Ağustos ayında RIKEN enstitüsü direktörlerinden kök hücre araştırmacısı Dr. Yoshiki Sasai’nin intiharı bilim dünyasının belalı konularından “bilimsel suistimal”i bir kez daha gündeme getirdi. Bilimsel suistimal, takibi oldukça güç ve alınan tüm önlemlere rağmen dünyadaki her laboratuvarda gerçekleşme ihtimali olan bir eylem. Bilim dünyasına yarattığı hasarın ise tarifi hiç kolay değil. Zira suistimal açığa çıktıktan sonra yanlış bulguların yarattığı sonuçlar uzun vadede düzeltilebilse bile, araştırmacılar arasındaki karşılıklı güven ilişkisinin geri dönüşsüz bir şekilde yara alması kaçınılmaz.
İnsanlığın bilimle ilişkisini belki ateşin bulunduğu ilk günlere kadar götürebiliriz; ancak bu ilişkinin “adının konması” aslında birkaç yüzyıldan eski değil. Sistematik ve kurumsal bir şekilde, günümüzdeki standartları doğuracak şekilde işleyen bir bilim üretimi ise aşağı yukarı sadece yüz yaşında. Bir anlamda daha çiçeği burnunda bir bilim dünyasının meyvelerini topluyoruz. Kurumsal bilimin aslında bu kadar genç oluşu, istismar ve suistimal kapılarını da hep açık tutuyor. Zira yakın zamana kadar “bilimsel suistimal”in evrensel olarak kabul görmüş bir tanımı bile bulunmuyordu. Amerikan Bilim ve Teknoloji Politikaları Ofisi’nin 2000 yılında yaptığı bir tanımlama “bilimsel suistimal” hakkında okuyucunun zihninde bir şeyleri şekillendirebileceği için değerlidir (1,2). Bu tanıma göre “bilimsel suistimal” üç şekilde gerçekleşebilir:
"Fabrification" (yeniden üretme): Olmayan deney verileri üretme, kaydetme ya da rapor etme.
"Falsification" (yanlışlama): Araştırma araçlarını ya da deney düzeneklerini istenen sonuçlar doğrultusunda manipüle etme.
"Plagiarism" (intihal): Özellikle ülkemizde pek çok kez gündeme gelen bilimsel hırsızlık. Başka bir araştırmacının bulgularını referans göstermeden sahiplenme.
Bu üç madde üzerinden yakın dönem bilim tarihindeki en önemli skandallar hakkında hazırlanan bu kısa seçki, bilimsel suistimalin boyutları hakkında okurda bir fikir yaratmayı amaçlamaktadır.
Jan Hendrik Schön Skandalı
Branş ne olursa olsun, yakın dönemde gerçekleşen bilimsel suistimal vakaları dendiğinde akla gelen ilk isim, Alman fizikçi Jan Hendrik Schön ve onun transistör çalışmalarıdır.
1970 yılında Verden’de doğan Schön, 27 yaşındayken Konstanz Üniversitesi’nden doktorasını aldı. Aynı yıl Bell Labs tarafından işe alınan genç fizikçi burada yoğun madde fiziği ve nanoteknoloji alanında çalışmalar yapmaya başladı. Otuz yaşındayken Schön’ün dünyanın en prestijli bilim dergilerinden Science’ta 5, Nature’da ise 3 makalesi bulunuyordu. Bir sene sonra bunlara 4 adet Science, 5 adet Nature makalesi daha eklendi (Normal şartlarda bu dergilerde birinci yazar olarak tek bir makale bastırmak bile yıllar alabilmektedir). 2001 yılına gelindiğinde genç fizikçi yaptığı çalışmalar ile ortalama her sekiz günde bir adet bilimsel makale üretebilmekteydi.
Schön’ün çalışmaları 2001 yılında detaylı incelendiğinde pek çok tutarsızlık kendini gösterdi. Bell Labs başkanlığında yürütülen denetlemelerde Schön’ün araştırmalarının büyük kısmında yoktan veri ürettiğini ve bazı verileri de isteği doğrultusunda değiştirdiğini açığa çıkarıldı.
2003 yılına gelindiğinde Schön 21 makalesini geri çekmek zorunda kalmıştı. Fizikçinin doktora ünvanı Konstantz Üniversitesi tarafından geri alındı. Bu tarihten itibaren Jan Hendrik Schön, fizik tarihinin en büyük dolandırıcılarından biri olarak anılmaya başlandı.
