NEDEN ?

https://plagiarism-turkish.blogspot.com


Yükseköğretimde Gözetim ve Denetim - Yasal Çerçeve ve Uygulamalar -
Devlet Denetleme Kurulu Raporu (2009) lütfen tıklayın
2547 sayılı Kanun’da öğretim elemanlarının disiplin suçlarına ilişkin yapılması düşünülen değişiklikler hakkında Bilim Akademisi’nin raporu (2016) lütfen tıklayın

23 Eylül 2010

Zülfü Livaneli - Aaaaa! Türkiye üç kutuplu olmuş! Hayret! (VATAN)

Ciddi ülkelerde “plagiarism“ yani intihal son derece önemli bir suçtur. Bir başkasının fikrini, kendi fikriymiş gibi sunan profesörler üniversiteden atılır, gözden düşerler.
Çünkü bu, ağır olduğu kadar yüz kızartıcı bir suçtur.
Ama cennet vatanımızda, her konuda olduğu gibi fikir alanındaki hırsızlıklar da hoşgörüyle karşılanır.
Saygıyla anılan rektörler, yazarlar, gazeteciler başkalarından aşırma yaparlar ve bu iddialar mahkeme kararıyla kanıtlansa bile, hiçbir şey olmamış gibi el etek öptürerek gezinirler.
Bu memlekette çıkıp “Cogito ergo sum!“ “Düşünüyorum o halde varım!“ bile diyebilir ve bu cümlenin size ait olduğunu iddia edebilirsiniz. Zavallı Descartes ölü olduğuna ve hep öyle kalacağına göre kimse sesini çıkarmaz.>>>

