21 Şubat 2014
Murat Bardakçı - Bu uygulama intihali önlemez, sadece artırır (HABERTÜRK)
YÖK "intihal" yani "bilimsel hırsızlık" yönetmeliğinde değişiklik yapmış, intihalin bundan böyle "kamu görevinden çıkarma cezası" gerektiren bir suç olarak ele alınmasını öngörmüş ve kendisinde bulunan karar yetkisini de üniversitelere devretmiş.
Bir başkasının kitabının, makalesinin yahut çalışmasının tamamını veya bir bölümünü alıp üzerine isminizi koyarak kendi eseriniz, kendi buluşunuz gibi yayınladığınız takdirde, "intihal" yapmış olursunuz. Bu işi yapmakla adamın evinden eşyasını yahut cebinden parasını çalmak arasında hiçbir fark yoktur, düpedüz hırsızlıktır ama intihal bilimsel kişilikle yapıldığı için daha da büyük bir ahlâksızlıktır.
Akademik hırsızlık, üniversitelerimizde son senelerde almış başını gitmiş vaziyette... Hemen her vilâyette lise açar gibi en az bir üniversite ve bol bol da fakülte açıldığı için buralara gönderilecek kaliteli hoca sıkıntısı çekiliyor, yapılan yayınlar yahut yaptırılan tezler kontrol edilemiyor. Dolayısı ile akademisyen unvanlı zevâttan bazısının başkasının eserini babasının malı imişcesine alıp kullanmasının yani çalmasının önüne geçilemiyor; türlü türlü engellemeler, dost-ahbap ilişkileri veya siyasî baskılar yüzünden intihalle ilgili müeyyideler de uygulanamıyor ve neticede çalan çalana...
KURULLAR 'İLLALLAH' DEDİ!
İntihal, üniversitelerimizin artık rutin faaliyetlerinden biridir ve bu iş özellikle de fen bilimlerinde alıp başını gitmiştir. Akademik camiadaki intihaller 1980 sonrasında, özellikle de son on-on beş sene içerisinde zirveye ulaşmıştır ve eğitim tarihimizde bugün olduğu gibi üzerinde intihal gölgesinin bulunduğu bir başka dönem yoktur!
YÖK hiç bitmeyen intihaller konusunda kendi bünyesi içerisinde tıp, fen bilimleri ve sosyal bilimler alanında üç ayrı "etik kurul" oluşturmuştu ve şikâyet dosyalarının bu kurullarda ele alınıp karara varılmasına çalışılıyordu...
Ama intihal iddialarının ardı-arkası kesilmeyince kurullar iş yapamaz oldular. Üstelik ihbarlar sadece gerçek intihallerle sınırlı kalmıyor, bazı akademisyenler aralarında husumet olan meslekdaşlarının başını yemek için akla gelmesi bile zor metodlar keşfediyorlardı... Meselâ profesörün biri, bir başka profesörü kendine rakip mi görüyor? Üçüncü bir kişinin eserini alıyor, üzerine rakip gördüğü meslekdaşının ismini koyup yayınlatıyor ve sonra "Bu herif intihal yaptı!" diye YÖK'e şikâyet ediyordu. Hiçbirşeyden haberdar olmayan diğer hoca kendini temize çıkartmaya çabalıyordu.
HIRSIZA GÜN DOĞDU!
YÖK, etik komisyonlara gelen hırsızlık dosyalarının sayısının artması, komisyonlardan çeşitli baskılar yüzünden tartışılır kararlar çıkması, idarî mahkemelerin intihalciye verilen cezaların çoğunu bozması ve hukukî noksanların doğması üzerine, intihali geçtiğimiz günlerde "kamu görevinden çıkarma cezası gerektiren bir suç" haline getirdi ve kararı üniversitelere bıraktı. Etik kurullar artık sadece doçentlik tezlerindeki intihal suçlamalarını inceleyip karara bağlayacak, geri kalan bütün akademik hırsızlık iddialarını bundan böyle üniversiteler değerlendirecek.
Senelerden bu yana çok sayıda intihali gündeme getiren birkaç gazeteciden biri bendenizim ama yaptıkları çalıntıları belgeleri ile yayınladığım akademik unvanlı hırsızların hiçbiri maalesef üniversiteden kapıdışarı edilmedi... Bir komisyonun hükmü başka bir komisyon tarafından bozuldu, mahkemeler kararları iptal ettiler, yahut araya birileri girip dosyaları ortadan kaldırdılar ve meydan intihalcilere kaldı!
