Olmayan cihazlarla, hayalet hastalarla araştırma yapmanın, saygın kitaplardan kaynak göstermeden aşırmanın inceliklerini bilimci adayları öğrenmeli. Hazır "yapılmışı" varken "bilim yapmaya uğraşmanın" hiç gereği yok.
Aldığımız eğitime her geçen yıl biraz daha yabancılaşarak sonunda mezun oldum. Fakülteye girerken amaçladığım kadar iyi bir öğrenci olamamıştım. Çok iyi bir tıp eğitimi almıştım ama bilmek, düşünmek, araştırma yapmak, makale yazmak gibi "bilim" üretimine dair hiçbir şey öğrenememiş, el yordamıyla bile olsa bilim üretmeye kendimi hazırlayacak bir şey yapamamıştım, iyi birer "teknisyen" olarak yetiştirilmiştik, hepsi bu. Mecburi hizmete gitmedim; Tıpta Uzmanlık Sınavı'nda önce iç hastalıklarını, bir yıl sonra da tıbba girme nedenim olan psikiyatriyi kazandım.
Şimdi akademisyen olma yolunda ilerlediğimi düşünüyordum. Çok çalışacak, çok öğrenecek, çok araştıracak ve öğretim üyesi olacaktım, ilk yılımda ABD'den yeni dönmüş, kıdemli bir asistanın önerisiyle bir araştırmaya başladık. Çok heyecanlıydım: Hastalarda karşılaştığımız bazı özelliklerin kaynağının ne olabileceğini merak ediyorduk. Bir araştırma yöntemi geliştirdik. O güne kadar yapılmış çalışmaları araştırmış, sorumuza daha önce verilen yanıtları incelemiş, hastaların hangi özelliklerini saptamamız gerektiğine karar vermiştik. Veri toplama sürecinde hissettiğim en yoğun duygular merak, mutluluk ve gururdu. Bilmeyi öğreniyordum; bilimsel bir soru sorup yine bilimsel bir yanıt verebilmeye başlamıştım. Veriyi topladıktan sonra üzerinde çalışmaya başladık. İstatistik analiz yapıyorduk. Anlamlı görünen bir sonucun kaynağının ne olabileceğini tartışıyorduk. Elde ettiğimiz bulguları daha önce aynı alanda yapılmış araştırmaların sonuçlarıyla karşılaştırıyor ve tartışıyorduk.
AVANTACI Bilim
Sonunda makalemizi yazdık. Bana göre, dünyanın en önemli bulgusunu yakalamış durumdaydık. Şimdi bulgumuzu ulusal çaptaki psikiyatri kongresine götürecek, orada savunacaktık. Araştırmanın sorusu kıdemli asistanla yaptığımız tartışmalarda benim aklıma gelmişti. Daha doğrusu soruyu kıdemlime sormuştum, o da "hadi bunu birlikte araştıralım" demişti. Tüm veriyi ben toplamıştım, istatistiği o yapmıştı, tartışmayı birlikte yazmıştık.
Kıdemli asistan araştırmanın yazar listesini verdiğinde yaşadığım hayal kırıldığı yirmi yıl sonra hâlâ canlıdır içimde. Kıdemli asistan ilk ismin Anabilim Dalı Başkanı olması gerektiğini, çünkü onun "Başkan" olduğunu, kendisinin kıdemli olduğu için ikinci isim, benim üçüncü isim olacağımı, veri topladığımız hastaların yatırıldığı servisin sorumlusu öğretim üyesinin ismini yazmamızın da "iyi" olacağını söylemişti. Listede bir kişi daha vardı, "onu çok seviyordu, üstelik araştırmayla ilgili iki makale getirmişti". Bilim üretimine "çırak" statüsüyle başlamıştım. Bir şeylerin ters olduğunu sezsem de "bilim böyle üretiliyor" diye düşünmüştüm.
TAKLACI Bilim
İhtisas yaptığım klinikte her asistandan bir konuda seminer sunması beklenirdi. İhtisas dört yıl olduğundan her asistanın dört seminer sunma hakkı ya da görevi vardı. İlk yıl verilen seminer konusu hakkında hiçbir fikrim yoktu. Dahası, o konunun neden seçildiği belli değildi. Konuyu ihtisasının bilinci yılında olan bir asistanın hazırlayıp hazırlayamayacağı, hazırlamasının onun eğitimine o aşamada katkısının ne olacağına dair herhangi bir gerekçe ya da eğitim programı da yoktu.
Seminer ödevi verilen her asistana bir danışman öğretim üyesi tayin edilirdi. Amaç, danışmanın yönlendirmesiyle asistanın kaynaklara nasıl ulaşacağını, "literatür taramasını" nasıl yapacağını bulması, semineri hazırlayıp tüm öğretim üyeleri ve asistanlara sunması ve bu yolla eğitim almasıydı.
Yine de merak uyandırıcıydı. Ortada yanıtlanması gereken yine bir soru vardı. Tamam, belki soru benim aklıma gelmemişti, ama ben¬den yanıt istendiğine göre yanıtı bulmak benim ve kliniğin bilimsel bilgimizi, yanıtı aramak da benim bilimsel görgümü geliştirecekti.
