“Üniversitelerinde bilimsel hırsızlığın doğal karşılandığı bir ülkenin elbette tüm yaşam alanları soyulacaktır.”
Güngör Mengi’nin (2005) Vatan Gazetesinde çıkan “YÖK'ün borcu” adlı yazısında geçen yukarıdaki ifade, intihalle ilgili bir çok yazıda alıntılandı. Dayanamayıp ben de alıntıladım. Mengi, bir intihale YÖK tarafından cezai yaptırım uygulanmasını önemli bir adım olarak nitelediği bu yazısında, Prof.Dr.Kayhan Kantarlı’nın “YÖK düzeninde bir ilk olan bu yaptırımın tek olarak kalmaması” gerektiğine ilişkin temennisine değinerek toplumsal olarak temizlenme için şimdi bir eşikte olduğumuzdan söz ediyordu.
Mengi bu yazıda, Prof.Dr.Kayhan Kantarlı’nın birçok yazar ve medya kuruluşuna gönderdiği mektupta söz ettiği; “... aralarında TÜBİTAK bilim ödülü almış, dekanlık yapmış kişilerin ve organize bilimsel sahtecilik yaptıkları kanıtlandığı halde profesör yapılmış kişilerin dosyalarının, YÖK raflarından indirilerek yaptırım uygulandığı gün bu eşiğin geçilerek temiz toplum olmaya doğru bir adım atılabileceği” ifadesine dikkat çekmekteydi.
Mengi’nin yazısının üzerinden 4 yıl geçmiş. Peki biz bu eşiği geçebildik mi? Maalesef geçemedik. Geçebilseydik, en azından bu uğurda çaba göstermiş olsaydık, 2007’de “Nature” skandalı patlak vermeyecekti. Nature dergisinde Eylül 2007 de, uluslararası bilim camiasına intihal olduğu duyurulan 65 makalenin 59 tanesinin son iki yıl içinde gönderildiği tespit edilmiş. Yani tam da, Kantarlı’nın soruşturulmaların derinleştirilmesi için çaba gösterdiği yıllarda. Kantarlı’ya zamanında kulak verilmiş olsaydı, sorgulanmaktan ve yargılanmaktan kaçınılan bu insanlar yüzünden bugün bütün Türk bilim camiası mahkum edilmeyecekti. Nature skandalının üzerinden de 2 yıl geçmiş. Peki bu konuda gerekenler yapıldı mı? Örneğin:
- Olaya adları karışanlar üniversitelerinden uzaklaştırıldı mı?
- Yasal soruşturmanın ötesinde dünya bilim camiasını tatmin edecek yaptırımlar uygulandı mı?
- Şimdiye değin bu konuda yapılanlar, varsa uygulanan yaptırımlar yerel bilim camiasına ve dünya bilim çevrelerine açıklandı mı?
- En azından bunların kimler olduğu açıklanarak dürüstçe bilim yapan Fizikçilerin kendilerine töhmet altında hissetme rahatsızlığı giderildi mi?
- Kamuoyunun vicdanı rahatlatıldı mı?
- Bu insanların intihal makaleler karşılığında TÜBİTAK ve ODTÜ'den haksız yere aldıkları paralar geri ödetildi mi?
Bu soruları döne döne soran sadece bir avuç bilim insanı, iki yıldır yankılanıp kulaklarına dönen yine kendi sesleri. Diğerleri olanları çoktan unutmuş görünüyor, fakat uluslararası bilim camiası hiçbir şeyi unutmadı. Türk akademisyenlerin intihalleri, o yıldan bu yana uluslararası bilim çevrelerinde konuşulmaya devam ettiğine göre yapılanlar her ne ise demek ki yeterli ve inandırıcı olamamış.