İntihal meselesi, YÖK'ün bu yeni uygulaması ile artık tam bir kumar halini almıştır! Akademik hırsızlık konusunda kararın üniversitelere bırakılmasıyla işin içine eş-dost bağlantıları ve siyasî baskılar girecek, neticede göstermelik bir-iki örnek dışında pek bir iş yapılamayacak ve hırsızlar ortada eskisinden daha fazla cirit atacaklardır!
5 Şubat 2014
AYŞE ÇAVDAR - Zeynep Şarlak ile söyleşi: "Bir hayatta kalma stratejisi olarak yolsuzluk" (SabitFikir)
Bir dönem intihal.com diye bir site
açmak istedim. Sonra bir arkadaşıma danıştım, bu işleri iyi bilen bir
adam. Dedi ki, "Canını yakarlar, mahvederler seni. Başın belaya girer.
Zeynep
Şarlak, uzun yıllar boyunca Türkiye’de yolsuzluğun hangi ilişki
biçimlerinde ortaya çıktığı ve nasıl algılandığı konusunda yapılan
araştırma projelerinde yer aldı. Yolsuzluk araştırması konusunda engin
bir alan bilgisine sahip oldu. Yazdığı yazılarda, katıldığı uluslararası
toplantılarda Türkiye’de büyük bir problem olan yolsuzluğun neden
öncelikli bir siyasi gündeme dönüşemediğini sorguladı. İntihal,
hırsızlık derken araya yolsuzluğu da katıp memleketin bu konulardaki
etik kodlarını tartıştık birlikte. Hayli enteresan bir manzara çıktı
ortaya…
Yolsuzluğu, kurumsal düzeyde yapılan hırsızlık diye tanımlamak mümkün mü?
Hırsızlık
ve yolsuzluk kavramları arasında doğrudan bir ilişki var ama çok önemli
ayrımlar da var. Hırsızlık dediğin zaman benim aklıma ilk baklava çalan
çocuklar geliyor. Bu yüzden klasik bir yolsuzluk tanımı yaparak
başlayalım: Sana tevdi edilen gücü kişisel çıkarın için kullanmak
yolsuzluktur. Tanımı genişletmek istersen taşeron işçilere yapılan
haksızlıklar da bir tür yolsuzluk. Sonuçta müthiş kâr ediliyor vs.
Yolsuzluk tanımının neden böyle olduğu tartışılabilir. Ama hukuki
çerçevenin sınırlanmasına ihtiyaç olduğu için tanımı da daraltmak lazım.
Bunun ötesinde kurumsal güç kullanılarak yapılan her türlü hırsızlığa
yolsuzluk diyebiliriz elbette. Çünkü bu durumda kurumsal gücün kişisel
çıkar amacıyla kullanılması söz konusu. Ama genel anlamda yolsuzluk ve
hırsızlık bir arada düşünüldüğünde bana sanki yolsuzluk daha günah gibi
geliyor.
Bir toplumun ortaklaşa ürettiği kurumlarda yolsuzlukların artması, o toplum hakkında ne söyler?
Kurumların
toplumlar tarafından inşa edildiğini düşünmüyorum. Eğer beraber inşa
etseydik ortak bir fayda üzerine inşa ederdik. İnsanlar bir şeyi beraber
yapınca “kurallara uyalım, çünkü hepimiz için iyi” diye düşünür. Ama
beraber inşa edilmemiş bir kurumsal yapı var Türkiye’de.
O yüzden mi bu kadar çok yolsuzluk var?
Kuralları
ve kaideleri toplum tarafından belirlenmemiş, tepeden inmeci bir yapı
giydiriliyor toplumun üzerine. İyi de kontrol edilmiyor zaten. Kontrol
edilmemesi bir şekilde yapının işlevselliğini sağlıyor. Bilinçli olarak
bırakılan boşluklar var. Mesela vergi meselesi. Devletin vergi
kaçaklarına göz yumması söz konusu Cumhuriyet’in başından beri. Çünkü
sermaye birikimi sağlaması gerekiyor. Bunun için de vergi meselesine
fazla abanmıyor. Ama gördük ki zamanı geldiğinde de canını sıkan bir
işadamının üzerine vergi memurlarını salıp hayatını zehir ediyor.
Kurallı kuralsızlık geniş bir hareket alanı sağlıyor yani.
Çok
büyük hareket alanı sağlıyor. Bu yüzden yolsuzluğu sistem sorunu olarak
görüyorum. Siyaset yolsuzluğun ortadan kaldırılmasından sorumlu ama
yolsuzluğun üretilmesinden sorumlu değil. Sokaktaki adam da yolsuzluğa
açık. Çünkü güvensiz. “İlk benim işim görülsün” diyor. Çünkü
karşısındakine güveni ve saygısı yok.