Danışmanıma sorunun yanıtını nasıl arayıp bulacağımı sorduğumda temel psikiyatri kitaplarının ilgili konularını çevirip özetlememi öğütledi. Öyle yaptım. O yıllarda Türkiye'de çok az olan İngilizce psikiyatri kitaplarını üniversitenin kütüphanesinde buldum. Neyin önemli, neyin önemsiz olduğuna dair hiçbir fikrim olmadığından nasıl özetleyeceğimi bilemiyordum. Kitapların ilgili bölümlerini olduğu gibi çevirdim. Tekrar gibi olan kısımları çıkararak onları birleştirdim. Klinikte bilgisayar, bende daktilo yoktu. O yüzden çeviriyi el yazısıyla yapmıştım.
Seminerim hem danışmanım hem de diğer öğretim üyelerince çok beğenildi. Danışmanım metnin el yazısı olduğunu görünce kliniğin sekreterine semineri daktiloya çekme talimatı verdi. Günlerce sekretere metni okuyup daktiloya çekmesine yardım ettim. Sonunda tamamladık ve metni seminer danışmanıma verdik. Kocaman bir "aferin"le birlikte çok başarılı bir asistan olacağımı, beni çok takdir ettiğini söyledi. Bir iki yıl sonra çevirimin cümlelere takla attırılmış halde "Hocanın yeni kitabına" bölüm olarak yerleştiğini gördüm. Kitabın önsözünde bana "hassaten teşekkür" vardı.
ÇARPITAN Bilim
Kliniğimize yeni bir öğretim görevlisi başlamıştı. Doçentliğe hazırlanıyordu. Çok canlı, cana yakın, asistan dostuydu. Bize hiç hoca gibi davranmazdı, onu çok sevdik. Doçent olmak çoğumuzun temel amacı haline geliverdi. Sürekli yeni fikirlerle geliyor, "çocuklar şuna da bakalım mı, bunu da araştıralım mı, bakın bu konu da önemli" diyerek bizi bilimsel araştırmanın heyecan dolu ırmağında birlikte yüzmeye çağırıyordu. Çoğumuz o ırmağa balıklama atladık. Ellerimizde anket formları, ölçekler, kan tüpleri hastadan hastaya koşturuyorduk. Birbiri ardına araştırmalar tamamlandı. Her biten araştırmada "yeni" bir şey bulmanın mutluluğuyla bir sonraki araştırmanın verisini toplamaya koşuyorduk.
Tabii ki tüm araştırmalarımızda ilk isim onundu. Hocamız bir doçent olsun, nasılsa sonra biz de ilk isim olurduk. Hem araştırma yapmak çocuk oyuncağı olmuştu bizim için: İki değişken sapta, bir örneklem evreni oluştur, ver ölçekleri, ölç değişkenleri, kur denklemi, yap istatistiği... Anlamlı çıkarsa da bir anlamı vardır, anlamsız çıkarsa da nasılsa bir anlamı vardır. Hem tartışmayı bağlamak çok kolay; "bu konuda daha kapsamlı araştırmalar yapılmalıdır" dersin olur biter. Zaten "yabancı" makaleler de öyle bitmiyor mu?
Bir tür manifaktür olarak biteviye "bilimsel araştırma'' üretmeye başlamıştık. Bir keresinde, veri toplama aşaması biten araştırmalardan birinde vaka sayısı öğretim görevlisine az göründü. Çalışma güzeldi, tek kusuru ömeklem sayısının azlığıydı. Öğretim görevlisi "çocuklar, tüm sayıları dörtle çarpsak sonuca bir etkimiz olmaz, ama vaka sayımız daha iyi olur" dedi. Çarptık, gerçekten sonuçlar değişmiyor gibiydi; sevindik, o kadar emeğimiz boşa gitmemiş olacaktı!
İhtisasım bittiğinde kabarık bir yayın listem vardı. Tıp fakültesini bitirdiğimde yakalanmadığım mecburi hizmete bu kez uzman olarak gittim. Dört yıl sonra kliniğe geri döndüğümde artık doçenttim. Doçent olmak için asistan çalıştırmam gerekmemişti. Klinik dışında kalmıştım. Dahası, galiba büyüyüp akıllanmıştım.
ENGEL TANIMAYAN Bilim
Aynı yıllarda yine ülkenin önemli tıp fakültelerinden birindeki bir ekibin "Türkiye'de olmayan tıbbi cihazlarla yaptıkları" bir araştırmayı uluslararası bir tıp dergisinde yayımlatmayı başardıkları ortaya çıktı. Bu beceriyi gösteren akademisyenlere de birşey olmadı.
AŞIRAN Bilim
Türkiye'nin uluslararası yayınlarının sayısının artması herkesin ortak özlemiydi. Yeter ki yayın sayımız artsın" düsturuyla intihal vakalarının üzeri örtülmeye başlandı. Kimse koskoca doçentleri, profesörleri "aşırmacılık" yüzünden üniversiteden atmaya yanaşmıyordu.