19 Eylül 2010

Bilimsel Ahlaksızlığın Gri Mecraları

NTV BİLİM, EKİM 2010_______________________________________

Murat Eren
Kapsamın genişliğine ve yöntem zenginliğine rağmen “bilimsel hırsızlık” dendiğinde herkesin aklında bir şeyler canlanıyor. Bilimde hırsızlığın nasıl gerçekleştirilebileceğine dair bolca örnek sunan Türk akademisyenlerinin, bu konuda toplumsal bir bilinç oluşmasındaki payları göz ardı edilemez. Bilimsel hırsızlığın önü Fikir ve Sanat Eserleri Kanunuyla kesilmiş durumda. Buna rağmen bu eylemin değerlendirilmesi ve neticelendirilmesinde aksaklıklar yaşandığını biliyoruz. Bilimsel hırsızlıkları su yüzüne çıkmış insanların siyasetçi, rektör, enstitü müdürü olduğu bir ülkenin yürütme konusunda sıkıntı yaşamaması gayet doğal olmalı. Bununla beraber sayıca az da olsa, bilimsel hırsızlığın peşini bırakmayan akademisyenlerimizin gerek anonim gerekse malum kimlikleri ile ortaya koydukları çaba genç bilim insanlarına ve bilimsel ahlak aktivistlerine cesaret veriyor.
Bu yazı ile, kemikleşmiş denebilecek seviyedeki hırsızlık vakalarına ara verip, bilimsel ahlaksızlığın “bilimsel hırsızlık” kadar medyatik olmasa da, uzun vadede en az onun kadar tehlikeli olabilecek bir başka boyutuna değinmeyi, dikkatleri biraz da o tarafa çekmeyi deniyorum. Sizlere Türkiye’den de birçok akademisyenin faydalandığı, tam olarak hırsızlık ya da uydurma olmayan yayınlarla gerçekleştirilen bir akademik ahlâksızlık metodunu tanıtmaya gayret edeceğim. En basit hali ile bu metod, vasıfsız akademisyenlerin çeşitli şebekeler yardımı ile başka hiçbir yerde yayınlayamayacakları makalelerini ‘yayınlanmış’ gibi göstererek akademik puan topluyorlar, bilim yerinde sayarken kendileri mesleklerinde ilerliyorlar.
Mevzuyu isteyen herkesin anlayabilmesini istediğim için biraz baştan alıyorum, yazı boyunca dilediğiniz zaman ‘***’ işaretleri ile birbirinden ayrılmış kısımlardan bir sonrakine atlayabilirsiniz.
***
Bilimsel bilginin literatüre katılması, “bilimsel yayınlar” aracılığı ile oluyor. Bu yayınlar, makale, mektup, rapor, derleme, kitap gibi değişik formlarda olabiliyor.
Bilimsel bir yayının önemli özelliklerinden üçü “yayının bilimsel geçerliliği”, “yayının özgünlüğü” ve “yayının önemi”. Zira eğer bilimsel yayın ile amaç “bilime katkı” ise, bu ancak yayının bilimsel olarak geçerli (bir anlamda “kuralına uygun şekilde üretilmiş”) ve özgün (bir anlamda “yeni”) olduğu durumda gerçekleşebilir. Öte yandan bilimsel katkının bu iki gerekliği sağlayacak şekilde gerçekleşmesi doğru bir başlangıç olsa da bunlar yayının bilime katısı ile ilgili fikir vermek için yeterli değiller. Bilimsel yayınların önemi konusuna az sonra döneceğim.
Bir yayının bilimsel geçersizliğini tespit etmek, özgünlüğüne ve önemine karar vermekten daha kolay. Buna rağmen yıllarca ciddiye alınmış bilimsel yayınlar içerisindeki verilerin bile uydurma olduğu ya da bilimsel olarak geçersiz yöntemlerle elde edildiği ortaya çıkabiliyor. Bu tip skandallardan en büyüklerinden birisi geçtiğimiz yıllarda kök hücre araştırmaları alanında yaşandı; klonlanan insan embriyolarından kök hücre elde ettiğini ortaya atan ve bununla ilgili 11 yayın yapan bir profesörün deney sonuçlarının uydurma olduğu ortaya çıktı. Hwang Woo Suk, Türkiye’deki meslektaşlarının sahip olduğu lükse sahip olmadığı için bu olayın ortaya çıkması ile beraber istifa etti.
Bilimsel yayınların geçersizliğinin makul bir süre içerisinde tespiti çoğu durumda bir noktaya kadar mümkün olsa da bir bilimsel yayının ne özgünlüğü, ne de önemi aynı kolaylıkla ölçülebilen özellikler. Yine de -her birisinin etkinliği tartışılır olsa da- bu özelliklere değer biçmek için beynelmilel kabul görmüş bir takım metotlar mevcut. Bununla beraber bir yayının önemine değer biçilmesi, bilimsel yayının özgünlüğünün belirlenmesine kıyasla daha muğlak bir konu. Örneğin Türkiye’de yaşanan akademik hırsızlık vakaları bile “özgünlük” denince akla gelen niteliklerden bir ya da birkaçının bir bilimsel yayın içerisinde ihlal edilmesi durumunun er ya da geç tespit edilebildiğine dair örnek teşkil ediyor. Fakat kimsenin çıkıp bir profesörün bilimsel yayını için “hem geçerli hem de özgün olmasına rağmen meğerse bilimsel hiçbir önemi yokmuş!” dediğine şahit olmuyoruz.
***
Peki bilimsel yayınların önemi ile ilgili nasıl fikir ediniyoruz?
Bu noktada imdada bilimsel dergiler (jurnaller) yetişiyor.
Bir bilimsel yayını diğer bilim insanlarına ulaştırmanın günümüzdeki en geçerli ve etkin yolu onu bir bilimsel dergide yayımlamak. Bir dergiyi “bilimsel dergi” yapan şey, derginin kendisine ulaşan yayınları yayının hitap ettiği alanda uzmanlarla değerlendirmesi. Bu değerlendirme sonucunda yayının bilimsel geçerliliği ve -bir noktaya kadar- özgünlüğü anlaşılabiliyor. Bu uzmanlara hakem deniyor ve yayının dergide yer alıp almayacağı kararı, çoğunlukla kimliği yayın sahibinden -ve diğer hakemlerden- gizlenen bu kişilerce veriliyor. Hakemler genellikle alanın önde gelen isimleri arasından seçiliyor. Bu süreç, derginin okurlarına ulaştırdığı bir bilimsel yayının belirli bir kalite standardının üzerinde olmasını garanti eden ve çok önemli olan bir süreç. Çünkü geniş bir çerçevede, bilimin kendi kendini tetkik ve tenkit ettiği, yanlış ve vasıfsız bilimi modern bilimin dışında tuttuğu yegâne yol ayrımı bu süreçle mümkün.
Elbette bilimsel dergilerin standartları arasında farklar var. Örneğin Science, Nature gibi geniş bir yelpazede üstün nitelikli bilimsel çalışmalara kucak açan dergilerde yayınlanan çalışmalar tüm dünyada yankı uyandırmakla kalmıyor, yayın sahibinin bilim dünyasındaki yeri ile ilgili bir intiba da veriyor. Benzer şekilde fizik, moleküler biyoloji, nanoteknoloji gibi bilimsel çalışma alanlarına özgü yayın yapan ve o alanın göz bebeği olan, alandaki bilim insanlarının hedefinde yer alan dergiler de var.
“Bir yayının önemine değer biçme” problemine dönersek, yayınların değeri ile yayının yer aldığı derginin revaçtalığı arasında bir korelasyon olduğundan bahsedilebilir. Elbette bilimsel bir yayının “gerçek değeri” zaman içerisinde ortaya çıkan bir şey. Çok vasıfsız bir dergide yayınlanan bilimsel bir yayının birkaç sene sonra çığır açıcı bir düşünceye öncülük edebilmesinin yanında, Grigori Perelman’ın Poincaré Konjektürü ispatı ile tüm dünyaya hatırlattığı gibi Internet’teki beyhude bir sayfa da bilimsel anlamda çığır açmak için yeterli olabiliyor. Dolayısıyla, teorik olarak kimsenin bu dergilere ihtiyacı yok. Fakat yine de bir bilimsel yayını yayınlamaya değer gören bilimsel derginin değeri ile, bilimsel yayının değeri arasında bir ilişkiden bahsetmek, istisnalar göz ardı edildiği durumda, mümkün.