Bir de kendisine sıra geleceğinden emin değil aslında.
Sistemin
çalışmadığını biliyor ve sistemi çalıştırmanın bir yolunu buluyor. Ama
kendi işini bu şekilde görmek, başkalarına saygısızlık. Trafiği ele
alalım. Boş buldum mu, sağdan fırlayıp geçiyorum. Adam kızıyor. Haklı,
ben de kızıyorum bana yapıldığında. Ama başka türlü bu kadar hızlı
gidemeyeceğimi biliyorum. Türkiye’de verilen sus paylarını düşün.
Fakirsen sus payı alıyorsun. Sistem susman için ihtiyacının bir kısmını
karşılıyor. İş dünyasının siyasetle ilişkisinde de sorun var. Devlet
elinde şunu sürekli tutuyor: “İstediğim zaman istediğim kişinin mülkünü
istimlak da ederim, vergisini de denetlerim, geriye dönük karar da
alırım.” Böyle bir şey olamaz ki. Mülkiyet hakları ne olacak? Geriye
dönük karar alamazsın. Kazanılmış hak haktır. Hangi toplumsal kesime
bakarsak bakalım, ister sınıfsal, ister işveren, oy veren vs. gibi
kategoriler üzerinden bakalım sistemde çok önemli sorunlar olduğunu
görüyoruz. Bu sorunları yolsuzluk karşıtı klasik önlemlerle çözmek
mümkün değil.
Çözüme geçmeden ilgisizmiş gibi
görünen bir sorum daha var. Yenilerde intihal nedeniyle cezalandırılan
bir akademisyenin açtığı dava sonucu intihalin suç olmadığı ortaya çıktı
Türkiye’de. Şimdi artık üniversite hakkında ne düşünmeli?
Bu
durum ortada üniversite diye bir şey olmadığını ortaya koyuyor.
Üniversite kelimesinin etimolojisinden başlayarak o kurumlara baktığınız
zaman, o kurumların üniversite olmadığını görüyorsunuz. Türkiye’de
sahici üniversitelerin sayısı bir elin parmaklarını geçmez. 10 değil
mesela. Bu üniversitelerin üniversite olması, kendi içlerinde belirli
kültürel kodlarının olmasından kaynaklanıyor. Kendi kodları olan
üniversite gerektiğinde devlet baskısına da direnebiliyor. İntihal
vakası görülmüyor. Çünkü o üniversite bünyesine intihal yapabilecek
kimse gelemiyor, gelmiyor. Almıyor üniversite böylesini. İntihal her
şeyden önce kendini kandırmak demek. İşini doğru düzgün yapan insanlara
büyük bir saygısızlık, terbiyesizlik. 12 Eylül’den başla, bunun
öncesinde çok büyük üniversiteler, çok baba kadrolar yok oldu. Çok
önemli akademisyenler ve iyi bir akademik anlayış vardı bu ülkede. Azdı
sayıları, ama önemlilerdi. Beğenelim, beğenmeyelim. Şimdi durum vahim.
Çünkü bu kadrolar tamamen yok edildi. 12 Eylül’den sonra “üniversitelere
kendimizden profesör sokalım” diye başladılar çürütmeye. Solcu
kadroları attıktan sonra ele geçirmeleri gereken bir alan olarak
görmüşlerdi çünkü. Beş dakikada profesör yaptılar bir sürü insanı.
Oradan, buradan çalıp çırpan bir nesil akademisyen çıktı ortaya. Onlar
da başka akademisyenler yetiştirdiler.
Hırsızlık gibi başlayan şey, kurumsal kabullenişle büyük bir yolsuzluğa dönüşmüş oldu.
Aynen
öyle. Çünkü YÖK’ün içine de amcanın oğlu, çok yakın arkadaşın, Mason
locasından biraderin içeri girmiş. Oligarşik bir yapı var neredeyse. Şu
an için söylemiyorum, şu an işler biraz daha karışık. İntihal yaptığını
bildiğim adamı koyar mısın oraya? Koyuyorsun senden biri olsun diye.
Böyle olunca intihal mevzuu ayıp olmasın diye yönetmeliğe konmuş, ama
yasada yok. Bir dönem intihal.com diye bir site açmak istedim. Sonra bir
arkadaşıma danıştım, bu işleri iyi bilen bir adam. Dedi ki, “Canını
yakarlar, mahvederler seni. Başın belaya girer.”