Biz her yıl Uluslararası Saydamlık Örgütü’nün, yolsuzlukla mücadele sıralamasında Türkiye’nin yürek burkan yerini izlemeye alışkın bir ülkenin bilimcileri olarak, Nature skandalı ilk patlak verdiği andan itibaren, bu olayın da (artık iyice kirlenmiş olan) halı altına süpürüleceğini zaten tahmin etmiştik. Ne oldu? Gazetelerde basılan çarşaf çarşaf ahlaksızlığın soyağacı profillerinden, dalların ucunda görünen birkaç kişinin uyarılması dışında asıl köklerde görünen isimlerle ilgili soruşturmalar sürüncemeye bırakıldı, yani unutulmaya. Bu halkın çok pislikler kaldırmış sindirim mekanizmasının onu da zaman içinde sindirip alışacağı varsayılarak uyutmaya yatırıldı. Kanıksanan şeylerin sorgulanmaktan kurtulduğunu biliyorlar elbet. Bu ülkenin insanlarının, 12 Eylül yönetiminden bu yana dillendirmeye korktuğu her şeyi yuta yuta sindirim mekanizmaları çöp yuvasına döndü. Bu yavaş yavaş sindirim mekanizmasının literatürdeki adı “kurumsallaşma”dır. Bu ülkenin insanlarına 1980’den bu yana ufak ufak ahlaksızlık-haksızlık-adaletsizlik tabletleri yutturularak, “bir defadan bir şey olmaz” denilerek ahlaksızlık kurumsallaştırılmaktadır. Başka ülke insanlarını sokaklara döken olayların, bu ülkede neden kimsenin kılını kıpırdatmadığını hep merak ederiz ya, nedeni budur.
Bu pisliğin halı altına süpürülmesi geleneğinin yaman takipçilerinden biri olan Ege Üniversitesi Fen Fakültesi Fizik Bölümü öğretim üyesi Profesör Dr. Kayhan Kantarlı, bu olay ilk patlak verdiğinden itibaren neredeyse her gün halı altındakilerin envanterini defalarca yazdı, çizdi, konuştu. Bunca çağrı, yöneticilerimizde nedense hiçbir yankı bulmadı. Kantarlı: "... Bu skandalın başlıca nedeni yöneticilerin şimdiye kadar ortaya çıkarılan bilimsel sahtecilikler karşısındaki örtbas etme tutkuları, kayırmacılık ve eğitimsizliktir" diyordu (Münir, 2007). Birkaç sorumlu gazeteci de bu olaya köşelerini açtıkları için eleştiriliyordu.
Duyarlı bilim insanlarının bu olaya karışanların tümüne gereken yaptırımlar uygulana kadar konunun arkasını bırakmamak için oluşturduğu blog’da yazılanlardan, daha “Nature” intihal olayını dünya bilim camiasına duyurmadan aylar önce, ODTÜ yönetiminin Yüksek Öğretim Kurulu'na yaygın intihale ilişkin şüphelerini bildirdiğini öğreniyoruz. Eğer, YÖK o zaman gereğini yapmış olsaydı, şimdi Türk bilim insanları ABD'nin yüksek öğretim dergilerinin İnternet sitelerinde aşağılanıyor olur muydu? YÖK üstüne düşeni yapmakta gecikti diyelim, peki TÜBİTAK ne yaptı? TÜBİTAK başkanı, skandalla ilgili yapılanları öğrenmek isteyen basına: "Kararı hukukçular verecek" demişti. Hepimiz biliyoruz ki yasal olan şeyler her zaman etik olmayabileceği gibi, etik olmayan bir çok davranışın da yasal yaptırımı yoktur. Bir dönem başbakanının televizyonlara çıkarak “Benim memurum işini bilir” diye gümbür gümbür halkına seslenerek, bizzat gayrı ahlaki yolları teşvik etmiş bir ulusun evlatları olarak, bunun böyle olduğunu hepimiz adımız gibi biliriz. Özal, kendi halkını gayri ahlaki davranmaya teşvik etmekten yargılandı mı ki, biz intihal yapan bilim insanlarını yargıya havale ederek bu sorunun çözüleceğini umuyoruz. Yasalar yaşamın bütün alanlarını ilgilendiren ayrıntıları düzenlemez, onlar çerçeve hükümlerdir. Ahlaki kararları verebilecek olanlar mahkemeler değil, ilgili kurumların kurulları ve yönetimidir. Maalesef bizim yöneticilerimiz ahlak bilgisi dersinden sınıfta kaldı. Müfredatı bilmediklerinden değil, okuldan asla atılmayacaklarının güvencesini veren bir düzende yaşadıklarını bildiklerinden.