İşin en ilginç kısmı ise Schön’ün bilimsel istismalden ötürü geri çektiği makalelerin hala atıf toplamayı sürdürmesiydi. Geri çekilen bazı makaleler, bilimsel olarak geçersiz sayılmalarına rağmen aradan geçen yıllarda onlarca kez başka araştırmacılar tarafından kaynak olarak gösterildi. Şu an bile Schön’ün bu makalelerine atıfta bulunan araştırmacılar bulunuyor olabilir.
“Japonya’nın En Eski Taşı” Skandalı
Bilimsel suistimalin en yaygın gerçekleştiği alanlardan birkaçı da fosilbilim ve arkeoloji. Pek çok ülkenin kendilerini “medeniyetlerin beşiği” olarak tanımlama sevdası, özellikle yirminci yüzyılda sayısız arkeolojik sahteciliği de beraberinde getirdi. Japonya’daki en büyük arkeolojik skandal ise amatör araştırmacı Shinichi Fujimura tarafından gerçekleştirildi. 1950 doğumlu Fujimura, yirmili yaşlarında Japonya’nın farklı bölgelerinde taş örnekleri toplamaya başladı ve bir anda Japon Arkeolojisi’nin en önemli araştırmacıların biri haline geldi. Fujimura’nın çalışmaları şaşkınlık uyandırıcıydı. Zira genç adamın 1981-1984 yılları arasında bulduğu taşlar Japonya’da taş işçiliğinin 50.000 yıl öncesine gittiğini gösteriyordu.
Fujimura bu başarısının ardından 180 arkeolojik kazı daha yaptı ve her seferinde daha eski dönemlere ait kalıntılara erişti. 1990’larına sonuna gelindiğinde Fujimura’nın bulguları ışığında Japonya’nın paleoitik dönemi 30.000 yıl öncesine kadar eskiye dayandırılmış, bu bilgi tarih kitaplarına bile işlenmişti.
Ancak 2000 yılında sansasyonel arkeologun yaptığı kazılar pek çok şüpheyi alevlendirdi. Zira 23 Ekim 2000 tarihinde Fujimura’nın yaptığı son kazıda ulaşılan taşlar, 570.000 yıllık bir ilkel kabilenin varlığını işaret ediyordu. Bu tarih yeryüzündeki en eski insan yerleşkesinin Japonya’da keşfedildiği anlamına gelmekteydi.
Gerçek iki hafta sonra, 5 Kasım 2000’de Fujimura’nın kazı alanında görüntülenmesiyle ortaya çıktı. Fujimura önceden işaretlediği yerlere küçük çukurlar kazıyor, ardından önceden hazırladığı taşları bu kuyulara yerleştiriyordu.
Olayın ardından Fujimura, Japonya Arkeoloji Birliği’nden çıkarıldı. 2001 yılında Beppu Üniversitesi’nden profesör Mitsuo Kagawa’ın da Fujimura’nın dolandırıcılığına ortak olduğu iddia edildi. Kagawa kısa süre sonra masumiyetini iddia eden bir mektubu ardında bırakarak intihar etti.
“İnsan Klonlama” Skandalı
Biyolojik bilimler, özellikle konu kök hücre çalışmaları olduğunda 21. yüzyılın en yoğun bilimsel suistimal vakalarının yaşandığı alan. Sahte verilerle yapılan çalışmalar konusunda en ünlü vaka ise şüphesiz 2005’in “insan klonlama” skandalı oldu.
1996 yılında çekirdek transferi ile Dolly’nin klonlanması kamuoyunda büyük ilgi toplamış, insan klonlanmasının yapılabilirliği ve beraberinde getireceği etik tartışmalar uzun süre tartışılmıştı. 2005 yılında Seul Üniversitesi’nden biyoteknoloji profesörü Hwang Woo-suk’un Science’da yayınlanan iki makalesi kamuoyunda en az Dolly’nin klonlanması kadar yankı uyandırmıştı, zira iddiaya göre Hwang hastalardan aldığı örneklerle çekirdek transferi metodunu kullanarak embriyonik kök hücre üretmeyi başarmıştı. Olayın etik tartışmaları sürerken Hwang Güney Kore’de biyoteknolojide gerçekleştirdiği ilerlemelerden ötürü “ulusal kahraman” ilan edilmişti. Hwang 2005 Ağustos’unda aynı tekniği kullanarak “Snuppy” adında bir de köpek klonladı.
Hwang’ın çalışmaları kısa sürede şüpheleri üzerine çekti. Üretilen kök hücreler üzerinde üç farklı enstitüde yapılan DNA analizleri, makalelerin temelini oluşturan 11 kök hücre dizisinden en az 9’unun sahte olduğunu gösterdi. Çalışma için kullanılan ve etik tartışmaların odağı olan insan yumurtalarının kaçının deney için kullanıldığı ise netlik kazanamadı.
