27 Mayıs 2010
Prof. Dr. Nurettin Abacıoğlu - Dağdan Aşırma, Düz Yolda Şaşırma... (soL)
Kılıçdaroğlu’nun CHP genel başkanlığına seçilmesi, basının bir bölümünde CHP haberlerini üst sıraya taşıdı. Tam da böylesi bir ortamda, 26 Mayıs tarihli Cumhuriyet gazetesinin manşetine bir üniversite haberi düşmüş. Merakla okudum. “İntihal” işlerinden bahsediyordu.
Şu sıralar akademik intihal haberleri üzerine bir furya yaşanır görülüyor. Yeni kurulmakta olan ve Almanca öğretim yapılacak bir üniversitenin başına, intihal kusuruyla anılan bir adayın, rektörlük tercihinde YÖK’çe birinci sıraya oturtulması ve Cumhurbaşkanınca atanması kıyamet kopmasına neden oldu. Gazetedeki yeni haberin içeriğine sonra değineceğim; ancak önce akademi dünyasına aşina olmayan okurlar için, biraz da bu “intihal” nedir (?) işine özetle bir bakalım istiyorum.
İntihal, kısaca başkasına ait bir fikir, düşünce ya da eseri aşırma, apartma ve kendine mal etme sahteciliğini tanımlıyor. Bakıldığında, kimse kimsenin evine girip hırsızlık yapmıyor; ama intihalci, başkasının fikrini düşüncesini, o kişiden izin almadan, kaynak göstermeden sanki kendisine aitmiş gibi yürütüyor. Ağır bir hırsızlık vakası. Bu nedenle de intihal işi etik dışı sayılıyor.
Sırası gelmişken, intihal işi düpedüz bir ahlâksızlık gibi görünürken, böyle anılmaz da, neden etik dışı denir; bir de ona not düşeyim. TDK-Türkçe Sözlük (7. baskı-1983), ahlâk maddesine birden çok tanım getirmiş; felsefi anlamını da kapsayanı alıntılayım: Ahlâk, “belli bir toplumun, belli bir döneminde bireysel ve toplumsal davranış kurallarını saptayan ve inceleyen bilim” olarak tanımlanıyor. Etik ise, Hacettepe Üniversitesi Araştırma ve Yayın Etiği İlkeleri yönergesinde, “insanlar arası ilişkilerde yaşanan değer yargıları sorunlarını inceleyen ve bu konulara ilişkin bilgiler ortaya koyan bir alan” olarak tanımlanıyor.
Bu iş, bütün dünyada yapılan bir sahtekarlık işi. Kuşkusuz, insanların böylesi bir sahtekarlıktan, hırsızlıktan muzdarip olmaları genetik nedenlerle değil; esasen sosyo-ekonomik ve kültürel nedenlerle bu tercihlere sürüklenmeleri. Bu da bir diğer değinme noktası.
İntihalcilik işleri, Türkiye’de 2547 sayılı kanunla kurulan YÖK öncesi dönemde var mıydı? O dönem öncesi insan sayısı üniversitelerde giderek azalmaktadır. Olup, olmadığı biraz gridir. Ancak olduğuna ilişkin kimi kanıtlar, sonrasında ortaya çıkmıştır. 1980 öncesi akademik mahfellerde fazlaca bilinmeyen, konuşulmayan bu işlerin en önemli örneği, YÖK sonrası, ilk YÖK Başkanı Doğramacı’nın başına patlamıştır. Doğramacı'nın, “Annenin El Kitabı” adlı çalışmasında, Amerikalı bilim adamı Benjamin Spock'un kitabından intihal yaptığı savını, Prof. Dr. Hasan Yazıcı kamuoyunun bilgisine taşımıştır. Sonuçta suç sübut (tanıtlanma) ettirilmemiş, Yazıcı ateşlerde bırakılmış ve fakat kamu vicdanı pekala oluşmuştur.
Demem odur ki, intihal ve intihalcilik marifetleri, Türkiye üniversitelerinin, YÖK üniversitelerine dönüştürüldüğü çağda başımıza tebelleş edilmiştir. Makam, mevki ve ünvan sahibi olma gereği olarak “akademik yayın” yapma, neredeyse bir zorunluluk olarak özendirilince, işin kokusu ortalığı birden boyamış ve aşırmacılık, götürücülük işleri nasıl yapılır; içimizden öğrenenler çabuk çıkmıştır.