En tepedeki dergiler herkesin hedefi olsa da her akademisyenin yürüttüğü her çalışmanın kendisine Science, Nature, ya da çalışmanın yapıldığı alanının en önde gelen dergilerinde yer bulmasının mümkün olmadığı, herkesçe kabullenilmiş durumda.
İşte bu pratik zorunluluk, bu yazının başındaki gri mecraların oluşmasının en önemli sebebi.
***
Bir alanın en revaçtaki dergilerinde yayın yapmanın güçlüğü, insanların diğer dergi alternatiflerine yönelmelerini normal kılıyor. Bu bilimsel dergi alternatiflerinin sayısı da epey fazla. Örneğin Bo-Christer Björk ve arkadaşlarının bir çalışmasına (http://tinyurl.com/d3ozpn) göre 2007 yılında aktif görünen hakemli bilimsel dergi sayısı 23,750. Bunca derginin kalitesi ve ardındaki kadronun yeterliliği tek tek kontrol edilemiyor elbette. Bir noktadan sonra belirli bir alan için “rüştünü ispatlamış dergi” olmayan dergiler, “diğerleri” şeklinde gruplanmaya başlanıyor ve bilimsel bir yayının önemi ile ilgili bize önemli bir bilgi veren “dergi önemi” kavramı yavaş yavaş ortadan kalkıyor. Bu ise çok tehlikeli bir şey. Çünkü “dergi önemi” ortadan kalkınca yayının önemine dair önemli bir parametre de ortadan kalkıyor. Bir bilim insanının bilim dünyasına katkısı ile ilgli fikir yayınlarının öneminden almak güçleşince ise bu boşluğu ne yazık ki, “makale sayısı” dolduruyor.
İlk bakışta “bir bilim insanının kıymeti onun bilimsel yayın sayısı ile doğru orantılıdır” önermesi doğru gibi duyulsa da, bu yaklaşım gelişmekte olan ülkelerin akademisindeki en ciddi problemlerin çimentosu.
Yayın sayısı esas olunca, daha fazla yayına sahip bir isim daha az yayına sahip bir ismin karşısında daha iyi bir üniversitede pozisyon sahibi olmak, araştırma bütçesinden daha fazla pay almak, yardımcı doçentlikten doçentliğe, doçentlikten profesörlüğe daha çabuk geçmek gibi ciddi avantajlara sahip oluyor.
Bu yayınların yer aldığı dergilerin hakemlerinin yeterliliğini, yöntemlerin tutarlılığını, etkinlik miktarlarını tek tek kontrol etme ihtimali ortadan kalkınca, diğer koşulda bile pek bir önemi olmaması gereken “yayın sayısı” anlamını tamamen yitiriyor.
Her dergide yapılan yayının da geçerli sayılmayacağını düşünenler Türkiye’nin herhangi bir orta ölçekli üniversitesini seçip akademik atanma ve terfi başvurularında kabul edilen akademik etkinlik ve puanlama ilkelerine bakabilir.
Uluslararası bir bilimsel dergi sahibi olmanın, geçerli bir ISSN/ISBN numarası almanın, derginin yönetmeliklerimiz içinde saygın kabul edilen kurumlarca indekslemesini sağlamanın zor olduğunu düşünenler biraz araştırmayla, tüm bunlar için neredeyse sadece İngilizce bilmenin yeterli olduğunu görebilir.
Uluslararası konferans kitapçığında yer almanın güç bir şey olduğunu, her çalışmanın uluslararası konferans kitapçığına giremeyeceğini düşünenler, 2003 yılında Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi’nde düzenlenerek uluslararası konferans olarak listelenmiş TAINN’in kitapçığındaki çalışmalara göz atabilir.
***
Doğru bilim olduğu konusunda çok ciddi bir uzlaşının söz konusu olduğu çalışmalar ile çöp bilim olduğu konusunda çok ciddi bir uzlaşının söz konusu olduğu -evrim teorisi karşıtı propaganda amacıyla bir araya getirilenler, ilaç şirketlerinin siparişi üzerine hazırlananlar, küresel ısınmada insan etkisinin olmadığını ispat için sipariş edilenler gibi- çalışmalar arasında kalan çok geniş bir alan var. Bu geniş alanda doğru bilimin çöp bilime, vasıflı bilim insanının vasıfsız bilim insanına dönüşmeye başladığı yer ise bir nehrin denize karıştığı, tatlı su ile tuzlu suyun nerede başlayıp bittiğinin kesin bir çizgi ile birbirinden ayrılamadığı büyük bir delta gibi.
Ne yazık ki akademik ahlaksızlıklar “çalmak” ile sınırlı değil. Kanunsuzluğu aşikâr olmayan, tespit edilmesi ciddi uzmanlık ve vakit gerektiren, “hırsızlık” gibi basit bir çerçeveye oturtulamadığı için bilimsel yayın prensiplerine ve bilim etiğine aşina olmayan kişilere anlatması epey güç olan ve sistemin eksiklerinden yararlanan legal ahlaksızlıklar da mevcut.
Bunlardan en tehlikeli olanlarından birisi de şüphesiz sözde bilimsel dergiler ve sözde konferanslar.
Bu sözde bilimsel dergiler (ve konferanslar) kendilerine ulaştırılan her bilimsel yayını kabul edip belli bir ücret karşılığında yayınlıyor. Böylece bilimsel çalışmalarını hiçbir saygın bilimsel dergiye kabul ettirememiş, ya da bilimsel çalışma yürütme konusunda yeterli potansiyeline sahip olmayan kişiler para karşılığı yayın sahibi oluyor. Bu organizasyonların web sayfalarında ISSN/ISBN numaralarına, akademik komitelerine, kendilerini indeksleyen uluslararası organizasyonlar listesine, telif hakları sözleşmelerine, yayın şablonlarına kadar her şey son derece kitabına uygun görünse de gönderilen çalışmalar hiçbir akademik tetkike tabi tutulmuyor.
Bu organizasyonlardan çok büyük bir tanesi de, ardında Türk bir fen bilgisi öğretmeninin olduğu ve http://waset.org adresinden yayın yapan “World Academy of Science, Engineering and Technology” isimli organizasyon.
Matematik Dünyası dergisinin 74. sayısında (2007) H. Ökkeş, WASET’in selefi olan Enformatika tarafından düzenlenen bir sözde uluslararası bilimsel konferansa asistanı ile yazdığı tamamen uydurma olan yayını nasıl gönderdiğini ve yayının nasıl kabul edildiğini çok keyifli bir dille anlatıyor (http://tinyurl.com/2vnxcdb).
http://www.enformatika.org adresinin geçmiş yıllardaki görüntülerine baktığınızda 29 Mart 2007 tarihli görünümünde (http://tinyurl.com/enformatika-mart) sayfanın tepesinde yer alan Enformatika logosunun 22 Nisan 2007 (http://tinyurl.com/enformatika-nisan) tarihinde bir anda WASET logosuna dönüştüğünü görebiliyorsunuz. Bir süre sonra http://enformatika.org’un içeriğinin olduğu gibi alınıp http://waset.org adresine taşındığı da http://enformatika.org adresinin web arşivi görüntüsüne baktıktan sonra http://waset.org’un konferanslar bölümü ziyaret edilerek görülebiliyor. Organizasyonlar arasında, siber suçlar ve siber dolandırıcılık ile mücadele konusunda deneyimli okurların bu satırları okurken akıllarına gelebilecek ciddi tetkiklere gerek dahi bırakmayacak kadar fazla bağlantı mevcut. Adresler ve isimler bu tip bir alışverişi uzun süre gizlemek mümkün olmadığı için değişiyor. Belki H. Ökkeş’in yazısı Enformatika isminin “kötü reklam” limitini doldurdu ve site kapandı. Belki bu yazı da WASET için aynını yapacak.
Bu sebeple kişilerin, isimlerin, adreslerin pek bir önemi yok. Nitekim bu yazı bir süre sonra okunurken WASET gitmiş yerine başka bir şey gelmiş olabilir. Fen bilgisi öğretmeni sebep olduğu tahribatın vicdani yüküne daha fazla katlanamayarak bu işlerden vazgeçmiş, onun yerini bir başkası doldurmuş olabilir. Bence kritik olan metotları anlamak ve öğrenmek. Aşı niyetine.