Bilimsel suistimalin açığa çıkmasının ardından Hwang’ın Seul Üniversitesi’ndeki profesörlüğü geri alındı. Güney Kore’de halen davaları sürmekte olan Hwang geçtiğimiz yıllarda Sooam Biyoteknoloji Araştırma Kuruluşu’nu açtı ve hayvan klonlama çalışmalarını buradan sürdürüyor. Kuruluş günde 300 adet inek ve domuz klonlarken tanesi 100.000 dolardan ayda 15 adet de köpek klonu üretiyor (Hwang’ın 2005’te ürettiğini iddia ettiği Snuppy’nin gerçekten bir klon köpek olduğu kanıtlandı).
Marc Hauser Skandalı
Harvard’da 20 sene profesörlük yapan Marc Hauser’in vakası bilim dünyasında büyük etki yaratmıştı. Zira Hauser bundan sadece üç sene öncesinde insan ve hayvanlarda algı bilimi alanında dünyanın sayısı isimlerinden sayılıyordu.
2007 yılında Hauser’in çalışmaları Harvard tarafından denetlenmeye başlandı. Üç yıllık denetleme sürecinin ardından yazılan rapor, profesörün Amerikan Sağlık Bakanlığı tarafından destekli araştırmalarda altı kez bilimsel suistimale gittiği gösteriyordu (toplamda ise sekiz çalışmada suistimalin izine rastlanmıştı). Hauser bu iddiaların ardından ilk olarak yıllık iznini kullandı, ardından 2011 yılında da üniversite tarafından görevinden alındı.
Hauser’in çalışmaların büyük çoğunluğu dilin evrimi ve primatların dilbilgisi ile ilişkilerini kapsamaktaydı. Hauser maymunların duydukları heceleri öğrenebildiklerini iddia etmiş, ancak 2002 yılında Cognition dergisinde basılan makalesi için sunduğu verileri tamamen deneydışı bir şekilde üretmişti. Makale daha sonra geri çekildi.
Hauser’in yaptığı diğer istismaller arasında maymunlarla yapılan deneylerin sonuçlarıyla kendi iddiası doğrultusunda oynamak ve gerçekliği olmayan sayısal veriler üretmek vardı. Üstelik Hauser yaptığı davranış deneylerinin bir kısmını kayıt da etmemişti.
Görevden alınmasının ardından kariyer değişikliği yapan Hauser, 2013 yılında “Evilicious: Cruelty = Desire + Denial” adında bir kitap yayınladı. Kitap insan doğasındaki kötücül davranışların ardındaki psikolojik motivasyonu irdeliyor.
“STAP Hücreleri” Skandalı
2014’te gerçekleşen STAP skandalı daha çok yeni olmasına rağmen bilim tarihinde Jan Hendrik Schön ve İnsan Klonlama vakaları kadar büyük ve sarsıcı etkilere sahip.
Bir süredir gündemde olan sıradışı kök hücre tekniği, organizmadan alınan herhangi bir hücrenin asidik solusyonda bekletilerek ya da fiziksel baskıya tabi tutularak kök hücre karakteri kazanabileceğini iddia ediyordu. Vücut hücrelerinin çekirdek transferi ya da başka tekniklerle kök hücreye dönüştürülmesi yeni değildi, ancak STAP tekniğinin bu dönüşüm için vaat ettiği süre sadece 30 dakika idi ve elde edilen verim bilinen diğer tekniklerden çok daha yüksekti.
Ocak ayında Haruko Obakata birinci yazarlığıyla yayınlanan Nature makalesi STAP tekniğini tüm kök hüre araştırmacılarının ilgi odağı haline getirdi. Harvard’da tekniğin insan deri hücrelerine uyarlanmaya çalışılması da güvenleri yükselten bir hamle oldu.
Ne var ki STAP tekniği Obakata’nın laboratuvarı dışında uygulanamıyordu. Teknikten sonuç alınamaması, iddiaların büyüklüğüyle birleşince STAP hakkındaki kuşkular büyüdükçe büyüdü ve şubat ayında RIKEN Obakata’nın çalışmalarını denetlemeye başladı. Yapılan değerlendirme Obakata’nın en az iki kez verilerde ciddi değişiklikler yaptığını gösteriyordu.