Yayın gibi, yayın etiği de üniversitenin olmazsa olmazlarındandır. Neredeyse her üniversitenin, araştırmalara ilişkin yayının nasıl yapılacağını düzenleyen etik ilkeleri ve hukuki düzenlemeleri bulunmaktadır. Yayın etiğine aykırı davranışta bulunan akademi ehli, YÖK kanunu ve bağlı yönetmelikleri uyarınca suçlu bulunduğunda, üniversite öğretim üyeliği mesleğinden ve kamu görevinden çıkarma cezasına uğratılabilmektedir.
Düzenlemelere ilişkin örnek alınacak ilk belge TÜBİTAK’a ait. TÜBİTAK araştırma ve yayın etiği kurulu çalışma esasları belgesinde, yayın etiği ile uyumlu olmayan temel normlar şöyle saptanmış:
“- Uydurma (Fabrication): Araştırmada bulunmayan verileri üretmek, bunları rapor etmek veya yayımlamak.
- Çarpıtma (Falsification): Değişik sonuç verebilecek şekilde araştırma materyalleri, cihazlar, işlemler ve araştırma kayıtlarında değişiklik yapmak veya sonuçları değiştirmek.
- Aşırma (Plagiarism): Başkalarının fikirlerini, metodlarını, verilerini, yazılarını ve şekillerini sahiplerine atıf yapmadan kullanmak.
- Duplikasyon (Duplication): Aynı araştırma sonuçlarını birden fazla dergiye yayım için göndermek veya yayımlamak.
- Dilimleme (Least Publishable Units): Bir araştırmanın sonuçlarını, araştırmanın bütünlüğünü bozacak şekilde ve uygun olmayan biçimde parçalara ayırarak çok sayıda yayın yapmak.
- Desteklenerek yürütülen araştırmaların sonuçlarını içeren sunum ve yayınlarda destek veren kurum veya kuruluşun desteğini belirtmemek.
- Araştırma ve makalede ortak araştırıcı ve yazarların yazılı görüş birliği olmadan, araştırmada ve makalede aktif katkısı bulunanların isimlerini çıkarmak veya yazarlıkla bağdaşamayacak katkı nedeniyle yeni yazar(lar) eklemek veya yazar sıralamasını gerekçesiz veya uygun olmayan bir biçimde değiştirmek.
- Araştırma ve yayın etiği ilkeleri ile bağdaşmayan diğer davranışlarda bulunmak.”
Görüldüğü üzere akademik yayın konusunda sahtekarlığın pekçok biçimi var. Yani azmetmeye gör. İntihal (aşırma, plejiarizm) işi, sadece örneklerden birisi. Oysa yurdum akademisyeni toptancı bir biçimde hepsine intihal deyip, çıkıyor. Örnek olsun, aşırmacılık başlığı altında yer alan etik dışı davranışlardan birisi “korsanlık (piracy)” suçlamasını içeriyor. Korsanlık, başka birisine ait yapıtı (yazılı, basılı ve elektronik ortamdaki yapıtı), sanatsal uygulamaları, olduğu gibi alarak kendi adıyla sunmak olarak tanımlanıyor. Hani Doğramacı’ya atfedilen de, aşırmacılığın işte bu cinsiydi.
Şimdi dönelim gazete haberine. Mekan yurdum üniversitelerinden Ondokuz Mayıs Üniversitesi. Tıp Fakültesinden kadın-doğumcu ve cerrah kimi öğretim üyeleri, bir araştırmalarına ilişkin verileri derleyip, toparlayıp uluslararası bir dergide yayımlıyor. Sonrası, bulgu ve sonuçlarının başka bir yurdum üniversitesi hocalarının araştırmasına ait olduğu anlaşılıyor. Dergi, bu aşırmacılık nedeniyle makaleyi yok saydığını ilan ediyor. Bu kez de OMÜ rektörü hoca, soruşturmanın genişletilmesini ve derinleştirilmesini istiyor. Gazete, genişleyen ve derinleşen soruşturmadan rektör hocaya bir piyangonun çıktığını da haberleştiriyor. Rektör hoca, TÜBİTAK bilim kurulu üyesi ve 2004 lerde kendi çalışmasını dilimleyerek iki farklı dergide yayımlatmış. Önce bunları basan dergiler, durumun farkına vardıklarında etik olmadığı gerekçesiyle bu makaleleri şimdi yok saydıklarını ilan etmişler. Birşeyler söylenmesi hayli güç bir durum. Meraklıları haberi, kaynağından daha da ayrıntılı öğrenebilirler.
