkanının şikayeti üzerine açılan benzer nitelikteki davadan beraat eder.
Anayasa yargıcı, anayasa profesörünün kitabını toplatmayı başaramaz ama kitabın herkesin erişimine açık web sayfasına mahkeme kararıyla yayın yasağı koydurmayı başarır. Daha doğrusu, sadece yargıcın kitabına ilişkin bölüm erişime kapatılır. 2014 yılı başından beri Gözler’in kitabındaki ilgili bölüme ulaşmak isteyenleri şu notla birlikte Sulh Ceza Mahkemesi kararı karşılar: “Kitabımızın bu bölümü, Ankara 21. Sulh Ceza Mahkemesinin 16.01.2014 tarih ve 2014/32 D. İş sayılı kararı uyarınca yayından çıkarılmıştır.” 
Şimdi burada derin bir nefes alalım ve arkamıza yaslanalım. Verdiğim linklere sonra tıklamanızı öneririm. Akışın bozulmaması açısından! Çünkü, ülkemizde vakayı adiyeden sayılabilecek bir intihal olayının ucunun nerelere varabileceği konusunda emsalsiz bir örnek oluşturmaktadır incelediğimiz olay. En iyi kurgulanmış gerilim filmlerinde bile böylesine rastlayamazsınız.
Bu olay, başından beri, bana tanıdık gelen evrensel bir öyküyü çağrıştırdı. Mevlâna’nın anlattığı Rahip Barsisa’nın öyküsünü! “Rahip Barsisa Sendromu” olarak isimlendirilecek bir durumla karşı karşıyayız gerçekten.
Mesnevi’sinde, “Ey dostlar! Bu hikayeyi dinleyiniz. Hakikatte o, bizim bu­günkü halimizdir”  diye seslenir Büyük Veli. Barsisa öyküsünde ise doğru olandan bir kez sapınca, kötü bir fiil işlenince, kötülüğü gizlemek için atılan her adımın insanı/toplumu nasıl içinden çıkılmaz bir çukura yuvarladığını anlatır. Barsisa sendromuna yalnızca bireyler değil kurumlar da yakalanabilir. Böylesi çok daha tehlikelidir.
Biz kaldığımız yerden devam edelim. Ama önce muhtemelen zihninizin bir köşesinde kıpraşıp duran bir soruyu yanıtlayalım. Yargıca “doktor” unvanını veren İstanbul Üniversitesi bütün bunlar olup biterken ne yaptı? İstanbul Üniversitesi yargıca verdiği doktora derecesini geri aldı. 2015 yılında. Unvanı verdikten tam 21 yıl sonra! İlk intihal davasının açılmasından 9 yıl sonra! Gözler’in kitabının yayınlanmasından ise 2 yıl sonra!
Prof. Gözler, web sitesi üzerindeki erişim engelini kaldırmak için bütün hukuki yolları dener. Ancak, sonuç alamaz. Geriye bir yol kalmıştır. Konuyu bireysel başvuru yoluyla Anayasa Mahkemesine götürmek!
Anayasa Mahkemesi kendi üyesinin taraf olduğu bir davayı karara bağlamak durumundadır artık. Ancak, Yüce Mahkemenin bu davayı karara bağlaması için başvurunun üzerinden dört yıl gibi uzun bir sürenin geçmesi gerekecektir. Anayasa Mahkemesi 19/4/2018 tarihinde nihayet kararını verebilmiştir. Eğer bu davayı karara bağlamayı daha da uzatsaydı Prof. Gözler’e Anayasa Mahkemesi Kararını beklemeksizin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi yolu açılacaktı. Çünkü, bir davayı makul süre içinde sonuçlandırma yükümlülüğü fazlasıyla aşılmıştı. AİHM’ne gidilmesi durumundaysa Anayasa Mahkemesinin AİHM ile karşı karşıya kalmasından dolayı mahkemenin işlevine ve saygınlığına koyu bir gölge düşmesi söz konusu olacaktı.
Anayasa Mahkemesi erişim yasağı ile Prof. Gözler’in Anayasa’da güvence altına alınan ifade özgürlüğünün ihlal edildiğine hükmetmiştir. Peki bu kararla adalet tecelli etmiş midir? Benim vicdanımda böyle bir duygu oluşmadı. Vicdanımın rahatlamamasının intihal yapan yargıcın durumuyla bir ilgisi yok. Bir insan olarak onun içine düştüğü durumlar bende derin bir teessür duygusundan başka bir duyguya yol açmadı. Vicdanımın rahatlamamasının nedeni Anayasa Mahkemesinin kararında “intihal” suçunun önemini satır aralarında dahi olsa kavradığını hissettirememesidir. Bu sorunu kamusal bir sorun olarak görmemesidir.  Bıçak gibi keskin bir karar verememesidir.
Filmlerin sonunda bir jenerik geçer bilirsiniz. “Şimdi ne yapıyorlar?” şeklinde…..
  • “Yargıç”, Anayasa Mahkemesi üyeliğine devam ediyor. Yaş haddini dolduruncaya kadar görev yapabilecek. Anayasa Mahkemesinin web sitesindeki özgeçmişinde “kamu hukuku alanında doktora eğitimini tamamlamıştır” yazmaya devam ediyor.
  • Doktora tezinde “jüri” üyesi olarak görev alan öğretim üyeleri herhalde çoktan emekli olmuşlardır. Belki vakıf üniversitelerinde hocalık yapıyorlardır.
  • Olayın patlak verdiği günlerdeki Anayasa Mahkemesi Başkanı emekli oldu.
  • Bireysel Başvuru davasının raportörü Anayasa Mahkemesinden atıldı. AİHM’ne başvuracağını söylüyor gazetecilere.
  • Prof. Gözler, Uludağ Üniversitesinde bilime katkı sunmaya, gençlere iyi bir örnek olmaya ve mücadelesine devam ediyor. Davayı kazanmasına karşın web sitesinin “yargıç” la ilgili kısmını halâ erişime açmadı. Muhtemelen yasaklama kararı veren sulh ceza mahkemesinin Anayasa Mahkemesi Kararı doğrultusunda yeni bir karar vermesini bekliyor.
Bu film başka bir ülkede oynasaydı “şimdi ne yapıyorlar” jeneriği her halde çok farklı bir şekilde akardı izleyiciler salonu boşaltırken!
NOTLAR:
Kemal Gözler, Örnekleriyle Usûlsüz Alıntı Sorunu, Bursa, Yazarın Kendi Yayını, 2013.
Yazının başındaki görsel aşağıdaki kaynaktan alınmıştır. O nereden almıştır artık orasını bilemem 😀.

!

Türkiye yırtıcı, şaibeli, sahte ve fake dergilerde en çok yayın yapan 3. ülke

Predatory journals: Who publishes in them and why? - Selçuk Beşir Demir Dünyanın en prestijli dergilerinden biri olan Elsevier tarafınd...

Predatory journals: Who publishes in them and why?

.....................................................................


...
...
...

* Rastgele Yazılar




.