NEDEN ?

https://plagiarism-turkish.blogspot.com


Yükseköğretimde Gözetim ve Denetim - Yasal Çerçeve ve Uygulamalar -
Devlet Denetleme Kurulu Raporu (2009) lütfen tıklayın

2547 sayılı Kanun’da öğretim elemanlarının disiplin suçlarına ilişkin yapılması düşünülen değişiklikler hakkında Bilim Akademisi’nin raporu (2016) lütfen tıklayın

Bilim Akademisinin Sahte Belge ve İmza Üretimi Hakkındaki Açıklaması (2025) lütfen tıklayın

“Sahte Diploma Soruşturması” Hakkında Kamuoyu Bilgilendirmesi - Türkiye Barolar Birliği (2025) lütfen tıklayın

9 Ekim 2025

Doç. Dr. Zafer KALFA - Akademinin Karanlık Yüzü (Akademik Akıl)

1. Bölüm

Ülkenin gündemi yoğun. Aslında bakılırsa tüm dünya yeni bir evreye girdi ve neredeyse her ülke bu tuhaf süreçten nasibini alıyor. Öneriler konusunda ise sorunun derinliğini kavrayamamış kesimlerin sesi ne yazık ki gür çıkıyor; bir tarafta insanı makineye indirgeyen sömürü sistemi, öte yanda cinayetlerin yalnızca ceza artırımıyla son bulacağına inanan öfkeli kalabalıklar. Bu sırada ister bilimsel, isterse de sanatsal ve hatta teolojik olsun eğitimin insan benliğine, ruhuna ve aklına şırınga edilebilecek en faydalı ilaç olduğu unutuluyor. Dahası; eğitimin gerekliliği hususunda sessizliğini koruyanlar arasında bizzat eğitimden sorumlu olanlar da var. Bilimsel, akademik ve evrensel eğitimin merkezinde yer alan üniversiteler, ülkenin ve dünyanın sorunlarına karşı neredeyse hiçbir mantıklı çözüm önerisi sunamıyorlar. Neyse ki bir “sahte diploma” olayı patlak verdi de gözler yeniden akademiye çevrildi.

Uzmanlık alanlarını kısır ve sığ tekrarlara hapsetmiş, yeni fikirler yerine o baygınlık verici yazım kurallarını kutsamış, 2547 sayılı kanunun kendisine tanıdığı ayrıcalıkları üretimi artırmak için değil çekemediği akademisyeni bezdirmek için kullanmayı olağanlaştırmış bu topluluğu elbette ki yine akademisyenler kendine getirecektir. Fakat bu gücü ve azmi kendinde gören azınlığın da bıkma, cayma, vazgeçme aşamasına gelmekte olduğu dikkat çekiyor. Toplumun genelinden gördükleri saygıya rağmen öğretim üyelerinin, artık kendilerini bilimsel / eğitsel yönden geliştirme çabasında olmadıkları göze çarparken ideal olandan uzaklaşmamakta direnenlerin çeşitli baskılar nedeniyle yoldan çekilme kararı almaları da aynı derece üzücü.

Bunları düşünürken elime, İlhan Arsel’in bir kitabı geçti: Biz Profesörler[1]. Arsel, 1949 yılında başlayan akademik yaşamını 1976 yılında istifa ile sonlandırmış bir profesör. Kitap da aslında bir özeleştiri. Yazarın kelimeleriyle; akademisyenlerin “karakter ve bilimsellikten” ve de “ulusal benlikten yoksunluğunu” ele almak amacıyla yazılmış. Örneğin şu başlangıç cümlesi dikkat çekiyor: “Biz Profesörler, tıpkı bizden öncekiler gibi bilgisiz, bilinçsiz ve yetersiz yönlerimizle her kötü gidişe daima seyirci, her haksızlığa daima omuz silkici, her haysiyetsizliğe daima boyun eğici bir zihniyetin temsilcileriyiz”.

Ne yazık ki yıllar öncesine ait bu cümleler bugünün akademisyenlerine dahi abartılı gelmeyecektir. Zira aradan bunca yıl geçmesine rağmen karşılaşılan manzara Arsel’in tarif ettiğinden (elbette burada sadece unvanı profesör olanlar kast edilmiyor) pek de farklı değil. Şaşırtıcı kısmı ise kitabın sayfalarını çevirmeyi sürdürdükçe sayın profesörün, şikâyet ettiği o safta konumlanmaktan kendini de alıkoyamadığına tanıklık edilmesi. Bugün dahi akademinin en belirgin kusurları olan “haset ve ihtiraslar”, “çıkarcılıklar ve küçük hesaplar” konusundaki rahatsızlığını ifade eden yazar, kitabın geri kalanını başka bir profesörü eleştirmeye, onun kendisi hakkındaki iddialarını çürütmeye, onunla yarışmaya adamış gibi. Arel’in, saygı duyulacak bir dürüstlük ile ortaya koyduğu zafiyetlere -farkında olarak ya da olmayarak- iştirak etmiş olması, bu hastalığın önlenemez bulaşıcılığını gösteriyor.