***
WASET bünyesindeki onlarca sözde uluslararası bilimsel dergi ve konferans ile bilimsel ve teknolojik arenada matematikten biyomedikal mühendisliğine, biyolojiden malzeme mühendisliğine değin ayak basmadık yer bırakmıyor ve basılan yayınların hakemli (peer reviewed) olduğu iddia edilerek bir güven uyandırılmaya çalışılıyor. Tabi bu güven dışarıdan bakanlar için. Birden fazla yayın gönderenlerin gerçeğin farkında olmaması çok düşük bir olasılık.
Bu organizasyon dahilinde yayın yapmış olan ya da konferans ve dergilerin bilimsel komitesinde yer alan isimlerin neredeyse tamamı Bulgaristan, Hindistan, Pakistan, Fas, Mısır, İran, Gürcistan, Azerbaycan, Birleşik Arap Emirlikleri, Sri Lanka, Malezya, Endonezya gibi ülkelerden. Elbette listede Türk akademisyenler de var. Hem de kimileri onlarca makale yayınlamış, bu makaleleri web sayfalarında listelemişler.
WASET hoşa gitmese de bir servis sunuyor ve burada asıl kızılması gerekenler bu servisten faydalanıp, her şeyin farkında oldukları halde bu ilişkiden ahlaksız çıkar sağlayan akademisyenler. Kızılması ve savaşılması gerekenlerin de doğrudan doğruya o kişiler olduğu gözden kaçırılmamalı.
Geri dönüşü olmayan noktaya WASET gibi organizasyonlar sayesinde vasıfsız çalışmalarını yayınlanmış gösteren kişilerin, üniversitelerde kadro sahibi olması ile varılıyor. Basit aramalar ile ulaşabileceğiniz isimlerin özgeçmişlerine bakınca, ülkelerindeki üniversitelerde saygın mevkilerde görev yaptıklarına şahit oluyorsunuz. Muhakkak bu isimler arasından neler olup bittiğinin farkında olmayan ve bir başka bilimsel dergide de yer alabilecek kalitede bir çalışmasını göndermiş olan kişiler de çıkacaktır. Fakat her şeyin farkında olduğu aşikar olanların sayısı hiç de az değil.
Yazının başlarındaki “çok fazla bilimsel dergi olması” ve “bilimsel dergilerin değerinin tespit edilmesindeki zorluklar” gibi sebeplerle, yapılan yayınların öneminden ziyade yapılmış yayın sayısının önem kazandığı bir ortamda, tüm doktorası ve doktora sonrası eğitimi boyunca çalışıp beş tane bilimsel yayın yapmış bir kişinin akademik pozisyon başvurusunun, WASET gibi organizasyonlar sayesinde her yıl beş yayın yapmakta olan bir kişi ile başa çıkması hiç de kolay değil. Özellikle gelişmekte olan ülkelerdeki orta ve küçük ölçekli üniversitelerde rastlanma olasılığı daha fazla olan bu akademisyen türünün sebep olduğu tahribatın uzun vadeli etkilerinin bir bilimsel hırsızlık vakasının etkilerinden çok daha ciddi olabileceğini göz önünde bulundurmak, hırsızlık vakaları kadar bu vakaları da araştırmak ve doğasını anlamak çok önemli.
***
Türkiye’de rektör olan, rektör yardımcısı olan, rektör eşi olan, dekan olan, enstitü müdürü olan, siyasetçi olan isimlerin bilimsel hırsızlıkları bir bir ortaya çıkarken, hiçbir zaman yükselme niyeti olmayan ve tek amacı bir üniversitede öğretim üyesi olmak ya da üniversitedeki bir yardımcı doçent kadrosunu yıllar boyunca elinde tutmak olan kişilerin yarattığı kirlilik aynı derecede göze batmıyor. Onlar akademik dünyanın yaşam kaynaklarını bir tümör gibi sömürerek git gide daha ciddi bir alanı kaplarken, akademinin güçlü bireylerinin bu konuya dair ilgisizliği ne yazık ki bu ahlaksız akademisyenlere güç veriyor.
“Türkiye’de neden bilim üretilmiyor?” diye sorulduğunda akla ilk gelenler arasında hırsızlık vakaları var. Fakat WASET gibi organizasyonlardan beslenerek pozisyon işgal edenler yüzünden dışarıda kalan, özel sektöre yönelmek ya da kolay yoldan bol yayın sahibi olmak arasında tercih yapmak zorunda bırakılan kimselerin “yapamadıkları bilim” pek akla gelmiyor.
“Türkiye’de neden bilim üretilmiyor?” diye sorulduğunda akla ilk gelenler arasında az ödenek ve ödeneklerin bölümler arasında adaletsiz tanzimi gibi sorunlar var. Fakat WASET gibi organizasyonlardan beslenen akademisyenlerin aynı zamanda bilimin yeni neslini yetiştiren, yüksek lisans ve doktora öğrencilerine sahip olan kişiler oldukları, bir noktada doktorayı bırakmak ya da bilimsel ahlak anlayışlarını değiştirmek arasında tercih yapmak zorunda bırakılan öğrencilerin “olamadıkları bilim insanları” pek akla gelmiyor.
***
Türkiye ne yazık ki başarılı bir bilimsel çalışma yürütüyor olmanın başarılı bir bilim insanı olmak için yeterli olduğu bir ülke değil. Türkiye’nin bilim geleceği, onun bu günkü aydın akademisyenlerinin cesaretine ve sorumluluk bilincine muhtaç.
Gelecek nesiller bu günleri sorgularken Türkiye’nin önde gelen üniversitelerinde kıymetli akademik faaliyetler yürütmekte olan bilim insanlarının yetersiz tavrına sitem edecekler.
Bu gün orta ve küçük ölçekli üniversitelerde okuyan öğrenciler, mezuniyet tarihleri yaklaşırken etraflarına bakıp Türkiye’nin önde gelen üniversitelerinde kıymetli akademik faaliyetler yürütmekte olan bilim insanlarına zaten sitem ediyor olsalar gerek.
***
Bilimsel ahlakı tesis etmeye çalışırken bu gri mecralarda da mesafe katetmek, WASET gibi organizasyonların takip ettikleri metotları öğrenmeye, bu tür organizasyonlar yoluyla akademik çıkar elde eden akademisyenlere karşı uyanık olmaya, onları açıkça tenkit etmeye bağlı.
http://plagiarism-turkish.blogspot.com/ gibi değerli anonim girişimler hırsızlık vakalarının arşivlenmesini ve bilimsel hırsızlık girişimlerinin eninde sonunda ortaya çıkacağını ve kimsenin bu insanları unutmayacağını hatırlatmak açısından çok önemli.
Bilimsel hırsızlık dışında kalan ve daha ince bir araştırma ile ortaya çıkarılabilecek bilimsel ahlaksızlıkların da ciddiyetle takip edilmesi ve açıkça tenkit edilmesi süreci bir çatı altında toplanarak örgütlü ve koordine çalışan bir yapıya dönüştürülebilir. Böyle bir durumda akademik kariyerini tehlikeye atmaktan çekindiği için bu güne değin bireysel çıkışlar yapmak istememiş olan kişiler de seslerini çıkarmak için cesaret bulabilir.
Nitekim bu konularda ses çıkarmak gerçekten cesaret isteyen bir iş. Bunun belki de en önemli kanıtlarından birisi, Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi’nde yaşanan usulsüzlüklere karşı tepki gösterdiği için işinden olan, insan hakları ihlallerine ve tehditlere maruz kalan Dr. Tansu Küçüköncü olsa gerek.
Söyleyecekleri olan akademisyenlerin anonim kalmak ya da kariyerinden olmak arasında tercih yapmak zorunda kalmayacağı örgütlenmelerin hayata geçmesi, herkesin bildiğini dile getirmesi şart.
Aksi taktirde birkaç üniversitenin dışında Türkiye’nin bilim mecrasının aleni ve gri ahlâksızlıkların yaşam alanı olmaktan kurtulacağı günler bir hayal olarak kalacak.