Bu yöneticiler kimler? Başta YÖK, TÜBA ve TUBİTAK’ın yöneticileri olmak üzere, üniversite yönetiminde olan hocalarımız, etik kurul üyesi olan hocalarımız, televizyon ve gazete yöneticilerimiz, bilimsel dergi yöneticilerimiz, esasında tüm bilim camiası. Görevlerini yaptılar tabii ki çizilmiş sınırlara özen göstererek, fakat bu topluma karşı aydın olarak yükümlülüklerini yerine getirdikleri anlamına gelmiyor. İşte tam da bu anlamda ahlaki bir sorgulamada vicdanlarının rahat olmaması gerekir.
“Ne yapabilirler ki?”, diyorsunuz değil mi?
Ne yapılmaz ki? Örneğin:
- Basın, bu sorun çözülene kadar, konuyu gündeminden ve manşetinden düşürmeyebilirdi, çözüm için gereğini yapmayanları her gün ifşa edebilirdi.
- Sayısız TV kanalımız var, her biri bu konuda tartışma açabilirdi, bu olayı vesile bilip eğitim kurumlarımızda çok önemli olan etik davranışların yerleştirilmesi konusunda öncülük edebilirlerdi.
- Bütün üniversitelerimizin öğretim üyeleri dernekleri var. Her birinin dernek başkanları, çeşitli gazete ve dergilere yayınlanmak üzere kınama mesajları gönderebilirlerdi.
- Bütün hocalarımız, aydın olma yükümlülüğünü ve topluma karşı sorumlulukları olduğunu hatırlayıp konu hakkında gazete ve dergilere yazılar yazabilirlerdi.
- Bilimsel dergilerimiz, izleyen sayılarının sunum yazılarına olayı kınayan birer paragraf ekleyebilirlerdi.
Bunlar yapılmadığı gibi, sorunun üzerine giden birkaç hoca ve gazete yazarının uyarıldığını biliyoruz. Bu tür davranışlar insana, hırsızlığın her türünün bildiğimizden de yaygın ve tüm kurumlarımıza sirayet etmiş olduğunu düşündürüyor. Şimdi yazının başında Mengi’den alıntıladığımız ifadeyi tersine çevirelim:
“Tüm yaşam alanları yağmalanmış bir ülkenin üniversitelerinde bilim hırsızlığı elbette doğal karşılanacaktır”
Ahlaksızlığın soyağacındaki isimler takip edilecek olursa, öğretim üyesi, onun yetiştirdiği doktora öğrencisi ve onun yanında yetişmiş doktora öğrencisi şeklinde bir profil ortaya çıkıyor. 1980 askeri rejimi ile topluma yerleştirilen köşe dönmecilik anlayışı, öyle görünüyor ki artık köşe dönmecilik ruhunu gelecek kuşaklara aktaracak eğitici kadrolarını da yetiştirmiştir. Hatırlanacak olursa 12 Eylül askeri darbesinin temel hedefi, eğitim kurumlarımız ve öğretim kadrolarımızdı. Bu dönemde, meslekten men edilen dürüst ve başarılı öğretim elemanları yerine doktorasız profesörler icat edilmiş ve bu insanlar yönetim kadrolarına getirilerek, eğitim sistemi bunlar eliyle dönüşüme uğratılmıştır. Milli Eğitim sisteminin temel referanslarının değiştirilmesi de, öğretici kadroların maaşlarının 7-8 basamak aşağı çekilmesi de hep bu dönemin uygulamalarıdır.