İkinci değinme noktasına gelince:
Bilim insanına ilişkin tanımlamalar gündeme geldiğinde, bilimle uğraştan dolayı, bilimciye de kimi kez taşıyamadığı erdemler yüklenmektedir. En çok ileri sürülenleri de, dürüstlük, açıklık, yalanbilmezlikle bilimsel doğruları sonuna değin söyleme, savunma, öğretme ve yaymadır. Söylemenin, bildirmenin, yaymanın en kalıcı biçimi yayın işinden geçer. Öyleyse bilimci, bilimsel yönteme uygun bulgu ve sonuçlarını çıplak gerçeklik ve doğruluğu içinde, ancak yayımlayarak yayabilir. Bunu yaptığında erdemli özelliklerini bir kez daha parlatmış da olacaktır. Nereden bakılsa, bilimcilere kutsanmış bir ruhban sınıfı gömleği giydirilmiş gibi görünüyor. Oysa durum pek de öyle değildir.
İşin göstergesi üniversitenin tarihsel köklerinde ve üretim ilişkileri içinde yatmaktadır. Burjuva devrimciliği ve aydınlanmacılığı, kilisenin tasallutuna karşı önemli bir mevzii olarak üniversiteyi öncelemiştir. Dinsel bağnazlıktan kurtulup, önü açılan bilimsel bilgi birikiminden teknolojiye dönüşüm, sermaye birikiminin de önünü önemle açmıştır. Bilimden rafine edilmiş teknolojilerin sonucu olan ürünleri (üretim araçları ve yöntemlerini) kendi mülkiyetine geçirme becerisini gösteren burjuvazi için, akademi bu nedenle bugün de olduğu gibi, her çağda ve kapitalizmin her evresinde son derece önemli olmuştur.
Akademik faaliyetler, kendi içinde kapalı çevrede bir hiyerarşi ve mülkiyet sürecini içermektedir. Yayın, akademik yaşamının başındaki her öğretim elemanı için, “sui generis” bir meta haline dönüşmüş bulunmaktadır. Yayın sayısının arttırılması, yayına yapılan atıfla yayının ve yayımcısının bilimsel değerinin yükselmesi gibi kimi kazanımlar, akademide ilerlemenin de en önemli ölçütü haline gelmiştir. Aynı alanda, aynı veya benzer konularda çalışanların üstünlük rekabeti de yayın çabasına yansıyan etmenler arasında bulunmaktadır.
Akademik ünvan, bilimciye kazanç anlamında özlük hakkı da sağlamaktadır. Ünvan büyüdükçe, bilimin piyasalaştırılmasının önündeki engeller ortadan kalkmaktadır. Sonuçta, elde edilen akademik statülerin “sürdürülebilir” bir gelişkenlik içinde tutulması da, yayın faaliyetinin devamlılığını belirlemektedir.
Yayınla gelen akademik sıçramalar ve yayının devamlılığıyla sağlanan akademik statülerin sağladığı özelleşmiş diğer çıkarlar, deyim yerindeyse kimi bilimcileri baştan çıkaran etmenler olmaktadır. Sermaye sisteminin düzenleyici ögeleri, bilimciyi sermayenin bir parçası haline getirip, taşeronlaştırmakta ve böylece birey kimliği ile kendisine ve bilimine yabancılaşma da, bağlamıyla bilimcinin yaşadığı en ağır etik erozyon olarak açığa çıkmaktadır.
Bunca yıl üniversitenin havasını kokladıktan sonra vardığım sonuç, toptancılık sayılmamalıdır. Yayın etiği meselesinin özünde, insanı kendisine yabancılaştıran kapitalist sistemin bozuklukları yatmaktadır.
nuriabaci@gmail.com
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
!
Türkiye yırtıcı, şaibeli, sahte ve fake dergilerde en çok yayın yapan 3. ülke
Predatory journals: Who publishes in them and why? - Selçuk Beşir Demir Dünyanın en prestijli dergilerinden biri olan Elsevier tarafınd...
Predatory journals: Who publishes in them and why?
.....................................................................
...
...
...
* Rastgele Yazılar
.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Teşekkür ederiz.