9 Eylül 2010

Prof. Dr. Selçuk Candansayar - KESTİRMEDEN BİLİMCİ OLMAK

NTV BİLİM, Haziran 2010

Olmayan cihazlarla, hayalet hastalarla araştırma yapmanın, saygın kitaplardan kaynak göstermeden aşırmanın inceliklerini bilimci adayları öğrenmeli. Hazır "yapılmışı" varken "bilim yapmaya uğraşmanın" hiç gereği yok.
Otuz yıl kadar önce, Üniversite Seçme Sınavı'nda en yüksek puanları alanların girebildiği Tıp Fakültesi'ni kazandığımda içim çok rahattı. Ülkenin en iyi tıp eğitimini alacaktım. Okuyup önce doktor, sonra psikiyatr, sonra da "hoca" olacaktım. Okula başladığımda, beklediğimden çok farklı bir dünyayla karşılaştım. Ne soru, ne tartışma, ne kulüp ne etkinlik; birbiri ardına derse giren öğreticilerin ağzından çıkanı birebir defterlerine geçiren lise öğrencilerine benziyorduk.

Aldığımız eğitime her geçen yıl biraz daha yabancılaşarak sonunda mezun oldum. Fakülteye girerken amaçladığım kadar iyi bir öğrenci olamamıştım. Çok iyi bir tıp eğitimi almıştım ama bilmek, düşünmek, araştırma yapmak, makale yazmak gibi "bilim" üretimine dair hiçbir şey öğrenememiş, el yordamıyla bile olsa bilim üretmeye kendimi hazırlayacak bir şey yapamamıştım, iyi birer "teknisyen" olarak yetiştirilmiştik, hepsi bu. Mecburi hizmete gitmedim; Tıpta Uzmanlık Sınavı'nda önce iç hastalıklarını, bir yıl sonra da tıbba girme nedenim olan psikiyatriyi kazandım.