İntihal (plagiarism), aşırmacılık anlamına geliyordu; "bir başkasının fikirlerini ya da yazılarını onu hiç anmadan kendi orijinal çalışması gibi kullanma ya da gösterme" olarak tanımlanıyordu.
Bir yandan da Türkiye'de bilimsel araştırma etik kurulları kurulmuş, hastalardan araştırma yaparken "aydınlatılmış onam” alınma zorunluluğu getirilmişti. Bir araştırmaya alacağınız hastaya araştırmanın gerekçesini, ona ne gibi testler yapacağınızı, araştırmaya dahil olmanın ona bir yaran olup olmayacağını, araştırma sürecinden bir zarar görüp görmeyeceğini, onun anlayabileceği dilden bir tanık yanında anlatmak, onun özgür iradesiyle rızasını almak, bunu yazılı olarak belgelemek zorundaydınız.
Üniversitede artık doçenttim; yani biImeyi öğrenmenin yollarını bilen kişilerden biri olmuştum. Öğretim üyeliği ya da akademisyenliğin üç aşaması vardır; doktora, doçentlik ve profesörlük. Benim için doktora bilmeyi bilmek, doçentlik bilmeyi öğretebilmek, profesörlük ise bilme sürecini değerlendirebilmek demektir. Bu sürecin olmazsa olmazı bilimsel yöntem, onu bilimsel kılan bilim ahlakıdır. Bilim ahlakının en büyük düşmanı ise intihaldir, başkasının bildiğini kendi bilginmiş gibi göstermektir. Doçentlikten sonra, uzmanlık tezlerine danışmanlık yapmaya başladım. Uzmanlık tezlerinin, kabul edildikten sonra uluslararası bilimsel dergide yayımlanması, çalışmanın değerini göstermesi ve bilim cemaatince paylaşılması yönünden önemliydi. Danışmanı olduğum asistanlardan birine, uzman olduktan sonra tezini makaleye çevirmeyi düşünüp düşünmediğini sordum. Akademisyenliği düşünmediğini, uğraşamayacağını söyledi. İki yıl kadar sonra uluslararası bir veritabanında tarama yaparken gözlerime inanamadım; yeni bir uluslararası dergide yayımlanmış bir makalem bilgisayar ekranından bana bakıyordu. Çalışmada üçüncü isimdim. Ama ne böyle bir çalışmada yer almıştım, ne de makale o dergiye gönderilirken bırakın onayı, haberim olmuştu, ilk kez gördüğüm "çalışmamı" incelemeye başladım. Akademisyen olmayacağını söyleyen asistanın teziyle aynı başlığı taşıyordu. İkinci isim, tezin yapılma sürecinde klinikte olmayan bir uzmandı. Dahası, makalenin vaka sayısı tezdeki vaka sayısından fazlaydı. İki uzman sayesinde, haberim olmadan sahte bir uluslararası yayına sahip olmuştum. Aklıma ilk gelen, hemen dergiye bir yazı yazıp onayım olmadan ismimi nasıl kullandıklarını sormak ve yayının sahte olduğunu bildirmekti. Çok kızmıştım. En çok da o iki uzmanın, benim adımı koyarlarsa, kafadan bir yayına sahip olmanın keyfîyle susacağımı düşünmüş olmalarına kızgındım. Sonra bir hata yaptım. Dergiye yazmak yerine durumu bir dilekçeyle Üniversitelerarası Kurula bildirmeye karar verdim. Bir açmaz yaşadığımı belirttim Kurul'a. Dergiye yazsam ülkemin bilimsel prestiji bir kez daha yara alacaktı. Türkiye uluslararası dergilerde intihalin kurumlaştığı ülkeler arasında sayılıyordu. Nature adlı son derece saygın dergide ardı ardına, Türkiye'de intihalin normal karşılandığını iddia eden yazılar yayımlanıyordu. Sesimi çıkarmasam suça ortak olmuş olacaktım. Çözümü Üniversitelerarası Kurul'un bulmasını istedim. Ne mi oldu? O uzmanlardan biri doçent oldu. Şimdi o da bir akademisyen. Diğeri sözünü tuttu, akademisyen olmadı; büyük bir kentte uzman olarak çalışıyor.
OLMAYAN Bilim
İntihal hâlâ kurumlaşmış olarak sürüyor memleketimizde. Bitip bitmeyeceği de belli değil. Belki de tek teselli, intihalin Türkiye'ye özgü bir sorun olmaması. Dünyanın her yerinde en umulmadık bilimcilerin bile intihale başvurdukları biliniyor. Yine de, intihale başvurmadan bilim yapmanın mümkün olduğunu bilmek gerekiyor. Belki daha az araştırma, daha az yayın yapılmış olur ama ahlak olmadan bilimin yapılamayacağı açıktır.
Yararlı kaynaklar:
- www.anti-plagiarism.org
- www.plagiarism-turkish.blogspot.com
- Nature. Vol 449/ 6 September 2007
_________________________________________________________________
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Teşekkür ederiz.