Yukarıdaki başlık Nobel ödülü sahibi Prof. Dr. Aziz Sancar’a aittir. Acaba Türkiye’de bu tespit ne kadar geçerlidir? Bence tamamen doğru bir teşhistir. Önce, uzun yıllardan bu yana dilimizde yer alan ve günlük hayatın içerisinde sıklıkla kullanılan kelimelerden biri olan “liyakat” ne demek, bunu açıklamakta yarar var.
Liyakat, Arapça’dan Türkçe'mize girmiştir. TDK'ye göre, liyakat bir kimsenin, kendisine iş verilmeye uygunluk durumudur. Ehli olmak, iş bilir anlamları vardır. Liyakat göstermek bir işte başarılı olmaktır. Liyakat sahibi; başarılı, erdemli, yetenekli kimse anlamındadır. Liyakatsizlik ise başarısız, yeteneksiz, deneyimsiz demektir.
Önce, bir vakıf üniversitesinde YÖK mevzuatı yok sayılarak yapılan bir atamaya değineceğim.
Ankara’da bir vakıf üniversitesinde (X) açılan bir kadroya iki başvuru yapılmıştır. Başvuru sahiplerinden biri olan A kişisi “Y” üniversitesinde uzun yıllar görev yapmıştır. “X” üniversitesi YÖK mevzuatını yok sayarak 3 bilim jürisini A adayının yıllarca görev yaptığı “Y” üniversitesinden seçmiştir. “Y” üniversitesinden seçilen 3 jüri üyesi de açılan kadronun “bilim” alanından değildir.
Bu seçim hukuk dışıdır. Çünkü, “Profesörlük kadrosuna başvuran adayların…, en az üçü başka üniversite veya yüksek teknoloji enstitüsünden olmak üzere ilan edilen kadronun BİLİM … alanı ile ilgili en az beş profesör… bir ay içinde seçilir” hükmü görmezden gelinmiştir. Eski arkadaşları olan A kişisi hakkında aşağıda yer alan 9 mevzuat dışı kriteri esas alan jüri üyeleri, bu kişi hakkında olumlu rapor yazmışlardır.
Bu süreçte Danıştay 8. Dairesi’nin “Aynı bilim ve sanat alanının belirlenmesinde akademik örgütlenme (anabilim dalı) esas alınır” kararı dikkate alınmamıştır. E. 2010/5235, K. 2010/5843, K.t. 05.11.2010) Danıştay 8. Dairesi’nin 27.09.2010 tarih ve 2010/3384 Esas No, 2010/4726 kararı da yok sayılmıştır. “X Üniversitesi Öğretim Üyeliği Kadrolarına Yükseltme Ve Atama İçin Başvuru Ölçütleri” ne de uyulmamıştır. Üstelik bir jüri üyesi iktisatçı değil, maliyecidir. (Mali Hukukçu) Bu üye atanmayan aday hakkında önce olumlu rapor yazmış, daha sonra raporunu değiştirerek TCK kapsamında suç işlemiştir. (görevi kötüye kullanma)
Liyakat için en önemli kriter, adayların eserlerine yapılan atıflardır. Fakat jüri bu atıfları yok saymıştır. Atanmayan A adayının eserlerine yapılan atıflar 2.160 iken, atanan adayın eserlerine yapılan atıflar 461’dir Fark: 1,699. h-endeksi ise 437’ye karşı 73’tür. Fark: 364.
Daha vahimi aşağıdadır. Atanan adayın eski üniversitesinden özellikle seçilen 3 bilim jürisi üyesinin eserlerine yapılan toplam atıf sayısı, atanmayan adayın dörtte biri bile değildir: 301+40+14=355. Fark: 1,699-355=1,344.
Dünyanın hiçbir üniversitesinde ve Türkiye’deki 207 üniveristede aralarında bu kadar fark bulunan aday atanmaz, atanamaz eğer gerçekten atamalarda liyakat söz konusu ise.
Önceki YÖK Başkanı Prof. Dr. Yekta Saraç, 11 Şubat 2021 tarihinde "Akademide son günlerde yapılan atamalarda liyakat ve ehliyetin gözetilmediği, bu hususunda toplumsal vicdanı rahatsız ettiği yönünde dikkate alınması gereken şikayetler var. Bununla ilgili önümüzdeki haftalarda bazı kararlar alacağız" demiştir. YÖK Başkanlığı görevini devreden Yekta Saraç'ın yönetimini değerlendiren Dr. Serdar Tekin, "Akademik liyakat normları ağır bir erozyona uğramış durumda" derken çok haklıdır.
Yeni YÖK Başkanı sayın Prof. Dr. Erol Özvar, akademik performans odaklı bir yönetim anlayışıyla çalışacaklarını açıklamıştır: "Akademik performans odaklı idare anlayışının yanı sıra hiç şüphesiz yükseköğretim kurumlarının üzerine düşen eğitim-öğretimde kalitenin artırılması, araştırma geliştirme faaliyetlerinin en yüksek düzeye çıkması konusunda YÖK olarak üzerimize düşen çalışmaları en iyi şekilde yerine getirmeye çalışacağız."
Sayın Başkan “Akademik performans odaklı bir yönetim” anlayışı ile kalitenin arttırılması üzerinde durmuştur ama YÖK’e iletmiş olduğum hukuk dışılıklar konusunda şimdiye kadar bir işlem yapmamıştır. Bu durumda “akademik performans odaklı yönetim anlayışı” nasıl gerçekleşecek, üniversitelerde kalite nasıl arttırılacaktır?