Şimdi akademisyen olma yolunda ilerlediğimi düşünüyordum. Çok çalışacak, çok öğrenecek, çok araştıracak ve öğretim üyesi olacaktım, ilk yılımda ABD'den yeni dönmüş, kıdemli bir asistanın önerisiyle bir araştırmaya başladık. Çok heyecanlıydım: Hastalarda karşılaştığımız bazı özelliklerin kaynağının ne olabileceğini merak ediyorduk. Bir araştırma yöntemi geliştirdik. O güne kadar yapılmış çalışmaları araştırmış, sorumuza daha önce verilen yanıtları incelemiş, hastaların hangi özelliklerini saptamamız gerektiğine karar vermiştik. Veri toplama sürecinde hissettiğim en yoğun duygular merak, mutluluk ve gururdu. Bilmeyi öğreniyordum; bilimsel bir soru sorup yine bilimsel bir yanıt verebilmeye başlamıştım. Veriyi topladıktan sonra üzerinde çalışmaya başladık. İstatistik analiz yapıyorduk. Anlamlı görünen bir sonucun kaynağının ne olabileceğini tartışıyorduk. Elde ettiğimiz bulguları daha önce aynı alanda yapılmış araştırmaların sonuçlarıyla karşılaştırıyor ve tartışıyorduk.

AVANTACI Bilim
Sonunda makalemizi yazdık. Bana göre, dünyanın en önemli bulgusunu yakalamış durumdaydık. Şimdi bulgumuzu ulusal çaptaki psikiyatri kongresine götürecek, orada savunacaktık. Araştırmanın sorusu kıdemli asistanla yaptığımız tartışmalarda benim aklıma gelmişti. Daha doğrusu soruyu kıdemlime sormuştum, o da "hadi bunu birlikte araştıralım" demişti. Tüm veriyi ben toplamıştım, istatistiği o yapmıştı, tartışmayı birlikte yazmıştık.

Kıdemli asistan araştırmanın yazar listesini verdiğinde yaşadığım hayal kırıldığı yirmi yıl sonra hâlâ canlıdır içimde. Kıdemli asistan ilk ismin Anabilim Dalı Başkanı olması gerektiğini, çünkü onun "Başkan" olduğunu, kendisinin kıdemli olduğu için ikinci isim, benim üçüncü isim olacağımı, veri topladığımız hastaların yatırıldığı servisin sorumlusu öğretim üyesinin ismini yazmamızın da "iyi" olacağını söylemişti. Listede bir kişi daha vardı, "onu çok seviyordu, üstelik araştırmayla ilgili iki makale getirmişti". Bilim üretimine "çırak" statüsüyle başlamıştım. Bir şeylerin ters olduğunu sezsem de "bilim böyle üretiliyor" diye düşünmüştüm.

TAKLACI Bilim
İhtisas yaptığım klinikte her asistandan bir konuda seminer sunması beklenirdi. İhtisas dört yıl olduğundan her asistanın dört seminer sunma hakkı ya da görevi vardı. İlk yıl verilen seminer konusu hakkında hiçbir fikrim yoktu. Dahası, o konunun neden seçildiği belli değildi. Konuyu ihtisasının bilinci yılında olan bir asistanın hazırlayıp hazırlayamayacağı, hazırlamasının onun eğitimine o aşamada katkısının ne olacağına dair herhangi bir gerekçe ya da eğitim programı da yoktu.

Seminer ödevi verilen her asistana bir danışman öğretim üyesi tayin edilirdi. Amaç, danışmanın yönlendirmesiyle asistanın kaynaklara nasıl ulaşacağını, "literatür taramasını" nasıl yapacağını bulması, semineri hazırlayıp tüm öğretim üyeleri ve asistanlara sunması ve bu yolla eğitim almasıydı.

Yine de merak uyandırıcıydı. Ortada yanıtlanması gereken yine bir soru vardı. Tamam, belki soru benim aklıma gelmemişti, ama ben¬den yanıt istendiğine göre yanıtı bulmak benim ve kliniğin bilimsel bilgimizi, yanıtı aramak da benim bilimsel görgümü geliştirecekti.

Danışmanıma sorunun yanıtını nasıl arayıp bulacağımı sorduğumda temel psikiyatri kitaplarının ilgili konularını çevirip özetlememi öğütledi. Öyle yaptım. O yıllarda Türkiye'de çok az olan İngilizce psikiyatri kitaplarını üniversitenin kütüphanesinde buldum. Neyin önemli, neyin önemsiz olduğuna dair hiçbir fikrim olmadığından nasıl özetleyeceğimi bilemiyordum. Kitapların ilgili bölümlerini olduğu gibi çevirdim. Tekrar gibi olan kısımları çıkararak onları birleştirdim. Klinikte bilgisayar, bende daktilo yoktu. O yüzden çeviriyi el yazısıyla yapmıştım.

Seminerim hem danışmanım hem de diğer öğretim üyelerince çok beğenildi. Danışmanım metnin el yazısı olduğunu görünce kliniğin sekreterine semineri daktiloya çekme talimatı verdi. Günlerce sekretere metni okuyup daktiloya çekmesine yardım ettim. Sonunda tamamladık ve metni seminer danışmanıma verdik. Kocaman bir "aferin"le birlikte çok başarılı bir asistan olacağımı, beni çok takdir ettiğini söyledi. Bir iki yıl sonra çevirimin cümlelere takla attırılmış halde "Hocanın yeni kitabına" bölüm olarak yerleştiğini gördüm. Kitabın önsözünde bana "hassaten teşekkür" vardı.