Tabii ki bu bilinçli zayıflatma, güçten düşürme çabalarının bir sonucu olacaktı. Kifayetsiz bilim insanlarının kendilerini var edebilmek için, bir yandan intihal yaparken bir yandan da başarılı bilim insanlarını iptal etmekle (üniversiteden uzaklaştırmakla) meşgul olduğu epeydir bilinen bir şey. Namuslu ve başarılı sayısız hocalarımızın dosyaları soruşturmalarla dolu, belden aşağı iftiralarla meşgul edilerek enerjilerini soruşturma metinlerine harcamaları sağlanıyor. İsmi bizde saklı bir rektörümüz, önce iftira kampanyası başlatıp arkasından 3-4 yıl boyunca soruşturttuğu bir öğretim üyesi için kendisini “Yaptığınız çok yanlış efendim, arkadaşımız nasılsa bunu ispat edecek, çok güç durumda kalabilirsiniz” diye uyaran bir senato üyesine bakınız ne cevap veriyor: “Hiç önemli değil, mahkeme açsın, ispat etsin, şöyle bir 3-5 yıl uğraşsın, o arada biz işimize bakarız.” Bu cevap bile tek başına, hak hukuk tanınmadığının, ahlaksızlıkta nasıl bir kurumsal dayanışma mekanizması işlediğinin bir belgesi. Bazı rektörlerimiz, hukukun dışına çıkarken mahkemelerden korkmuyor, YÖK nasılsa kendilerine soruşturma izni vermiyor. Hocalarımızın bu kadar sessiz kalmasının ardında, her birinin kendi yaşadığı soruşturmalardan öğrenilmiş böyle bir çaresizlikleri de var.
12 Eylül rejimiyle birlikte, bilim insanlarının kendi toplumunun sorunlarıyla ve siyasetle bağı bilinçli olarak koparılmıştır. Kendi geleceğine sahip çıkamayan, ülkesinin sorunlarına yabancılaştırılan bilim insanlarının giderek kendi onurlarına sahip çıkamaz hale gelmesi bir sonuçtur. Ne üzücüdür ki, artık yeni yetişen bilim insanları, söyleyecek bir derdi olduğu için değil, eksik puanları olduğu için makale yazma uğraşı vermektedirler. Tıpkı Özal’ın piyasanın vergi yükünü halkın sırtına sosyalize ederken kullandığı slogan gibi: Bir alışveriş-bir fiş, bir yayın-bilmemkaç puan.Yayın yap puan al, puanlarını biriktir unvan al, sahte yayınla köşeyi diğerlerinden önce dön, makam al.
Ülke ve ekonomi yönetiminde, 1980’li yıllarda yerleştirilen ve yasalaştırılan bireyselleştirme ve kişiselleştirme ilkesi, üniversitelerimize, yönetici kadroların artan yetki donanımı, tekrar tekrar seçilme imkanı, liyakata özen gösterilmemesi, hesap verilmemesi, kurulların hiçe sayılması biçiminde yansıtılmıştır. YÖK’ün üniversitelere çeki düzen vermek amacıyla çıkardığı her bir karar, her bir yönetmelik üniversitelerimizi iyileştirecek yerde olduğundan çok daha gerilere sürüklemiştir. Her bir kararın arkasında piyasa zihniyeti yatmaktadır. Piyasa zihniyeti nitel verilerden çok nicel verilere bakar. Bunun üniversitelerimize en olumsuz yansıması, yayınlara getirilen puanlama sistemiyle öğretim üyelerinin yükseltilmesinde yayın kalitesine değil yayın sayısına itibar edilmesi olmuştur.
Ben bu yazı vesilesiyle bütün hocalarımızı, bilim onuruna daha fazla sahip çıkmaya, bu uğurda daha fazla yazmaya, sadece makale değil, popüler gazete ve dergilerde de yazmaya, daha fazla televizyona çıkmaya davet ediyorum. Bakın o zaman her şey nasıl hızla değişmeye başlayacak. Tek tek geçici iş kontratlarıyla çalışan çok güçsüz bir kesim gibi görünebiliriz. Gücümüzü o kadar da küçümsemeyelim. Söz söylemek, sözünü meşru kılan bir makamda olmak esasında ciddi bir güçtür. Yeter ki susmayalım.Tüfeğe (güce) karşı taş atmak öldürmez şüphesiz, ama onur kurtarır. Söyleyecek sözü de bitmişse başka nesi ola ki bir bilim insanının.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Teşekkür ederiz.