Radikal 2, 26 Şubat 2006
Üniversitelerin yozlaştığını herkes kabul ediyor. Ancak bunun tek nedeni YÖK mü?
Öğrencilerin ödevleri, öğretim görevlisine emek harcanmadan, hazıra konulmuş araştırma malzemesi olarak geliyor.
Yükseköğretimde hemen herkesin şikayet ettiği başlıca konu, yeni kuşak öğrencilerin genel kültürden, temel entelektüel birikimden yoksun oluşu. ODTÜ'de öğretim üyesi bir arkadaşım anlatmıştı: Öğrencilerinden biri, verdiği okumaların çokluğundan şikâyet etmek için odasına girmiş ve kitapların hepsini okuyamayacağını, zaten ODTÜ'ye gelene kadar hayatında kitap okumadığını, bu doğal bir durummuşçasına söylemiş. Birkaç kuşak öncesinde bunlara 'yırtık öğrenci' ya da 'çakal' denirdi. Pek okumazlardı, derslerine çalışmaz, bütünlemeye kalır, belki geçer, belki okulu uzatırlardı. Ama en azından yapmaları gerekeni yapmadıklarını bilirlerdi. Bu kuşakta ders için bile olsa kitap okumamak normal bir durum, arkadaşımın odasına giren öğrenci de, kendi durumunun -artık- 'normal' olduğunu, toplumun normlarının artık bu yönde değişmiş olduğunu biliyor. Çünkü o artık bir öğrenci değil, hizmet almaya gelmiş bir 'müşteri'.
Ya öğretim üyeleri?
Öğrenci müşteriye dönüşür de öğretim üyesi olduğu yerde kalır mı? Üniversiter ortam değiştikçe o da -eğer bu değişime önayak olmamışsa- ayak uydurur, akademik varoluşunu sürdürebilmek için ahlâk anlayışına rötuşlar yapar. Yalnızca son iki haftada duyduğum birkaç olay şöyle:
İstanbul'da bir üniversitede Mütercim-Tercümanlık Bölümü'nden geçtiğimiz yıl mezun olan bir dostum, birkaç gün önce, sınıf arkadaşlarıyla yaptıkları bir dönem ödevinin Türkiye'nin en saygın yayınevlerinden biri tarafından kitaplaşmış halini gördü. Ancak buna pek sevinemedi. Çünkü hocaları, çevirinin noktasına virgülüne bile dokunmadan kitabın 'çeviren' bölümüne kendi adını yazmış, hırsızlık yapmış olması bir yana, o kitabın asıl çevirmeni olan öğrencilerine bir teşekkür etme gereksinimi bile hissetmemişti.
Bir başka dostum, yurtdışında doktorasını bitirip İstanbul'un özel üniversitelerinden birine öğretim görevlisi oldu. Kendi alanında yayımlanmış çok sayıda makalesi, bir de kitabı var. Ancak dekanı, bu arkadaşa yardımcı doçentlik vermedi. O payeyi, bölüme getirdiği, kitabı bırakın, herhangi bir makalesi bile olmayan yandaşlarına dağıttı. Bilmeyenler için söyleyelim, Yrd. Doç. Dr. kısaltması ile bildiğimiz bu unvan, yalnızca akademik değil, maddi bir avantaj da sağlıyor. Bu unvanı kapan, bir Dr.'den bir buçuk-iki kat fazla aylık alabiliyor. O üniversitenin dekanı da bu cülusu arkadaşlarına dağıtmayı tercih ediyor.
Birçok arkadaşımın başına gelen bir olay: Öğretim görevlileri, verdikleri ödevin konusunu o sıralarda yapmakta olduğu çalışma üzerine seçiyor. Böylece öğrencilerin yaptığı ödevler, öğretim görevlisine emek harcanmadan, hazıra konulmuş araştırma malzemesi olarak geliyor. Bu malzeme ileride makaleye dönüşüyor, o makaleler de hem akademik itibara hem de profesörlük yolunda puanlara. Öğrenci de ödevinden aldığı not ile yetiniyor. Öğrencilerinin emeğini puana dönüştürmede böylesine hünerli öğretim üyeleri, asistanlarının emeklerini nasıl kullanıyordur, varın siz hayal edin.
Kısacası, üniversiter ortamdaki yozlaşma, yalnızca öğrencileri değil, öğretim üyelerini de kapsıyor. Zaten, biliyorsunuz, erken Cumhuriyet dönemindeki o idealist ve idealleştirilmiş 'hoca'lar ortadan kaybolalı epey zaman oldu.
YÖK kolaycılığı
Bu yazının bir amacı, akademik camianın gelecek kuşaklar için bilginin üretildiği 'tertemiz' bir yer sananların gözünü açmasına yardımcı olmaksa, bir diğeri de o ortamdaki her türlü yozlaşmayı YÖK'e bağlama kolaycılığından kurtulmak. YÖK'ün kurulmasının nedeni, tüm ülkenin olduğu gibi, üniversitelerin de düşünce kemerini sıkmaktı. Bu kuruluşun ülkemize armağan ettiklerini yeniden saymamıza gerek yok. Ancak yukarıda örneklerini verdiğim yozlaşmayı da YÖK'ün varoluşuna bağlamak haksızlık olur. YÖK, üniversite siyasetinin başlıca aktörü olurken, bilgi edinme biçimini değiştiren diğer etkenlerin üretim biçiminin değişmesi, tüm ülkenin tüketim toplumuna dönüşme projesinin başarıyla uygulanışı, 'yurttaşlık' ilişkisinin 'hizmet' ilişkisine dönüştürülmesi, oluşturucusu değil, alıcısı oldu. Turgut Özal ile başlayan bu dönüşüm, bizi öğrencisiyle, öğretim üyesiyle üniversitelerin şu anda içinde bulunduğu duruma getirdi. Benim için en çarpıcı örnek, yine ODTÜ'den gelir: Öğrencilerin toplumsallaşma mekânı, artık ne kantinler, ne kütüphane ne de yurt. Artık bu işi okuldaki alışveriş merkezi görüyor. Tartışarak ya da paylaşarak değil, alışveriş yaparak toplumsallaşıyoruz artık.
'YÖK kolaycılığının' bir diğer sakıncası da, özne sorunundan kaçınmak. Bu akademik hileleri yapanlar arasında YÖK'ün varlığından rahatsız olan, kendini 'solda' tanımlayan öğretim üyelerinin de bulunduğundan şüpheniz olmasın. 'İntihal' deyince aklımıza Kemal Alemdaroğlu ya da Başbakanlık Müsteşarı Ömer Dinçer gelebilir, ama yukarıda verdiğim örnekler, ne yazık ki kuralı bozan istisnalar olmaktan çoktan çıktı.
Bu yazıyı üniversitelere özgü bir 'çözüm' paragrafıyla bağlamak isterdim ama üniversite, toplumun önünde gittiği ya da gitmesi gerektiği varsayılsa da toplumdan bağımsız bir kurum değil. Dolayısıyla bu toplumsal çürüme koşullarında üniversitelerden daha fazlasını beklemek de iyimserlik olur. O iyimserliğin hakkını ise ancak o çürümeyi oluşturan koşulları ortadan kaldırınca verebiliriz.
ERTAN KESKİNSOY: Bilgi Üni., yüksek lisans
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Teşekkür ederiz.