ÇARPITAN Bilim
Kliniğimize yeni bir öğretim görevlisi başlamıştı. Doçentliğe hazırlanıyordu. Çok canlı, cana yakın, asistan dostuydu. Bize hiç hoca gibi davranmazdı, onu çok sevdik. Doçent olmak çoğumuzun temel amacı haline geliverdi. Sürekli yeni fikirlerle geliyor, "çocuklar şuna da bakalım mı, bunu da araştıralım mı, bakın bu konu da önemli" diyerek bizi bilimsel araştırmanın heyecan dolu ırmağında birlikte yüzmeye çağırıyordu. Çoğumuz o ırmağa balıklama atladık. Ellerimizde anket formları, ölçekler, kan tüpleri hastadan hastaya koşturuyorduk. Birbiri ardına araştırmalar tamamlandı. Her biten araştırmada "yeni" bir şey bulmanın mutluluğuyla bir sonraki araştırmanın verisini toplamaya koşuyorduk.


Tabii ki tüm araştırmalarımızda ilk isim onundu. Hocamız bir doçent olsun, nasılsa sonra biz de ilk isim olurduk. Hem araştırma yapmak çocuk oyuncağı olmuştu bizim için: İki değişken sapta, bir örneklem evreni oluştur, ver ölçekleri, ölç değişkenleri, kur denklemi, yap istatistiği... Anlamlı çıkarsa da bir anlamı vardır, anlamsız çıkarsa da nasılsa bir anlamı vardır. Hem tartışmayı bağlamak çok kolay; "bu konuda daha kapsamlı araştırmalar yapılmalıdır" dersin olur biter. Zaten "yabancı" makaleler de öyle bitmiyor mu?

Bir tür manifaktür olarak biteviye "bilimsel araştırma'' üretmeye başlamıştık. Bir keresinde, veri toplama aşaması biten araştırmalardan birinde vaka sayısı öğretim görevlisine az göründü. Çalışma güzeldi, tek kusuru ömeklem sayısının azlığıydı. Öğretim görevlisi "çocuklar, tüm sayıları dörtle çarpsak sonuca bir etkimiz olmaz, ama vaka sayımız daha iyi olur" dedi. Çarptık, gerçekten sonuçlar değişmiyor gibiydi; sevindik, o kadar emeğimiz boşa gitmemiş olacaktı!

İhtisasım bittiğinde kabarık bir yayın listem vardı. Tıp fakültesini bitirdiğimde yakalanmadığım mecburi hizmete bu kez uzman olarak gittim. Dört yıl sonra kliniğe geri döndüğümde artık doçenttim. Doçent olmak için asistan çalıştırmam gerekmemişti. Klinik dışında kalmıştım. Dahası, galiba büyüyüp akıllanmıştım.

ENGEL TANIMAYAN Bilim
Aynı yıllarda yine ülkenin önemli tıp fakültelerinden birindeki bir ekibin "Türkiye'de olmayan tıbbi cihazlarla yaptıkları" bir araştırmayı uluslararası bir tıp dergisinde yayımlatmayı başardıkları ortaya çıktı. Bu beceriyi gösteren akademisyenlere de birşey olmadı.
Tam da o zamanlar, YÖK'ün fikir babası ve kurucu başkanı Prof. Dr. İhsan Doğramacı'nın yazdığı (!) bir kitabın, Benjamin Spock adlı ABD'li bir çocuk doktorunun kitabının birebir çevirisi olduğu, bunun bilim ahlakına aykın bir "intihal" olduğu tartışmaları mahkemelerden medyaya yansımaya başladı. Bir başka 'hoca' Prof. Dr. Hasan Yazıcı, 12 Eylül Darbesi'nin bu kudretili "hocalann hocasının" bilim ahlakına uymayan bir intihalci olduğunu cesaretle haykırıyordu. O da 'hocaydı'. İntihalin aşırma anlamına geldiğini, bilimin en büyük ahlaksızlığı olduğunu Hasan hoca ile öğrenmeye başladık. Dahası, şartlar ne olursa olsun bilime sahip çıkma cesaretinin de bilim yapma, akademisyen olmanın, hoca olmanın olmazsa olmaz şartı olduğunu kavramaya başladık. Bilimsel görgünün "bilim ahlakı" anlamını içerdiğini, aslolanın "bilim ahlakı ve erdemi" olduğunu öğrendik. Ama Yargıtay Genel Kurulu, Spock'un kitabıyla birebir aynı olan Doğramacı'nın kitabını, "bilimsel bir eser olmadığından intihal açısından değerlendirilemeyeceği" kararıyla beraat ettirdi. Hasan hoca, Prof. Dr. Erdoğan Şuhubi ile birlikte Türkiye Bilimler Akademisi (TUBA) Bilim Komitesi'nden istifa etti. Spock'un dul eşi bile dayanamayıp Türkiye'yi ayıplayan bir mektup yazdı. Türkiye'de intihal yapsan da başına bir şey gelmeyeceği kabul edilmeye başlandı. Memleketin en üst bilim kurulu TUBA ve en üst yargı kurulu Yargıtay, intihalin "hoş görülebilir" olduğuna karar vermişlerdi.