Sayın Arel’in bahsettiği yıllardan bu yana akademi, bahsi geçen hususlarda herhangi bir ilerleme gösterememiş gibi duruyor. Aynı omuz silkici, aynı boyun eğici tutum ziyadesiyle sürüyor. Örneğin genel kanı bugün de akademinin liyakatten uzak bir kurum olduğu yönünde. Hatırlanacaktır, 2020 yılının Kasım ayında bir öğretim üyesinin vefatı üzerine rektörlüğün yayınladığı başsağlığı mesajında ikisi akademik tam dört üniversite çalışanının (akrabasının) adı geçiyordu. Yakın zaman önce ise başka bir üniversitenin Orman Fakültesi’ne usulsüz bir atama yapıldığı, bununla yetinmeyen rektörlüğün usulsüzlüğe itiraz eden öğretim üyelerine de soruşturma açtığı Oda Tv’nin bir haberi ile öğrenilmişti. Örnekleri çoğaltmak ne yazık ki hiç zor değil. YÖK dahi artık dayanamayıp bu kişiye özel ilanlara son verilmesi çağrısında bulunuyor. Buna rağmen, akademisyenlerin çoğu, atamaların ve unvanların hakkaniyete uygun olmadığı görüşünde ama daha kötüsü şu ki itiraz etmenin faydası olmayacağı kanaati kemik gibi yerleşmiş.

Bir diğer husus, akademisyenlerin bilimsel / sanatsal çalışmalar yerine amir-memur mantığında sömürülmesi. Araştırma Görevlisi olarak akademik yaşamına başlayanlar, lisansüstü eğitimleri bitene kadar dekanın ya da bölüm başkanının adeta yardımcısı; açık olmak gerekirse hizmetçisi gibi çalışıyor, çalışmak zorunda kalıyor. Bu araştırma görevlisi, öğretim üyesi unvanı aldığı gün ise aynı sığ mantıkla hareket edip alttan geleni kendi hizmetçisi gibi görüyor. Bu neden ile binlerce araştırma görevlisi asıl işi olan araştırmayı layıkıyla sürdüremiyor ve ne yazık ki bu durum artık yadırganmıyor. Akademik çalışmaların vasıfsızlığı ise artık inkar edilemez boyutlarda. Dekan ve hatta Rektör olabilmiş onlarca akademisyenin sayılamayacak kadar çok intihali (bilimsel hırsızlığı) tespit edildi, ediliyor. Bağlı bulundukları üniversiteler (ya da YÖK), gülünç denebilecek nedenlerle tecziye kararı alırken böyle ciddi bir konuda nadiren disiplin işlemi yapıyor. Lisansüstü düzeydeki birimlerde çok sayıda profesör, aslında her ay görüşmesi gereken tez öğrencilerini yılda bir ya da iki kere görüyor hatta bazı öğretim üyeleri görevlendirildikleri derslere dahi girmeye tenezzül etmiyor. Dolayısıyla yazılan tezlerin büyük kısmı yetersiz, etkisiz, verimsiz. Öğrenciler ise derslerin sıkıcı geçmesinden, dersi veren öğretim elemanının alanında yetkin olmadığının açıkça görülmesinden, bilimsel ve evrensel olması gereken eğitimin ödev- sunum – sınav üçgenine sıkıştırılmasından şikâyetçi.