“Akademik performans odaklı idare anlayışı”nın söz
konusu olmadığı bir diğer örnek, Anadolu’daki bir üniversitede
yaşanmıştır: "Üniversitelerinde bilimsel hırsızlığın doğal karşılandığı
bir ülkenin elbette tüm yaşam alanları soyulacaktır." Bu görüşe
katılmamak mümkün değildir. Dönemin YÖK Başkan
Vekili Prof. Dr. İzzet Özgenç, “Z”
kişisi hakkında "….” eserinde
İNTİHAL YAPTIĞI kanaatinin oluştuğu belirtilmiştir" diyerek, gereğinin
yapılmasını ilgili Anadolu’daki üniversiteden talep etmiştir.
Bu talebinin gerisinde,
alanında uzman 6 öğretim üyesinin "intihal yapılmıştır" kanaatinin
oluştuğuna ilişkin raporları vardır. Üniversite Rektörlüğü 23.01.2009 tarihine YÖK´e
yazmış olduğu yazıda şu ifadeyi kullanmıştır: "Kitap 2000 yılında
basıldığından ceza verme yetkisi ZAMAN AŞIMINA UĞRADIĞINDAN herhangi bir ceza
verilmesinin de mümkün olamayacağı düşünülmektedir."
Açıkçası intihali kabul etmiş ama bu suçu aklamak
için zaman aşımını gerekçe göstermiş. Utanılacak bir savunma! Oysa intihal
(bilimsel hırsızlık) suçlarında zaman aşımı 3 Haziran 2005 tarihinde
kaldırılmıştır.
Bu gelişmeler, YÖK’e ve ilgili üniversitenin Dekanlık ve Rektörlük makamına bildirilmesine rağmen hiçbir işlem yapılmaması, yeni ve eski YÖK Başkanlarının “liyakat” açıklamalarının “suya yazılan yazı” olma ötesinde bir anlamının olmadığını ortaya koymaktadır. Bu gelişmeler sonucunda, Türkiye Cumhuriyeti’nin bir hukuk devleti olduğuna ilişkin maddesinin yürürlükte olup olmadığı sorusu zihinlerde yer etmiştir.
Yukarıdaki iki örnek dikkate alındığında, Nobel ödülü sahibi Prof. Dr. Aziz Sancar’a hak vermemek mümkün mü? Bu durumda üniversitelerimizin 11. Kalkınma Planı’nda yer alan 2023 hedeflerine, yozlaşan bir akademi dünyası ile ulaşmanın mümkün olmadığını eski bir DPT mensubu olarak açıklamak isterim.
11’nci Kalkınma Plan hedefleri arasında ekonomik hedeflerin yanında çok önemli bir hedefi daha vardır: “Dünya akademik başarı sıralamaları 2023 itibariyle Türkiye’den en az 2 üniversitenin ilk 100’e ve en az 5 üniversitenin de ilk 500’e girmesi sağlanacak.” ODTÜ Enformatik Enstitüsü URAP Başkanı Prof. Dr. Ural Akbulut Türk üniversitelerinin dünya genel sıralamalarındaki durumu hakkında şu yorumu yapmıştır:
“… son 4-5 yılda çok sayıda üniversitemizin sıralamalardaki yükselme hızı düştü. Bazı üniversitelerimiz ise gerilemeye başladı. Bunun nedenleri, yayın sayılarımızın diğer ülkeler kadar hızlı artmayışı ve saygın dergilere yönelmek yerine etki değeri en düşük dergilere yönelmiş olmamızdır. Üniversitelerimizin bilimsel makale sayısı 2010’dan bu yana sürekli arttı. Ancak bu artış sırasında, etki değeri en yüksek dergilerde çıkan makalelerin sayısı artırılamadığı için ilk 500’deki ve ilk bindeki üniversitelerimizin sayısı giderek azalmaktadır.“ (http://tr.urapcenter.org)
Prof. Akbulut “ilk beş yüzdeki ve ilk bindeki üniversitelerimizin sayısı giderek azalmaktadır” diyerek çok önemli bir tespitte bulunmuştur. Eğer vakıf ve devlet üniversitelerindeki profesör atamalarında yukarıda yer alan 9 kriteri YÖK uygun buluyorsa, Türk üniversiteleri değil ilk 500’e, ilk 1,500’e bile giremez. Kriterlerin uluslararasında bilimsel hiçbir değeri olmamasına rağmen profesör atamalarında “sözde” kriterlere göre atama yapılabilmektedir. Sayın Akbulut bunun sebebini şöyle açıklamaktadır:
“Ancak bu artış sırasında, etki değeri en yüksek dergilerde çıkan makalelerin sayısı artırılamadığı için ilk 500’deki ve ilk bindeki üniversitelerimizin sayısı giderek azalmaktadır.”
Bu şu demektir: Eğer profesör olacak aday “genç, dinamik ve yetkin” olursa profesör ataması yapılacak, değilse atanmayacaktır. Sanki üniversiteye olimpiyatlarda Usain Bolt gibi 100 metre koşacak atlet alınacak! Adayın bilimselliği ve yayınlarına yapılan atıflar hiç önemli olmayacak! Bu şartlar altında 2023 yılındaki hedefe ulaşmak güzel bir hayal olmaktan öte bir şey değildir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Teşekkür ederiz.