O kadar kural haline gelmiş yani…
Tamamen öyle. Vazgeçtim ben de tabii…
Nasıl mücadele edilir yolsuzlukla?
Yolsuzluk
bazıları için hayatta kalma stratejisi. Özelleştirmede ihaleleri her
koşulda Türk firmalara verme eğiliminde bile görebilirsin bunu. Memleket
içinde bir hayatta kalma stratejisi, rekabet edemiyor başkasıyla.
Yolsuzlukla, yolsuzlukla mücadele reçeteleriyle uğraşılabileceğini
zannetmiyorum. Washington Konsensüsü’nün bir reçetesi var, Dünya
Bankası, IMF gibi kurumlar her yerde bu reçeteyi çıkarıp masaya koyuyor.
Başı ağrıyana da veriyor, beli ağrıyana da. İyi yönetişim reçetedeki
ilaçlardan biri. Ama iyi yönetişim çok büyük revizyon gerektirir
devletin zihin yapısında. Bu yüzden reçete işe yaramıyor. Bana sorarsan,
Türkiye’de siyasi partiler kanunu değişmedikçe yolsuzluğun azalması
mümkün değil. Çünkü siyasete girmenin maliyeti çok yüksek. Bu maliyetle
girdiğin zaman amortismanı dert ediyorsun doğal olarak. 4-5 sene sonra
seçilmeyeceksin. Çünkü bizde meclis üyelerinin değişme oranı yüzde 50-60
civarında. Dolayısıyla ikinci dönem garanti değil. 4-5 sene içinde
koyduğun kadar parayı ve bir miktar fazlasını kazanman lazım. Meclis’in
yapısına bakalım. İşçi milletvekili var mı? Yok. Olamaz da zaten.
İşadamları var, işadamlarının adamları var, aşiret reisleri var,
aile-eşraf falan var. Bunların biatı kime, seçmene mi başbakana mı?
Elbette başbakana. Seçmen kim ki, oy verme makinesi.
Siyasi
parti yasalarının değişmesi için de bir toplumsal baskı olması lazım
değil mi? Siyasi partiler bu kadar balını, kaymağını yedikleri bir şeyi
niye değiştirsinler ki?
Toplumdan hiçbir konuda
bir baskı gelmiyor. O kadar büyük bir güvensizlik var ki insanlarda.
Herkes birbirine kapanmış durumda. Kimse kimseye güvenmiyor. Böyle
olunca bir türlü vatandaş olamıyoruz. Bizde vatandaş olamama sorunu var.
Gezi olaylarında gördük, belirli bir kentli nüfus var artık, oluşmaya
başladı. Özgüvenli ve ne istediği konusunda daha gelişkin bir fikre
sahip. Böyle bir nesil şimdi şimdi gelecek. Ama bu kentli nüfusa da
siyasette yer yok…
İşin kötü yanı bu kentli nüfusun beslendiği kent de yok artık.
O
da doğru, kent artık tuhaf bir şeye dönüşüyor. Öte yandan maalesef
bizde değişimler hep dışardan. AB istiyor diye değiştiriyoruz. Biraz
tutturuyoruz, sonra bir bakıyoruz hepsi geriye düşüyor, çünkü işlemiyor.
Kimi zaman da işliyor ama işletenlerin işine gelmiyor.
Şöyle bir sarmal mı var? Kurumlara olan güvensizlik yolsuzluğu, yolsuzluk da kurumlara olan güvensizliği besliyor.
Kurumlara
olan güvensizliğin yolsuzluğu beslediği muhakkak. Çünkü kurumlara
güvenmeyen vatandaş yolsuz bir yol buluyor. Ama bu sadece vatandaşın
sorunu değil. Şunu da unutmamak lazım. Yolsuzluğu azaltabilirsiniz.
Siyasetin orada müthiş bir gücü var. Yapmıyorsa da siyaset yapmıyor.
Tabandan baskı gelsin ya da gelmesin. AB’yi kim kurdu? Üç-beş akil adam.
Halkın böyle bir talebi yoktu ki… Daha yeni boğazlamıştı Avrupa’da
herkes birbirini. Burada siyasetin inisiyatif alması lazım. İlkesel bir
vizyon geliştirmesi gerekiyor.
Yolsuzlukla mücadele yasalar eliyle yapılabilir mi?