Aynı Hwang’ın vakasında olduğu gibi Obakata’nın STAP tekniği de ülkesinde büyük ilgi görmüş, genç kadın Japon medyası tarafından “bilim dünyasının altın dehası” muamelesi görmeye başlamıştı. Japonya’da kimya alanında eğitim gördükten sonra değişim amaçlı Harvard’a giden Obakata, orada cam tüpte fiziksel olarak sıkıştırılmış beyaz kan hücrelerinin yeni doğmuş farelerde kök hücre karakteristiği gösterdiğini farketmişti. Eldeki sonuçlar oldukça tartışmalı olmasına rağmen Obakata’nın bulguları Japonya’ya döndüğünde RIKEN tarafından ilgi çekmiş, 2011’de ziyaretçi araştırmacı olarak enstitüye gelen Obakata, 2013’te Hücre Yeniden Programlama Laboratuvarı’nın başına geçirilmişti.
Yapılan denetleme sonucu Obakata’nın bilimsel suistimalinin deneyimsizle açıklanamayacağı ortaya çıktı ve basılan makaleler geri çekildi. Ancak medyanın STAP tekniği ile işi bitmedi. Bu bilimsel suistimal vakası kısa sürede RIKEN kuruluşunun ve Japonya’da bilim etiğinin onur savaşı halini aldı ve oklar Obakata’nın danışmanı Dr. Yoshiki Sasai’ye çevrildi. Denetleme komitelerinin raporlarına göre Sasai’nin STAP fiyaskosunda kasti bir suçu bulunmamaktaydı, ancak kendi gözetimi altında gerçekleşen ihlalleri yeterince araştırmamış, görevine gevşekçe yaklaşmıştı. Sasai, medya tarafından şiddetli bir şekilde, özel hayatı da ciddi ihlallere maruz kalarak topa tutuldu. Öyle ki 17 Nisan tarihli Shukan Bunshun haftalık dergisinde Sasai’nin tüm bilim kariyerine üniversitede yaşadığı bir “gönül yarası”nın sebep olduğu bile iddia edilmişti. Dr Sasai 5 Ağustos 2014 tarihinde RIKEN’deki ofisinde kendini asarak yaşamını sonlandırdı.
Bitirirken
British Medical Journal’ın on üç yıl editörlüğünü yapmış İngiliz doktor Richard Smith bilimsel suistimali bir kuyuyu zehirlemeye benzetmektedir (2). Yayın etiği konusunda 1997 yılından beri hizmet veren COPE ( Committee on Publication Ethics) kürsüsünde görev almış Mike Farthing’e göre ise İngiltere’de her büyük enstitüde yılda bir ciddi vaka gerçekleşmektedir ki bu da sadece İngiltere özelinde yıllık 50 vaka demektir (2). Dünya genelinde bu sayının ne olacağı konusunda tahminde bulunmak bile ürkütücü. Bilimsel makalelerin suistimal tespiti sonucu geri çekilmelerinde ise 1975’e kıyasla on katlık bir artış gerçekleşmiş durumda (3).
Büyük araştırmalarda gerçekleşen suistimallerin prestijli dergilerin editörleri ya da okurları tarafından yakalanması olası iken Türkiye gibi bu dergilerle yolu daha nadir kesişen yığınla akademisyenin bulunduğu coğrafyalarda bilimsel suistimalin kim tarafından denetleneceği de büyük bir tartışma konusu. Hele ki bilimsel etiğin hiçe sayılmasının cezalandırılmaması, bilakis teşvik edilmesi durumu daha vahim bir noktaya taşımakta (Konu hakkında birkaç örnek ve kurumların bu örneklere yaklaşımı için: (4)). Ancak hem Türkiye hem de dünya için kesin olan bir şey var ki, bilimsel suistimale karşı önemler sıkılaştırılmazsa uzun vadede akademik camianın kendi ürettiğine duyduğu saygı ve güven ciddi sarsıntılar yaşayacak.
Kaynaklar:
1 - Office of Science and Technology Policy, Executive office of the President (2000) Federal Policy On Research Misconduct. Federal Register 6 December 2000, p.76260-4.
2- Smith Richard (2006), Research misconduct: the poisoning of the well, J R Soc Med 99(5): 232–237.
3- Fang FC, Steen RG, Casadevall A (2012). Misconduct accounts for the majority of retracted scientific publications. Proc Natl Acad Sci. 109:17028-33. doi: 10.1073/pnas.1212247109.
4- Günal İzge (2005), Dünyanın enörgütlü, en uzun soluklu, 26 yayınla en büyük bilimsel sahtekarlığı, Cumhuriyet Bilim Teknik 958:18-9.
Yazıda bahsedilen vakaların detayları için wikipedia’dan ve vakaları konu edinen çeşitli gazete haberlerinden faydalanılmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Teşekkür ederiz.