Elbette akademinin tek sorunu bunlar değil. Üniversitelerin tam bir mobbing cehennemine dönüştüğü gerçeğinin üzerini artık kimse örtemiyor. Rakamlar gösteriyor ki, mobbing (bezdirme, yıldırma) suçunun en sık işlendiği beş kurumdan bir tanesi akademi (sıralamada üçüncü). İstifa eden öğretim elemanlarının yüzde 4’ü maaşını az bulduğu için bu kararı almışken yüzden 39’u baskı ve yıldırma girişimlerine dayanamadığı için kurumundan ayrılmak zorunda kaldığını dile getiriyor. Dikkat ediniz, bu yüzde 39 mobbinge maruz kalanların değil, yalnızca dayanamayıp istifa eden Türk akademisyenlerin oranı. Bilim Akademisi Derneği’nin bir çalışmasına göre ise akademide ruhsal baskıya maruz kalmış ya da bu suça tanıklık etmiş akademisyenlerin oranı yüzde 76’nın üzerinde. Korkunç bir tablo. Evrensel çapta çalışmalar yürütmekle ve bunları gençlerin eğitiminde kullanmakla görevli akademisyenlerin büyük kısmı ruhsal tedavi almadan mesleğini sürdüremiyor. Mobbing ile Mücadele Derneği’nin raporları da acı gerçeğe dair benzer sonuçlar ile dolu: Amirin aşağılaması, kadronun verilmemesi, nitelik dışı görevlendirmeler, iftira, tehdit, usulsüz soruşturmalar. Bunlar ne yazık ki ülkemiz üniversitelerinde görev yapan öğretim elemanlarının pek sık karşılaştığı sorunlar haline gelmiş durumda. Mahkemelerimiz bu nedenler ile açılmış binlerce davaya bakıyor. Üstelik akademisyenlerin büyük kısmı dava açmanın hatta üst birimlere şikayette bulunmanın işe yaramayacağına inanarak sessiz kalıyor.

Bu hususta önemli bir başka detay ise hukukî işleyişle ilgili. Baskı ya da haksızlığa uğramış bir akademisyen mahkemece haklı bulunsa dahi bu durum maalesef üniversite yönetiminin suçlu bulunacağı anlamına gelmiyor. Sık karşılaşılan örnek olarak; bir idare mahkemesi örneğin usulüz bir atamayı ya da yine usulsüzce yürütülen bir soruşturmayı durdurabiliyor, iptal edebiliyor ama bu usulsüzlüğü yapan rektörlük ya da dekanlığa herhangi bir ceza veremiyor.

Bunca usulsüz, kanuna ve dahası vicdana aykırı işlem yürüten yönetimlerin güvendiği nokta da tam burası. Kısacası mağdurun haklı bulunması, onu mağdur edenin haksızlık yaptığı anlamına gelse de, yapanın yanına kâr kalıyor. Baskı altındaki akademisyenin bunun için savcılığa ayrıca suç duyurusunda bulunması gerekiyor ki üniversite yönetimleri buna karşı da çoğu zaman hazırlıklı. Şayet akademisyen dişli çıkar ve hakkını aramak için mücadeleye devam ederse kurum, onu yıldırmak için her türlü girişimde bulunmaktan çekinmiyor ve örneğin birimi / alanı dışında bir görevlendirme dahi yapabiliyor.

Tüm bunlara rağmen akademisyenler tepkisiz, Arsel’in deyimiyle “boyun eğici” ve ne yazık ki yılda bir kez sosyal medyadan açtıkları akademik zam başlığı dışında herhangi bir talepte bulunmak akıllarına gelmiyor. Hal böyle olunca, hukuken de büyük suç kabul edilen mobbing görkemli unvanların ardında sessiz sedasız ama vahşice sürüyor.

2. Bölüm

Doğrusunu belirtmek gerekirse devletin akademisyenler için yaptığı maaş zamları gerçekten yetersiz. Öte taraftan akademisyenlerin, talep ettikleri maaş zammını hak edip etmedikleri de ayrı bir tartışma konusu. Örneğin yazılan makalelerin bilimsel değeri yok denecek kadar az. Birçoğu başka makalelerden alıntılar ile dolu ve hiçbir sonuç, öneri, katkı sunmuyor. Üstelik bu meslek gurubunda yaygınlaşan bazı yazım hileleri de değer yargılarının aşındığının kanıtı. Örneğin iki, üç hatta dört yazarlı makalelerin kimi zaman aslında tek bir kişi tarafından yazıldığını ve diğer yazar / yazarların yalnızca teşvik puanı alabilmeleri için yazar listesine dâhil edildiğini biliyoruz. Bunu genelde aynı odayı paylaşan yani samimi olan veya karı-koca akademisyenler yapıyor. Kimi zaman da danışmanlık vasfı bulunan üst unvanlı öğretim üyesi öğrencisine yaptırıyor. Makaleye hiçbir katkısı olmayan öğretim üyesinin tez öğrencilerine öğrettiği (evet ne yazık ki öğrettiği) bu küçük hile ile onlarca makalenin yazarı olarak göründüğünü, bu sayede teşvik puanı aldığı da biliniyor. Yükselme / atanma şartını yerine getirebilmek için kendi kendisine atıf yapan ya da bunu yine oda arkadaşına, karısına / kocasına yaptıran öğretim üyelerinin sayısı ise ürkütücü boyutta.