Hem
evet, hem hayır. Hangi yasalardan başlayacağımız önemli. Yolsuzluk
karşıtı yeni yasalar yapmaktansa, sistemde yolsuzluğa yol açan yasalar
değişitirilirse belki olur. Yolsuzluğun tohumlarını kamuda aramaktan
ziyade, gündelik hayatta da aramak lazım. Doktora gidiyorsun görüyor,
bademciklerin şişmiş. Ama senden 4-5 tane test istiyor. Çünkü sistem,
senin cebinden aldığı paradan komisyon alması üzerine kurulmuş. Bu da
bir yolsuzluk ama bunu yolsuzluk olarak ifade edemiyorsun. Dolayısıyla
bu türden süreçleri yeniden düzenleyerek yolsuzluğun bertaraf edilmesi
gerekir. Klasik yolsuzluk karşıtı reçeteler bu noktaları görmezden gelme
riskine sahip. Yolsuzluğun hangi ilişki biçimlerinde ortaya çıktığını
tespit etmek önemli.
Bal tutan, parmağını yalar atasözünü bir tür vizyon olarak görmek mümkün mü? Ama nihilist bir vizyon…
Mesele
şu: Toplum yolsuzluğu birincil bir sorun olarak görmüyor. 2007
seçimlerinden önce CHP’nin binlerce basıp dağıttığı bir yolsuzluk
kitapçığı vardı. Ciddi iddialar söz konusuydu, deliller ortada.
Yolsuzluk olduğu söylenen illerdeki AKP oyları arttı. Bunun sebebi şu
olabilir: AKP yolsuzluk yapıyor ya da yapmıyor, önemli değil. CHP’den o
kadar nefret ediyor ki seçmen. KONDA’nın bir anketi vardı. Hiçbir koşul
altında CHP’ye oy vermeyecek AKP’li seçmen oranı yüzde 60. Bu çok büyük
bir rakam. CHP, AKP temelinde görmüyorum bu işi, ama öyle bir öfke ve
algılama sorunu var ki… Ve bu sorun karşılıklı tabii. Bir de şu var:
Sadece sağ partiler değil, bütün siyasi partiler yerelde ekonomik rant
söz konusu olduğu zaman aynı elleri havaya kaldırıyor. Meclis’te
tekmeler havada uçuşuyor, ama yerel uygulamada inanılmaz derecede
uyumlular. Bakan düzeyinde yaptığım röportajlardan da çıkan bilgiler
böyle. Bu nefret ve güvensizlik, benden olan olsun, kol kırılır yen
içinde kalır bakışı, yolsuzluktan fayda umuş besliyor yolsuzluğu…
Hakikaten çok güvensiz bir toplum. Vatandaş olamıyoruz o yüzden. Biraz
da manik depresif bir halet-i ruhiye söz konusu tabii.
Ergenliği aşamayan bir ihtiyar gibi toplum…
Çok
güzel, ergenliği aşamıyor. Şu örneği veriyorum hep: Duygusal bir şarkı
çalıyor bir düğünde ağlıyoruz, hoşumuza gidiyor. Hemen ardından oyun
havasıyla dans etmeye başlıyoruz. Kafamız karışık. Bir türlü aşırı
duygusallıktan kurtulamıyoruz. İlkeler çerçevesinde düşünemiyoruz. Bu
çerçevede düşünmenin daha keyifli olacağını göremiyoruz. Kendi
araştırmamda yolsuzluktan ne kadar hoşnutsuz olduğumuza da baktım. O
kadar da hoşnutsuz olmadığımızı gördüm. Mesela bir doktora hediye
alıyorsun. Yapması gereken şeyi yapıyor, ama hediye alıyorum ona. Hz.
Muhammed’e referans verildi bununla ilgili. “Hediye alıp veriniz,” demiş
peygamber. Polislerle konuşurken verildi bu referans. Çorba parası
mesela. “Polis bana bakıyor, beni koruyor, ona bedava çorba vereyim.”
Almanya’da bunun için tutuklanırsın. Polis polislikten men edilir. Ufak
yolsuzlukları yolsuzluk gibi görmüyoruz bile. Öte yandan bunlar bir
şekilde çözülüyor sanki. Asıl sorun büyük yolsuzluklar. Siyasi
yolsuzluklar çok büyük boyutta. Ülkenin kaynaklarının müthiş eritiyor
yolsuzluklar.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
!
Türkiye yırtıcı, şaibeli, sahte ve fake dergilerde en çok yayın yapan 3. ülke
Predatory journals: Who publishes in them and why? - Selçuk Beşir Demir Dünyanın en prestijli dergilerinden biri olan Elsevier tarafınd...
Predatory journals: Who publishes in them and why?
.....................................................................
...
...
...
* Rastgele Yazılar
.