AŞIRAN Bilim
Türkiye'nin uluslararası yayınlarının sayısının artması herkesin ortak özlemiydi. Yeter ki yayın sayımız artsın" düsturuyla intihal vakalarının üzeri örtülmeye başlandı. Kimse koskoca doçentleri, profesörleri "aşırmacılık" yüzünden üniversiteden atmaya yanaşmıyordu.


İntihal (plagiarism), aşırmacılık anlamına geliyordu; "bir başkasının fikirlerini ya da yazılarını onu hiç anmadan kendi orijinal çalışması gibi kullanma ya da gösterme" olarak tanımlanıyordu.


Bir yandan da Türkiye'de bilimsel araştırma etik kurulları kurulmuş, hastalardan araştırma yaparken "aydınlatılmış onam” alınma zorunluluğu getirilmişti. Bir araştırmaya alacağınız hastaya araştırmanın gerekçesini, ona ne gibi testler yapacağınızı, araştırmaya dahil olmanın ona bir yaran olup olmayacağını, araştırma sürecinden bir zarar görüp görmeyeceğini, onun anlayabileceği dilden bir tanık yanında anlatmak, onun özgür iradesiyle rızasını almak, bunu yazılı olarak belgelemek zorundaydınız.
 
KENDİNİ BİLEN Bilim
Üniversitede artık doçenttim; yani biImeyi öğrenmenin yollarını bilen kişilerden biri olmuştum. Öğretim üyeliği ya da akademisyenliğin üç aşaması vardır; doktora, doçentlik ve profesörlük. Benim için doktora bilmeyi bilmek, doçentlik bilmeyi öğretebilmek, profesörlük ise bilme sürecini değerlendirebilmek demektir. Bu sürecin olmazsa olmazı bilimsel yöntem, onu bilimsel kılan bilim ahlakıdır. Bilim ahlakının en büyük düşmanı ise intihaldir, başkasının bildiğini kendi bilginmiş gibi göstermektir. Doçentlikten sonra, uzmanlık tezlerine danışmanlık yapmaya başladım. Uzmanlık tezlerinin, kabul edildikten sonra uluslararası bilimsel dergide yayımlanması, çalışmanın değerini göstermesi ve bilim cemaatince paylaşılması yönünden önemliydi. Danışmanı olduğum asistanlardan birine, uzman olduktan sonra tezini makaleye çevirmeyi düşünüp düşünmediğini sordum. Akademisyenliği düşünmediğini, uğraşamayacağını söyledi. İki yıl kadar sonra uluslararası bir veritabanında tarama yaparken gözlerime inanamadım; yeni bir uluslararası dergide yayımlanmış bir makalem bilgisayar ekranından bana bakıyordu. Çalışmada üçüncü isimdim. Ama ne böyle bir çalışmada yer almıştım, ne de makale o dergiye gönderilirken bırakın onayı, haberim olmuştu, ilk kez gördüğüm "çalışmamı" incelemeye başladım. Akademisyen olmayacağını söyleyen asistanın teziyle aynı başlığı taşıyordu. İkinci isim, tezin yapılma sürecinde klinikte olmayan bir uzmandı. Dahası, makalenin vaka sayısı tezdeki vaka sayısından fazlaydı. İki uzman sayesinde, haberim olmadan sahte bir uluslararası yayına sahip olmuştum. Aklıma ilk gelen, hemen dergiye bir yazı yazıp onayım olmadan ismimi nasıl kullandıklarını sormak ve yayının sahte olduğunu bildirmekti. Çok kızmıştım. En çok da o iki uzmanın, benim adımı koyarlarsa, kafadan bir yayına sahip olmanın keyfîyle susacağımı düşünmüş olmalarına kızgındım. Sonra bir hata yaptım. Dergiye yazmak yerine durumu bir dilekçeyle Üniversitelerarası Kurula bildirmeye karar verdim. Bir açmaz yaşadığımı belirttim Kurul'a. Dergiye yazsam ülkemin bilimsel prestiji bir kez daha yara alacaktı. Türkiye uluslararası dergilerde intihalin kurumlaştığı ülkeler arasında sayılıyordu. Nature adlı son derece saygın dergide ardı ardına, Türkiye'de intihalin normal karşılandığını iddia eden yazılar yayımlanıyordu. Sesimi çıkarmasam suça ortak olmuş olacaktım. Çözümü Üniversitelerarası Kurul'un bulmasını istedim. Ne mi oldu? O uzmanlardan biri doçent oldu. Şimdi o da bir akademisyen. Diğeri sözünü tuttu, akademisyen olmadı; büyük bir kentte uzman olarak çalışıyor.

OLMAYAN Bilim
İntihal hâlâ kurumlaşmış olarak sürüyor memleketimizde. Bitip bitmeyeceği de belli değil. Belki de tek teselli, intihalin Türkiye'ye özgü bir sorun olmaması. Dünyanın her yerinde en umulmadık bilimcilerin bile intihale başvurdukları biliniyor. Yine de, intihale başvurmadan bilim yapmanın mümkün olduğunu bilmek gerekiyor. Belki daha az araştırma, daha az yayın yapılmış olur ama ahlak olmadan bilimin yapılamayacağı açıktır.

Yararlı kaynaklar:

- www.anti-plagiarism.org
- www.plagiarism-turkish.blogspot.com
- Nature. Vol 449/ 6 September 2007
_________________________________________________________________

!

Türkiye yırtıcı, şaibeli, sahte ve fake dergilerde en çok yayın yapan 3. ülke

Predatory journals: Who publishes in them and why? - Selçuk Beşir Demir Dünyanın en prestijli dergilerinden biri olan Elsevier tarafınd...

Predatory journals: Who publishes in them and why?

.....................................................................


...
...
...

* Rastgele Yazılar




.