İstisnalar dışında pek çok yayın, akademisyenin yorumundan, öznel görüşünden yoksun ve kopya. Hal böyle olunca öğrenci de aynı yolu izlemekte sakınca görmüyor ve kendine ait bir fikri, keşfi, deneyi olmayan saysız akademisyen üniversite amfilerinde ders verir konuma gelebiliyor. Akademisyen yorum yapmaya, iddiada bulunmaya korkuyor ya da buna gerek dahi görmüyor. Zira sözüm ona bilimsel dergilerin hemen hemen hepsi yazım kuralları dışında bir beklenti içinde zaten değil. Sonuç itibariyle binlerce akademik makale, akademisyenler dışında kimse tarafından okunmuyor. Hatta artık akademisyenler de okumuyor ve bu yayınlar, yalnızca tez yazan öğrencilerin kopyala-yapıştır tekniği için kullanılıyor.

Gerek kanuna gerekse vicdana ters onlarca uygulama üniversitelerde artık olağan bir almış durumda. Mesela bazı akademisyenlerin derslere dahi girmediği, üstelik yasaya aykırı olmasına rağmen tez aşamasındaki öğrenciyi derse sokup o sırada özel işleriyle meşgul olduğu ve dahası girmediği bu derslerin ek ders ücretini aldığı bilinmesine rağmen bunun da önüne geçilemiyor.

3. Bölüm

Son yıllarda YÖK, bir dizi önlem almayı denemiş olsa da bahsettiğimiz usulsüz ve klişe uygulamalar o denli alışıldık hale gelmiş ki akademilerde arzu edilen huzurun elde edilmesi neredeyse bir hayal. Yetmezmiş gibi şahsî hesaplaşmalar, kısır çekişmeler ve en basitinden kıskançlıklar nedeniyle en köklü üniversitelerimiz dahi birer cadı kazanına dönüşmek üzere. Türkiye üniversiteleri, belki de yarım asır sonra ilk kez tarikat ve cemaatlerin esaretinden kurtulma fırsatı yakalamışken bu defa da kişisel ego savaşlarının ağır bastığı bir ortama hapsoluyor. Yaygın tabir ile söylemek gerekirse; çanta ve kahve taşıyanlar hiçbir zorluk çekmeden unvan alırken meslek hayatını bilime ve araştırmaya adamış yüzlerce, belki de binlerce akademisyen bezdiriliyor, bıktırılıyor. Bir eğitim öğretim yılının yarısından fazlasını izinde, gezide veya tez öğrencisi üzerinden aldığı ödenekle tatilde geçiren profesörler, onlarca proje üretmiş, üstelik hiç teşvik almadan sanatsal / bilimsel faaliyetler gerçekleştirmiş akademisyenlerin önünü kesmek için her yolu mubah görebiliyor.

Yapılan bir başka araştırmaya göre, üniversitelerde gerek akademisyenlerin gerekse memurların muhatap olduğu disiplin soruşturmalarının yarısından fazlası usulsüz. Verilen cezaların yüzde 62’si ise delile dayanmıyor (bunların küçük de olsa bir kısmı idare mahkemelerince iptal edilmiş). Somut veriler haricinde; genel kanı ise başarılı ve sevilen ancak şahıslara itaat etmeyen akademisyenlerin mobbing mağduru olduğu yönünde. Ödeneklerin heba edilmesi, laboratuvarların depo gibi kullanılması ve derslerin fotokopi hatta whatsup aracılığıyla sürdürülmesi de cabası.

Sonuç olarak Türkiye, çok daha önemli olduğu zannedilen sorunların gölgesinde kalmış bir büyük yara nedeniyle kan kaybediyor. Geleceğin bilimcileri, tarihçileri, sporcuları veya sanatçıları istesek de istemesek de bu üniversitelerden çıkacak ve kamuya, her birimizin hayatına karışacak. Şu halde ilgili makamların, daha ivedi gördükleri meseleler ne olursa olsun, akademilerdeki artık kemikleşmiş bu sorunlara el atmaları şarttır.


[1] Kaynak Yayınları,1997.

!

Türkiye yırtıcı, şaibeli, sahte ve fake dergilerde en çok yayın yapan 3. ülke

Predatory journals: Who publishes in them and why? - Selçuk Beşir Demir Dünyanın en prestijli dergilerinden biri olan Elsevier tarafınd...

Predatory journals: Who publishes in them and why?

.....................................................................


...
...
...

* Rastgele Yazılar




.