Akademik dünyadaki olumsuz özendirme mekanizmalarını ve bunların doğurduğu garip sonuçları ele alacağımı söylemiş, ama bu konu hakkında bir şeyler karalamayı ertelemiştim. Bu erteleme riskliydi: Bu köşeyi izleyenler açısından akademik hayata ilişkin önemli çözümlemelerin yer alacağı bir dizi yazı beklentisi doğurmuş olabilirdi. Böyle bir beklenti haklı olmaz.
Bendeniz eğitim uzmanı değilim. Üniversite eğitimi üzerinde araştırmalarım falan yok. Sadece üniversite öğretim üyesiyim. Bu kimliğimle çeşitli üniversitelere davet ediliyor ve konferanslar veriyorum. Başka öğretim üyeleri ile görüş alışverişinde bulunuyorum. Doçentlik sınavlarında jüri üyeliği yapıyorum. Ayrıca bazı bilimsel dergilere yollanan akademik çalışmalar hakkında görüşlerim isteniyor. Yazacaklarım bu faaliyetlerden elde ettiğim deneyim ile ilgili. Dolayısıyla, iddialı falan değilim. Dilerseniz, anekdot düzeyinde bazı karalamalar da diyebiliriz yazacaklarıma.
Bugün ‘bu âlemde sevmediğim işler’ listesinin -ki çok şükür çok kısa bir liste bu, en başında yer alan doçentlik sınavlarında jüri üyeliği görevi üzerine birkaç noktaya değinmek istiyorum. Doçentlik sınavının bir jüri üyesi için iki aşaması var. İlkinde, jürisinde yer aldığınız adayın akademik çalışmalarının yer aldığı dosyayı inceliyor ve bir rapor yazıyorsunuz. Bu rapor Üniversitelerarası Kurul Başkanlığı’na yollandıktan bir süre sonra sözlü sınavın yapılacağı üniversitede belli bir gün ve saatte bulunmanız isteniyor. O üniversite hangi şehirde ise o tarihte orada olmakla yükümlüsünüz. Buraya kadar gariplik yok.
Çalışmalardan habersizler
Onların o alandaki sorunlar üzerine düşünmelerini sağlamaktadır. Uzatmayayım; kısacası iyi bir öğretmendir. Ancak mevcut yapı, doçent olabilmesi için, bu adayı alelacele bir şeyler karalayıp orada burada bu tür çalışmaları yayımlamak için basılan dergilere göndermeye zorlamıştır. Yaptığı çalışmalardan kendisi de hoşnut değildir, ama başka çaresi yoktur; o sadece iyi bir öğretmen olmak isterken karşısına doçent olmak istiyorsan illa ki ‘şu kadar’ çalışma yapman gerekir diyen yönetmelik çıkmıştır.
Bazı adaylar için ne yazık ki durum böyle de olmuyor. Bu da ikinci sevimsiz saptamaya yol açıyor; şu: Bazı adaylar ders verdikleri alanlarda yazılan ileri düzeylerdeki çalışmalardan haberdar değiller. Üstelik adayın verdiği ders bir master-doktora dersi ‘düzeyinde’ olabiliyor, ama aday o ders ile ilgili dünyada genel kabul görmüş ve dolayısıyla her yerde okutulan kitapların bırakın içeriklerini, isimlerini bile bilmeyebiliyor. O alanlardaki son makalelerin sözünü bile etmiyorum.
Masanın öbür tarafı da sorunlu. Jüriden söz ediyorum. Buradaki temel sorunlardan biri, bazı jüri üyelerinin adayın uzmanlık alanı ile ilgisiz sorular sorabilmeleri. Hatta bu iş ‘bazen aklına geleni soruyor’ raddesine varıyor. O sorular jürideki diğer üyelere sorulsa, bir kısmı muhtemelen yanıt veremeyecekler. En azından benim o duyguya kapıldığım jüri sayısı az olmadı. O hocanın o huyunu başka adayların daha önceki deneyimlerinden bilen kimi adaylar, o hocanın belki de yıllar önce yazıp çizdiklerine bakıyorlar. Elbette o yazılanlar çizilenler kendi uzmanlık alanları ile ilgili olmadığından, o stresli sınav öncesinde öğrendikleri yerli yerine oturmuyor; sıklıkla ezber düzeyinde yanıtlar alınabiliyor sorulara. Şimdilik bu kadar iç karartma yeter. Gelecek sayıda devam edeceğim.
- Akademik hayata ilişkin bazı gözlemler-2 Radikal, 11.6.2011
- Akademik hayata ilişkin bazı gözlemler-3 Radikal, 18.6.2011
- Akademik hayata ilişkin bazı gözlemler-4 Radikal, 25.6.2011
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Teşekkür ederiz.